1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Sınırlar: Türkiye-Yunanistan sınırında göçün izini sürmek…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Sınırlar: Türkiye-Yunanistan sınırında göçün izini sürmek…”

A+A-

Kavel ALPASLAN/BİANET

Bianet’ten Kavel Alpaslan, “Türkiye-Yunanistan sınırında sabit bir noktada durup zaman içinde göçün izini süren Andrés Mourenza, sadece günümüz mültecilerinin değil, yüz yıl önce mübadeleyle yerinden edilmiş insanların hikâyelerini de bugüne taşıyor” diye yazıyor…  ‘Sınırlar’ kitabı, bu iki komşu ülkenin ortak acılarına, birbirine benzeyen ulus inşa süreçlerine ve değişen göç rotaları karşısında aynı kalan toplumsal tepkilere ayna tutuyor. Kavel Alpaslan’ın yazısı özetle şöyle:

“Uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan El País yazarı İspanyol Gazeteci Andrés Mourenza’nın Sınırlar: Türk-Yunan Sınırından İnsan Hikayeleri kitabının Türkçe çevirisi geçtiğimiz Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Ezgi İrgil’in çevirdiği kitap, mekan Tükiye-Yunanistan sınırı üzerinden yakın tarihteki göç hikayelerine odaklanıyor.

Yirmi yıldır Türkiye ve Yunanistan’da gazetecilik yapan Mourenza bize Türkiye-Yunanistan sınırından anlattığı insan hikayeleriyle sadece göçün izini sürmüyor, aynı zamanda her iki ülkenin aynadaki ters yansımalara benzeyen ortak tarihini inceliyor. O sebeple bu kitabın bir başına ‘göç’ üzerine yazıldığını söylemek haksızlık olacaktır.

“Yunanistan ve Türkiye'nin farklı babaları olabilir ama aynı annenin çocuklarıdır” diyen Mourenza, bu ‘kardeşlerin’ yakın geçmişteki tarihlerini göç yolundaki insan hikayeleri ile alıyor. Her ne kadar uzun yıllar Ege Denizi’nin iki yakasında yaşamış olsa da ‘üçüncü bir göz’ olarak soğuk kanlı yaklaşabiliyor oluşu ayrıca kıymetli.

Biz de Mourenza ile hem Sınırlar kitabını, Türkiye ve Yunanistan’ın ulus devlet inşası süreçlerini ve göçü konuştuk.

Sabit bir sınırda iki izleğin benzerliği

***  Kitabınızda Türkiye-Yunanistan arasındaki ilişkileri ‘sınır’ kavramı üzerinden ele alıyorsunuz. Her iki ülkenin sınırlarla ayrılan ortak tarihi bugünün sınır krizleri ile inceliyorsunuz: Aynı sınır bir bakıyoruz yüz küsür yıllık nüfus mübadelesini hatırlatıyor, bir bakıyoruz denizden ve karadan karşı kıyıya geçmeye çalışan binlerce insanın hikayesi ile olduğu yerde duruyor. Sizce ele aldığınız bu iki tarihsel izlek, nerede ve nasıl birleşiyor?

MOURENZA: Mart 2016'da bu iki meselenin ilişkisi üzerine düşünmeye başladım. Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında imzalanan göçmen karşıtı anlaşmanın yürürlüğe girmesine sayılı günler kala, Midilli'ye gitmek üzere Ayvalık'a gelmiştim. Hava fırtınalı, deniz dalgalıydı ama birçok mülteci, 20 Mart'tan önce Yunanistan kıyılarına ulaşarak anlaşma gereği geri gönderilmemek için hayatlarını riske atıyordu. Örneğin, kitapta hikayesini anlattığım Nur ve ailesi, bebeğiyle birlikte, dört korkutucu denemeden sonra karşıya geçmeyi başarmıştı.

Hava koşulları nedeniyle feribotum iptal oldu ve Ayvalık'ta dolaşmaya başladım, sonunda Çınarlı Camii'ne oturdum. Bir haftaiçi günüydü ve dışarıdaki pazarın ve yakındaki bir okulun sesleri, boş tapınağın içindeki sessizliği daha da pekiştiriyordu. Eskiden bir kiliseydi ve içi hâlâ çok benziyor. Sonra o etkileyici sessizliği ve onun, Ayvalık'ın eski nüfusu, mübadiller gibi yok olanların eksikliğini nasıl hissettirdiğini düşünmeye başladım.

Bu kitabı 2019'da yazmaya başladığımda, İspanya'da mülteci krizleriyle ilgili birçok kitap olduğu için farklı bir şey yapmak istedim. Diğer birçok gazeteci ve yazarın yaptığı gibi mültecilerle birlikte rotayı takip etmek yerine, sabit bir yer seçtim ve zaman içinde ilerledim. Kitabı iki zaman çizelgesi kullanarak yapılandırdım. Biri, 2006'dan 2019'a kadar bugünü takip ediyor, mevcut göç akışlarına ve krizlerine odaklanıyor. Diğeri ise 20. yüzyılın başlarına dönerek, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Türk-Yunan Savaşı ve nüfus mübadelesi gibi olayların şekillendirdiği sınırın tarihsel oluşumunu izliyor ve 21. yüzyılın başlarına kadar geliyor. Bu iki çizgi birbiriyle iç içe geçerek sınırın hem senkronik hem de diyakronik bir görünümünü sunuyor.

sayfa-17-resm-005.jpg

Bu sayede insanların mülteci krizlerine ve göçlere nasıl tepki verdikleri arasındaki benzerlikleri gösterebiliyorum. Çünkü kitap için araştırma yaparken beni en çok etkileyen şey, o zamanki yerel halkın tepkilerinin ne kadar benzer olduğuydu: Örneğin, Yunanistan'daki birçok yerel doktor, Anadolu'dan gelen Rumları ‘kirli’ ve ‘bulaşıcı hastalık taşıyan’ kişiler olarak gördükleri için tedavi etmeyi reddetti -resmi söylem onların ‘Yunan kardeşleri’ olduğunu söylese de. Bu nedenle, gelen mültecilere uluslararası insani yardım kuruluşları yardım etmek zorunda kaldı.

Geçmişi ve bugünü harmanlamak da bilinçli bir karardı, bir tür manifesto gibi. Böylece bugünün Türkiyelileri günümüz göçmenlerinin ve sığınmacılarının yerine kendilerini koyabilsin. Çünkü bu ülke de göçmenler ve mülteciler tarafından inşa edildi.

“Aynı annenin çocukları”

***  Sınırın ‘evveline’ baktığımızda sizin de vurguladığınız en çarpıcı gerçek Türkiye ve Yunanistan’ın benzer bir ulus devlet’leşme süreçleri içerisinden geçtiği…. 20. Yüzyıl başında her iki ülkenin eş zamanlı ve birbirine bağlı olarak yaşadığı ulusal inşa ve ulusal travmalar bize neler anlatıyor?

MOURENZA: Yunanistan ve Türkiye'nin farklı babaları olabilir ama aynı annenin çocuklarıdır. Her iki ülkenin de ulus inşasında çok fazla benzerlik var. Aslında, akademik dünyada eski Sovyetler Birliği veya eski Rus İmparatorluğu toprakları hakkında birçok karşılaştırmalı çalışma varken, eski Osmanlı toprakları bu şekilde ele alınmıyor. Oysa Balkanlar, Kıbrıs veya Lübnan'daki çatışmalar özelinde karşılaştırmalı analizlerle çok şey öğrenebileceğimizi düşünüyorum.

Yunanistan ve Türkiye özelinde, her ikisi de Osmanlı İmparatorluğu'nun küllerinden doğan, çok genç sınırlara sahip yeni ülkelerdir (en son toprak katılımları Türkiye için 1938, Yunanistan için 1947'ye dayanıyor). Ve ulusları -ya da uluslarının ana bileşenleri- baskın milliyetçilik tarafından ‘yabancı’ kabul edilen halkların (birinde Müslümanlar, Slavlar; diğerinde Ermeniler, Rum Ortodokslar) etnik temizliğiyle ve 150 yıllık bir zaman diliminde, kendi vatanlarında etnik temizlik süreçleri nedeniyle mülteci durumuna düşen ve ulusa ‘sadık’ kabul edilen halkların (Anadolu, Mısır veya Rusya'dan gelen Rum Ortodokslar; Tuna, Balkanlar, Kafkasya veya Bulgaristan'dan gelen Müslümanlar veya Türkler) ulusa aşamalı olarak dahil edilmesiyle ve toplumun farklı yollarla Helenleştirilmesi veya Türkleştirilmesiyle inşa edildi.

Kitap boyunca, ama özellikle Selanik ve İzmir hakkındaki bölümde, her iki şehrin de ilgili yangınlardan sonra yeniden inşasının bu yerin hafızasını nasıl sildiğini ve yeni bir resmi anlatı oluşturmaya nasıl yardımcı olduğunu anlatıyorum. Bugün İzmir'e gittiğimizde neden eski Rum Ortodoks Hristiyan nüfusu hakkında neredeyse hiç bilgi yok? Onlar da Müslümanlar ve Yahudiler gibi bu toprakları çocuklarıydı ve Osmanlı vatandaşıydı. Selanik için de aynı şey geçerli—nüfus mübadelesine kadar şehrin en büyük gruplarından biri olan Türk nüfus hakkında neredeyse hiçbir şey yok.

İlginçtir ki, her iki şehrin resmi bilgilerinde de artık çok küçük olan Yahudi azınlığa yer ayrılıyor, muhtemelen artık baskın kimlik için bir tehdit olarak görülmediği için. Ama 100 yıl öncesine dönersek, örneğin o zamanlar Selanik'i Yahudi yönetimi altında uluslararası bir şehir haline getirme konuşmaları vardı, çünkü o dönemde Selanik'in en büyük topluluktu ve bunun şehrin kontrolü için Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan ve Yunanistan arasındaki çatışmayı önleyebileceği düşünülüyordu. O dönemin tanıklıklarını okumak, olayların nasıl değiştiğini görmek açısından çok ilginç. Benim için Selanik örneğinde sosyalist gazeteci John Reed'in Balkanlarda Savaş (The War in  Eastern Europe) adlı kitabı çok faydalı oldu.

Göçün öğrettikleri

***  Geçmişle günümüz arasında köprüler kurduğunuz Sınırlar üzerine çalışmanız size ne kattı? Çalışmalarınız sonucunda neler öğrendiniz?

MOURENZA: Sınırlar kitabı bir yılda yazıldı, ancak benim göç üzerine çalışmalarım neredeyse yirmi yıldır devam ediyor. Ben de göçmen bir aileden geliyorum: babamın ailesinin neredeyse tamamı memleketleri Galiçya bölgesini, İspanya'nın diğer ucundaki Barselona'ya veya Arjantin'e gitmek üzere terk etti.

Dedem bir gün Barselona’daki evinde bana şöyle demişti: “Burada kendimi evimde gibi hissetmiyorum ama köyüme döndüğümde de artık oradan biri gibi de hissetmiyorum. O kadar uzun süre uzak kaldım ki.” Bu köklerinden koparan hissi biliyorum ve bu duygu göç eden herkesin ortak noktasıdır—ister benim ailem, ister Almanya’ya giden Türkler, isterse Türkiye’ye gelen Afganlar olsun.

Ama geçmiş hakkında araştırma yapmak, ikinci vatanım olan Türkiye ve Yunanistan'ın ortak tarihi hakkında bana çok fazla yeni bilgi verdi. Elbette, bunlardan bazıları beni karamsarlığa sürüklüyor: İnsanlık geçmişteki hataları tekrar tekrar yapmaya eğilimli, "ötekine" duyulan şüphe, bir şekilde uyumlu gruplara içsel. Ancak umut veren öğrenimler de var: Ortak geçmişi bilerek köprüler kurabilir, bazı resmi anlatılara karşı gelebilir ve daha iyi karşılıklı bilgi akışı için kapıyı açabiliriz. Ve tabii ki, milliyetçi ve yabancı düşmanı söylemleri bir kenara bırakarak ihtiyacı olanlara yardım eden veya dayanışma bağları kurma yolundaki iyi insanlardan da öğrenebiliriz.

(BİANET.ORG – Kavel Alpaslan – 31.5.2025)


GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAPILIYOR?

“Benim annem cumartesi, elinde solmuş bir resim…”

Haden ÖZ/BİANET

Onlara bu zulmü yaşatanların hesap vermesini, sorumluların cezalandırılmasını ve bu cumhuriyetin kendilerinin de cumhuriyeti olmasını istiyorlar.

Bu fotoğraf, Türkiye’de zorla kaybedilen kişilerin akıbetini sormak ve adalet talep etmek için bir araya gelen Cumartesi Annelerinin düzenlediği bir oturma eyleminden bir sahneyi göstermektedir. Görselin detaylı betimlemesi: Ön planda yere serilmiş büyük bir pankart üzerinde, kayıpların isimleri ve fotoğrafları yer alıyor. Her bir ismin veya fotoğrafın üzerine kırmızı karanfiller bırakılmış; bu çiçekler, kayıpları anmanın ve yasın sembolü olarak öne çıkıyor. Orta ve arka planda ise oturarak eylem yapan insanlar var. Her biri ellerinde kaybedilen yakınlarının fotoğraflarını tutuyor. Fotoğraflarda genellikle “Gözaltında kaybedildi” ya da sadece “Kaybedildi” ifadeleri yer alıyor. Katılımcıların yüzlerinde ciddi ve hüzünlü ifadeler dikkat çekiyor. Kadınlar arasında başörtülü olanlar da var; farklı yaşlardan kişiler bir arada oturuyor.

"Benim evladım gelir diye kapıyı, bacayı açık bıraktım.

Ay geçti, gün geçti, sene geçti benim çocuğum gelmedi.

Benim çocuğum ölmüşse cenazesini bana versinler."[1]

Aristoteles, o ünlü Politika adlı eserinde yönetim şekillerini ve iyi bir anayasanın nasıl olması gerektiğini incelerken, bir yönetim şekli olan tiranlığa da ele alır. Kendi döneminde var olan ya da kendisinden önce var olmuş tiranlar için söylenegelen/söylenen şu önerileri aktarır:

“Tepeleri(sivrilenleri) kes ve bağımsız görüşleri olan adamlardan kurtul, toplumsal, kültürel ya da benzer amaçlarla derneklerde toplanmalarına izin verme; bunlar, bir tiranın sakınması gereken iki şeyin, bağımsızlıkla kendine güvenmenin serpilip gelişeceği yerlerdir, insanların birlikte bilgi edindikleri okullara ya da başka kurumlara izin verme ve genellikle birbirlerini iyi tanımamalarını sağla, çünkü bu aralarında karşılıklı güven yaratır.” (s.170)

2300 küsur yıl önce dile getirilmiş bu sözler sanki bugün söylenmiş gibi değil mi? Bu, Aristoteles’in büyüklüğünden, öngörüsünden kaynaklanan bir şey mi, yoksa bir toplumdaki egemenlerin tarih boyunca hep aynı yöntemlere başvurduğunun göstergesi midir? Sanırım her ikisi.

Kötülüğün, zulmün, sömürünün sürekliliğinden bahsetmek mümkün. Bu süreklilikteki, baskı araç ve yöntemlerinin benzerliği de ilgi çekicidir. Nasıl ki her anayasal düzende egemenler, kendi varlığını korumak için kimi tedbirler koyar, aynı şey tiranlık için de geçerlidir.  Acaba, tiranlar tarih çöplüğünde yok olup gittiler mi, yoksa farklı coğrafyalarda farklı adlar altında hâlâ hüküm sürmekteler mi? “Devlet dersinde öldürülen çocukların” hayatlarına mal olmuştur bu sorunun cevabı.

Bütün baskıcı rejimler egemenliklerini kaybetmemek için benzer yöntemlere başvururlar. Bunlardan en önemlisi toplumsal hafızayı yok etmek veya yeniden dizayn etmektir. İşte bu dizaynın bir başka adı resmi ideolojidir.

ncelikli-sayfa-16-resm-002.jpg

Eğer bir yurttaş olarak devletinizin resmi ideolojisini ( dolayısıyla resmi tarihini) sorgulamıyorsanız, egemenlerin izin verdiği ölçüde özgürsünüzdür, aydınsınızdır. Egemenlerin doğruları sizin doğrularınız, onların düşman olarak gösterdiği herkes sizin düşmanınızdır.

İktidarlar değişir ama bir devrim veya çok köklü değişimler olmadığı sürece bir devletin resmi ideolojisi değişmez. Onlarca parti vardır mesela, birbirleriyle kıyasıya çatışıyor görünürler ama belirli meselelerde her daim hemfikirdirler. İşte o meseleler devletin resmi ideolojisinin sınırlarıdır.

Cumhuriyet, kurulduğundan beri ne yazık ki herkesin cumhuriyeti olamamıştır.  Yüzyıllık değil, sadece son 30 yıllık Türkiye tarihine bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Devlet dersinde öldürülen, kaybedilen insanların hikayelerine bakmanız yeterli olur.  Yazının girişindeki sözleri dönüp tekrar okuyabilirsiniz. Ardından şunu okuyun.

“19 yaşındaki çocuğumun yaşam hakkını elinden aldılar. Mezar hakkını da aldılar. Benim de annelik hakkımı elimden aldılar. O benim tek evladımdı.”[2]

 Bir filmde veya dizide bu sözleri işitseniz/izleseniz muhtemelen içinizi dağlar. Ama gerçek hayatta buna inanmakta güçlük çekersiniz. Çünkü resmi ideoloji size bu çığlığın “sizden” olmadığını söyler, “düşman” olduğunu söyler.

Cumartesi Annesi Hanife Yıldız, oğlu Murat Yıldız için adalet arıyor.

Eğer toplumun ekseriyeti Cumartesi Anneleri'nin çığlığını duysaydı, tam 30 yıldır yakınlarının akıbetini öğrenmek, kemiklerine ulaşmak (evet yanlış okumadınız), en azından bir mezarlarının olmasını istemek ve bu zulmü kendilerine yaşatanların ortaya çıkması ve cezalandırılmasını talep etmek olduğunu bilseydi bugün bambaşka bir ülkede yaşıyor olurduk.

Cumartesi Anneleri’nin ilk eyleminden (27 Mayıs 1995) bugüne yirmiye yakın hükümet değişmiş. Bugüne kadar hiçbir hükümet onların çığlığına kulak vermedi (bazıları “mış gibi” yaptı).

İşte bu da devlet dersi! Birkaç gün önce mücadelelerinin 30. yılıydı. Tam 30 yıldır çocuklarının, sevdiklerinin kemiklerini arıyorlar, onlara bir mezar vermek istiyorlar. O mezarlara gidip ölüleriyle dertleşmek, topraklarına sarılmak, çiçek ekmek, ağaç dikmek istiyorlar.

“kimi ana: sen içimde uyurken ne güzeldi uykum, şimdi sen yoksun ya, uyku nedir bilmem

kimi bacı: nasıl da yarım her şey, ayırdığım bütün kardeş payları çürüdü

bulamayınca seni

kimi yar: şimdi sen yoksun ya, dokunduğum her nesne seni taşıyor bana, yaşadığım her an sen oluyorum, sen gibi kayboluyorum, yaşamaya geç kalışım bundan”[3]

Yaslarını tutmak istiyorlar, yaslarını. Ama öyle bitmeyen bir yasa mahkum olmak değil, her insan gibi, bu ülkenin her yurttaşı gibi haklarıyla yaşamak istiyorlar.

Onlara bu zulmü yaşatanların hesap vermesini, sorumluların cezalandırılmasını ve bu cumhuriyetin kendilerinin de cumhuriyeti olmasını istiyorlar. Bütün baskılara, engellemelere rağmen 30 yıldır bunun için direniyorlar, susmuyorlar, boyun eğmiyorlar. Onların mücadelesi biraz da toplumsal hafızayı koruma mücadelesi değil midir?

“Anneler olmasa kim kimi severdi

saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci

yollar boyu, eskitilmiş alanlarda

solgun bir bedeni gezdirmedin Metin' in annesi” (4)

Zulüm nereden, kimden gelirse gelsin onun kimliğine, diline, dinine bakmaksızın lanetleyemiyor ve karşısında duramıyorsak insanlığımızdan şüphe edelim. Şüphe etmiyorsak zalimden yanayız.

“a.

ham meyvenin acısını taşıyan annem, oğluna giderdi

her cumartesi, her mevsim, her yıl giderdi

karanlığı yararak soytarıların kapısını kırarak giderdi”

1.

ben kaç cumartesi oturduysam orada, anneme ağladım

gözyaşından bir dağdı annem bilip de bilmezden geldiğiniz

günahınızı hatırlatan bir yas ayaklanmasaydı

siz şimdi kimin günahını nereye yaslayacaksınız

oturduğunuz o satranç tahtasının başında”[5]

 

[1]  Berfin Kırbayır (Berfo Ana) 33 yıl boyunca, 1980 darbesi sonrası gözaltına alınan ve “kaybedilen” oğlu Cemil Kırbayır’ı aradı. https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/02/130222_turkey_missing_mother

[2] Hanife Yıldız, 1995’te gözaltında kaybedilen 19 yaşındaki Murat Yıldız’ın annesi.

[3] Haden Öz, Madres de Plaza de Mayo şiirinden.

[4] Gülten Akın, Anneler İlahisi şiirinden.

[5] Özgün E. Bulut, Kayıp şiirinden.

(BİANET.ORG – Haden ÖZ – 31.5.2025)

Bu yazı toplam 575 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar