1. HABERLER

  2. ÖZEL HABER

  3. “ O Şarkılar  Neyi  Söyler(di)..!? ”
“ O Şarkılar  Neyi  Söyler(di)..!? ”

“ O Şarkılar  Neyi  Söyler(di)..!? ”

Yoksa şarkılar da metinler gibi miydi..?

A+A-

 

O zamanlar şimdiki gibi kanal ve dizi bolluğu yoktu. 83 olmalı, TRT’de “Kartallar Yüksek Uçar” diye bir dizi vardı. Senaryosu Atilla İlhan’a ait olunca ilk bölümden itibaren sadık izleyicisi olmuştum. Doğrusu senaryonun Türkiye’de cumhuriyetin kırsaldan kentleşmeye doğru dönüşüm  sürecini, iki ailenin gerilimli ilişkileri üzerinden, sınıfsal/ekonomik/kültürel zeminde ustaca ifade ediyor olması bir yana, oyuncu kadrosuyla da -Sadri Alışık, Can Gürzap, Selda Alkor, Serap Aksoy, ..ve diğerleri- çok zengin ve kaliteli bir diziydi.

O sahne ise hiç aklımdan çıkmadı.. İzmir’de bir yaz gecesi, imbata karşı deniz kenarında bir içki sofrası.. Masanın başında, dizide öne çıkan karakterlerden Banazlı İsmail (Sadri Alışık; ne mükemmel bir oyunculuktu o) oturmuş, çakır keyif hali ve rakının buğusu çökmüş dumanlı gözleriyle, hemen yanı başındaki bir zamanların ünlü sesi Şakrak Nimet’e (Yurdanur Gerçeker’e) doğru eğilmiş, ömrünün sonbaharında yakalandığı büyük aşkın ıstıraba dönüşen coşkusuyla içindeki yangını anlatıyor.. Artık mazisi ile yaşayan Şakrak Nimet ise, tam da unutulmanın ve terkedilmenin dayanılmaz bunalımlarında tükenmeye yüz tutmuşken, ona dostluğu ile yeniden hayat ve itibar bahşedip masasına kabul eden kendisi yaşlı, ruhu inanılmaz genç velinimeti karşısında pür dikkat; fırsatını yakaladığı anda ise araya sokuşturduğu  “ahh...ahhh..ne günlerdi o günler efendim..ne günlerdi...Sahneye bir çıkışım vardı ki adeta bir kıyamet......” sözleriyle kendi hikâyesinin, şimdi çok uzaklarda kalmış, soluk görüntüleri arasında iç geçiriyor..Aynı anda masanın diğer ucunda, elinde tamburu -yoksa ud muydu-  müeddep haliyle dikkat çeken orta yaş yorgunu, biraz şarkıcı ama daha çok icracı görünümlü müzisyen, istek üzere söylediği şarkılarla aşk ve hatıra yorgunu bu ikiliye eşlik ediyor..Bir ara Banazlı İsmail’e dönüp “Mirim, başka bir arzunuz var mı?” sorusuna, Banazlı’nın  kederli sesiyle verdiği yanıt ise hâlâ aklımda: “ Üstadım...Hüzzam..! Hüzzam olsun da ne olursa olsun..Hüzzam söyleyiniz..!”  Bir yaz gecesi, gökyüzünde salkım saçak yıldızlar, suda ay ışığı, hep birlikte söylenen o şarkı mıydı, yoksa yıllar sonra birden aklıma düşmüşken gecenin ruhuna uygun olduğu için bana mı öyle geliyor, bilemiyorum, nedense zihnime mıh gibi çakılmış o sahneyi Selahattin Pınar’ın hüzzam şarkısının tamamladığını düşünüyorum:

“gecenin matemini aşkıma örtüp sarayım
 gittin artık seni ben nerede bulup yalvarayım
 şimdi ben tıpkı şifasız kanayan bir yarayım
gittin artık seni ben şimdi nerede bulup yalvarayım” 

Özellikle yaşımız ilerledikçe giderek müptelası olacaktık ama, doğrusu ya, Beat müziği ve Beatles efsanesine denk düşen ilk delikanlı yıllarımız nedeniyle, kendi kuşağımın kahir ekseriyetinde olduğu gibi ben de o günlerimde Türk Sanat Müziği ile çok fazla ilgili değildim. Müzik aleti deyince nerdeyse sadece gitar, müzik deyince de sadece Batı müziğinden ibaret bilgimiz, kültürümüz ve zevkimiz birçok yabancı topluluğun ve şarkının ismini anında bülbül gibi sıralamamıza yetiyordu yetmesine de, yine de ilginçtir, üç beş arkadaş bir araya gelip de hayallerimizi ve coşkularımızı şarkılara dökmeye başladığımız anda, dilimize dolanan ağır aksak da olsa hep Türk Sanat Müziğinin şarkıları olurdu nedense. Şüphesiz aynı anda çok farklı müzik türlerinden zevk almak mümkündü ve zaten müziğin evrensel olduğu hep söylenirdi ama, bu beklenmedik buluşmanın farklı nedenleri de olmalıydı..Çoğunlukla farkına varmadan sahiplendiğimiz ve adeta bilinç altımızda biriktirdiğimiz ve o an geldiğinde makamını, güftesinin kime ait olduğunu, bestekârının kim olduğunu hemen hiç bilmesek de dilimize doladığımız o şarkılar neyi söylerdi ki kendimizi birdenbire  onların efsunlu, esrarengiz rüzgârında sürüklenir bulurduk.?

Yoksa şarkılar da metinler gibi miydi..? Sadece hissetmenin, zevk almanın ve haz duymanın yeterli olamadığı, anlamanın da gerekli olduğu; bu yüzden yalnız başına ses, ritim ve melodiyle sınırlı olmayan ve ancak sözün (güftenin) bütün bunları kuşatarak tamamladığı bir ruh ve anlam ikliminde mi hayat buluyordu şarkılar.!? Ve bu yüzden mi ancak o şarkıları söylerken her birinin kendi hayallerimizin ve duygularımızın karşılığı ve hatta gündelik ilişkilerde ifade etmek istediğimiz ama çoğunlukla edemediğimiz ya da etmekte zorlandığımız duygularımızı dile getiren kendine özgü anlamları ve ruh dünyaları olduğunu  fark ederdik.!? Onlarla içine düştüğümüz esrik hallerimiz, başımızın dönmesi, ayaklarımızın yerden kesilmesi, kendimizi bulutların üzerinde gezinir hissetmemizin nedeni bu muydu.!?

Banazlı İsmail’in illa ki “hüzzam....hüzzam...” diye ısrar etmesi de belki bundandı.. Koyu bir hüzün duygusuyla yüklü olduğu söylenen bu makamın, ancak bu duyguyu ifade edecek sözlerin (güftenin) varlığında anlam kazanarak sese, ritme ve melodiye dönüşmesinden sonraydı ki, onun yanıp tutuştuğu, ıstırabını ve hasretini çektiği aşkının en etkili ifadesi haline gelecek ve bizatihi o aşkı bir kez daha ve sonsuza kadar şarkılarda yaşamasına da neden olacaktı. Zaten bu şarkıların, sadece sese ve ritme dayananlar ve bu yüzden -kendi başlarına yaşamaya devam etseler de- bizdeki ömürleri kısa olanlar karşısında, bütün zamanlarda geçerli olmaları ve tazeliklerini korumaları da herhalde bu yüzden olsa gerekti. Bizden öncekilerin söylediği, bizim aynı yoğun duygularla tekrar ettiğimiz ve bu duygular yaşandığı sürece yarın da söylenecek olan bu şarkılar eskiyip yok olabilir miydi..?

Evrensel anlamda müziğin -buna farklı müzik türleri dâhildir kuşkusuz- ve bu müzik türleri içinde de Türk Sanat Müziği’nin özgün bir etkinlik olarak öne çıkmasının, hem müziğin kendisinin son kertede en çok  şiir ve edebiyatla buluşmasıyla ve hem de şiiri ve edebiyatı kendinde buluşturması ile ilişkili olduğunu söylemek abartılı olur mu, bilmiyorum.. Öyle olsa da Türkçe edebiyatın en değerli isimlerinden şair-romancı ve kültür insaı olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu bağlamda ilginç bir örnek olduğunu düşünüyorum.. Üstadın ‘Huzur’ romanında müzik, anonim eserlerden halk müziğine, dini müzikten Klâsik Türk Sanat Müziği’ne kadar çeşitli örnekleriyle adeta belirleyici bir arka plan olarak yer alır.. Her ne kadar Tanpınar’ın dünya görüşü ve özellikle kültür-sanata bakışıyla ilgili olarak da ayrıca işlevsellik kazanan (kültürün dün-bugün-yarın bağlamında kopuşlardan ziyade bir süreklilik içerdiğini ve ağırlıklı olarak da bu sürekliliğin mevcudu değiştirerek, dönüştürerek muhafaza etmek suretiyle geliştiğini ifade eden bir görüştür bu..) bir uygulama olsa da bu, söz konusu büyük buluşmanın gerçekleşmesi açısından anlamlı bir örnektir.. Tanpınar’ın bir diğer romanı olan ‘Mahur Beste’ de -sadece isminden bile anlaşılacağı gibi- bu buluşmanın bir başka dikkat çeken örneğidir.. Bir yığın şiirin şarkıya dönüşmesi ya da ‘şarkı sözleri’ başlığı altında kendine özgü bir şiir türünün ortaya çıkması da keza bu büyük buluşmanın başka anlamlı örnekleri değil midir...?

Coronalı günlerin hapsinde müzik de -her türlüsü- her zaman olduğundan daha fazla yoldaşımız oldu. Hangi tür olursa olsun, kendi başına müzik dinlemek, yaşattıkları ve hatırlattıklarıyla her bakımdan duyarlı ve doğurgan bir serüven. İşte fonda -bu sefer Türk Sanat Müziği- yine eski zamanlardan -ama bütün zamanları kuşatan- bir şarkı: “Geçti Hayal İçinde Bunca Yıl Bir Gün Gibi”.  Beste: Osman Nihat Akın. Makam: Nihavend Güfte: Nâhit Hilmi Özere:

“Geçti hayal içinde bunca yıl bir gün gibi
En eski hatıralar daha henüz dün gibi
Neden gönül bu içli hayata küskün gibi
En eski hatıralar daha henüz dün gibi”

İtiraf etmem gerekir ki hepsini ayrı bir tat ve hazla dinlediğim ve halen dinlemekte olduğum farklı müzik türleri arasında en çok yüreğimi titreten Türk Sanat Müziği oldu.

Sahi, bu şarkılar neyi söyler(di).!?

   

 

 

Bu haber toplam 2917 defa okunmuştur
Etiketler :