
O tempora! O mores!*
Gazze’de her gece ölüm biraz daha büyüyor çünkü, karanlık bir bulut hepimizin üzerinde geziniyor, Gazze biraz daha katlediliyor barbarlarca.
Burak Karataş
[email protected]
Büyük Fransız yazarlarından Andre Gide, bir romanında, az sonra anlatacağı bir olay yüzünden okurlarından defalarca özür dilemişti, adam öylesine büyük bir içtenlikle özür diliyordu ki ister istemez bu durum, anlatılan olayın kendisinden daha önemli bir pozisyon almış oluyordu, okur da merak ediyordu tabii, içtenlikle dilenilen özürlerin, bitmek bilmez af dileklerinin, boynu bükük çiçekler misali kalemiyle işlediği cürmün bilincinde olduğunu beyan eden bir yazarın bu ısrarlı talebinin nedeni olan olay nedir sorusu herkesin zihnini kemiriyordu, az sonra okurlar, bu olayın bir adamın sandalyeden düşmesi olduğunu öğrendiler.
Gide için yazı o kadar kutsal ve kalem o kadar saygıdeğer bir nesneydi ki bir yazar, asla ama asla, sözgelimi bir adamın sandalyeden düşmesi gibi süfli bir yaşanmışlığı anlatmaya kalkamazdı.
Yazının başına oturduğumda doğrusu aklımda net bir konu yoktu, hoş, insan denilen canlı hiçbir zaman kafasının ucunda parlayan bir top misali duran yekpare bir fikirle yaşamaz, istese de yapamaz bunu, hele benim aynı anda birden fazla meseleyle ilgilenebiliyorsanız bu çok daha imkansızdır. O nedenle “konu olmaması”, doğaldı, Kıbrıs zaten kısır bir adaydı, ister güneyinde yaşa ister kuzeyinde, yazılabilecek konu sayısı bir buçuğu geçmiyordu, onları da başkaları defaatle yazmışlardı, aralarında iyi yazanlar, ufuk açanlar, üslup sahibi kişilikli yazarlar olduğu kadar yazdıkça kağıt ziyanlığı yaratan yeteneksizler, eline kalem verilen ve yazının onuruna kastedenler, kafası karışık ama iyi niyetli mütefekkirler ve aldığı paranın ölçeğinde sesini yükselten yüksek karakter sahipleri de vardı. Beylik deyişle o konular da “kabak tadı” vermişti (oysa kabağı da pek severim!), dön dolaş mülkiyet sorunu, bu arada Taşınmaz Mal Komisyonu’na uğrayacaksın, “kırtasiyecilikten”, bürokrasiden şikayet edilecek, Allah’ın emri, ya vatan-millet-Adapazarı üçgeninin borazanlığına sığınacaksın ya da “bizden adam olmaz” mantığının dar kalıplarında “kovboyculuk” oynayacaksın, pardon, muhalefet yapacaksın.
Bir yazar niye özür diler, bilemiyorum, ancak bunlardan bahsetmek zorunda kalan birinin, ister yazar olsun ister vatandaş, özür dilediği bir senaryoyu anlayamamak çok güçtür. Herkesin kendi ölüsünü sürüklediği bir toplum bu, her gün biraz daha ölüyoruz, sıkışan çarkları düzeltebilmek gün geçtikçe daha çok zor geliyor bize, umutlu olanlarımız bir görünüp bir kaybolan yaz günleri gibi uzaklaşıyorlar, nostalji alıp başını gidiyor, bu arada yazarınız iki farklı kelam etmeye çabalıyor, iki fırt tarih, bir tutam sosyoloji, iki parça siyaset, biraz samimiyet, az biraz da ciddiyet ekleyip leziz bir yemek çıkartmak istiyor önünüze, günü gelince özür dileyeceği yazılar yazmamak için.
İşte bugün de bu yazıya oturduğumda aynı fikirler yokluyordu beni, yalan söylemeyeyim, ilk defa çekindim bir yazıdan, hayır, yazıya duyduğum saygıdan ötürü değildi bu, o bambaşka ve şövalyece bir duygudur, bu daha çok istenmeyen lafların mecburen dilime dolanmasından kaynaklanan bir çekinceydi, herhalde az biraz da haklıydım. Ne yazacaktık yani, bastır hükümet, yok yok, istifa hükümet, bastır muhalefet, yok yok, istifa et muhalefet, bizim adamlar vazifeye, faşizme karşı omuz omuza, komünistler Küba’ya, kahrolsun demokrasi, yaşasın globalleşme…
Oysa dünya çetin bir sınavdan geçiyor bugün, biraz da bunları kaleme dolamalı, açlık içinde kıvranan çocuklardan, öldürülen gazetecilerden, baskılanan gençlere, gözyaşlarının bir ağıt gibi aktığı günleri direnerek geçiren insanlara değinmeli, her bir cümlede bir kez yutkunarak, her bir cümleyi bir kez daha tartarak, her birinin ağırlığı altında ezilerek belki.
İnsan biraz da bunlardan bahsetmeli, maydanozun kilosu ya da bu sene hangi futbol takımının şampiyon olacağı bahsi çok da önemli değildir, kimin iktidarda olup olmadığı da son tahlilde “belirleyici” değildir, öyleyse biraz da kalemin namusunu korumalı, çünkü kalemin namusu ile insanın namusu aynı noktada birleşiyorlar, ikisi de açlığa, kıtlığa, katliamlara, bombalara, silaha, baskıya karşılar. İkisi de hürriyeti kovalıyor, ikisi de haksızlığa karşı civanmertçe tutunuyor hayata, ikisinde de haklı bir öfke seziliyor.
Tabii ki insanın aklına ilk Gazze geliyor, Gazze’de her gece ölüm biraz daha büyüyor çünkü, karanlık bir bulut hepimizin üzerinde geziniyor, Gazze biraz daha katlediliyor barbarlarca, ancak laf orada bitmiyor ki, dünyanın her yerinde ciddi bir “Gazzeleşme” tehlikesi gözleniyor, silahın bırakılması da bu nedenle önemli değil mi sanki?
Daha az insan ölsün, silaha daha az para harcansın gibi talepler bundan yarım asır evvel “sol” talepler olarak kabul edilirdi, bugün bunları söyleyene hayalperest diyorlar, çünkü savaş son tahlilde her kötü ruhlu insanın işine geliyor, faşistler de kurtlarını döküyorlar ve ortalık mayna oluyor. Giden gittiğiyle kalıyor işte.
Bugün geldiğimiz noktada büyük bir savaşın ayak izleri yavaş yavaş takip ediyor bizleri, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz çünkü tamtam seslerini duyuyoruz, herkes birbirine girecek de bir fırsat kapısının aralanması bekleniyor sanki, bizler de elimiz kolumuz bağlı, öylece duruyoruz ve bir an bu savaşın başlayıp bitmesini istiyor gibiyiz, seyirci koltuğundayız ve seyredilecek çok acı var.
Oysa her şey talep etmekle başlıyor ve silahsız bir dünyayı talep etmek de maydanozdan da, futboldan da, Kıbrıs’tan da mühim.
Yaşanılacak acılarla yeni yeni tarih kitapları yazmak istemiyorsak, kendimizi palavradan övgülerle haklı çıkarmak istemiyorsak, “biz savaşa girdik ama bir de sor bakalım bize niye girdik” demek istemiyorsak, her alçağın son sığınağında barınmak istemiyorsak yani, yapacağımız şey gayet basit. Dik durup seslenmek:
-Biz buradayız.
Aksi halde özür dilememiz gerekecek bütün insanlardan, bunu bir yazar bile başaramaz.
*Ne günlere kaldık! (Latince)
















