1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Dünyayı Kontrol Etmenin Boşunalığı
Dünyayı Kontrol Etmenin Boşunalığı

Dünyayı Kontrol Etmenin Boşunalığı

Gerçeği ararken yanılgıda olduğunu kabullenmek kendini başarısız hissetmektir. Dünyayı kontrol etme çabamızla kurduğumuz düzenin bizi kontrol etmeye başlaması ironiktir, trajedidir. Artık dünya harikalarla dolu, gizemli ve sonsuz büyüklükte bir yer değil.

A+A-

Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com

Daha önce ne anladığınızı unuttuğunuzda anlayacaksınız.

 Italo Calvino
 

1. Kontrol arzularımızın kendi kendisiyle çelişmesi

Bilimsel ilerlemelerle dolu olan ve her geçen gün teknolojinin bir başka icadıyla büyülenen insanlık bir gün gelip de bütün evrenin efendisi olarak sonsuz bir yaşama ulaşacağı inancı ya da özlemi içindeymiş gibi görünüyor. Bu özlem ve inanç gerçekte insanın en büyük kabusu olabilir mi? İnsanın bütün ruhsal kapasitesini yok eden şey, onu baş eğmez bir kibir içine sokan ve ruhsal bir yıkıma götüren şey olabilir mi? Yani dünyayı anlamak ve kontrol etmek mümkün müdür? Yaşadığımız acılara son vermek, sonsuz bir mutluluk vaat eden cennete ulaşmak mümkün müdür?

Hayat paradokslarla doludur. İstediği şeye ulaşan insanın onun aslında istemediği şey olduğunu anlaması gibi. Kim hapishanesine özgürlüğüne koştuğunu sanarak girer?

Dünyayı anlama ve kontrol çabalarımızın neden paradoks olduğunu yani kendisiyle çeliştiğini, istediği şeyin tersine yol açtığını düşünelim. Bu oldukça açık bir olgudur aslında, derin bir şekilde gözlemlediğimizde dünyayla ilgili tutumlarımızın dünyanın kendi doğal akışına uymadığını hatta onun tam tersi olduğunu bu yüzden de bu tutumların bizim dünyayla uyumlu bir şekilde akmamıza engel olduğunu görebiliriz. Kendisiyle çelişsen tutumlarımızı yaşamın her alanında görebiliriz. Genel olarak bizler, örneğin bir şeyin bütünüyle anlarsak huzura ereceğimizi düşünüyoruz. Ancak birincisi, nesneleri ve olayları bütünüyle anlayamayız, insanlar ve durumlar sandığımızdan çok daha karmaşıktır. Bazı mekanik durumlarda anlama çabamız işe yarayabilir, mesela bir makinanın nasıl çalıştığını ve arızalandığında ne yapmamız gerektiğini anlayabiliriz. Ancak bundan yola çıkarak yanılgıyla insanları, evrenin anlam ve amacını veya kendi mutluluğumuzu da aynı şekilde bir takım basit prensiplerle anlayabileceğimiz düşünülmemeli. Bu imkansızdır çünkü evrenin ve içsel yaşamımızın özünü oluşturan ve ona dinamizm ve güç kazandıran şey sözcüklerle ve akılla anlayamayacağımız bir şey olmalı, çünkü evren sözcükleri ve aklı kapsar ama sözcükler evreni kapsayamaz. Bir sözcük, bir güç odağı, bir otorite arıyoruz ve bir şey bulduğumuzu sandığımızda ona sarılıyoruz. Oysaki ne güneş dünyaya, ne dünya aya, ne ormanlar denizlere hükmedemez. Her şey birbirine sıkı sıkıya bağlıdır, her şey birlikte var olur.

İkincisi, dünyayı ya da çevremizdeki olayları ne kadar kontrol etmeye çalışırsak ondaki doğallığı, kendiliğindenliği ve bundan doğan yaratıcı güçleri de o ölçüde kısıtlamış oluruz. Tıpkı nasıl resim yapılacağı konusunda çocukları baskı altına alıp onları resim sanatından soğutmamız gibi. Oysaki, örneğin doğa bizim kontrolümüz olmadan milyarlarca yıllık evrimde son derece başarılı sayısız tür ortaya çıkarmıştır. Bitkilerden ve hayvanlardan ve nihayetinde biz insanlardan oluşan bu müthiş doğa eserleri yaşamın en değerli ürünlerini oluşturmuştur. Doğa aklın soyut ilkelerine göre değil organik canlılığını yasalarına göre çevreye sonsuz yaratıcı adaptasyon sağlayan mucizevi bir güce kavuşmuştur. Dünyaya bir kez tutunan doğallığı yok etmek de o denli güçtür. Ancak görünen o ki, bizim kontrol saplantımız doğayı yok edecek bir güce kavuşmak üzeredir.

İnsanın hem ruhunu hem de çevresindeki canlılığı yeniden özgürleştirmek ve asli işleyiş şekline kavuşturmak dünyanın hastalıklı halini iyileştirmek için tek çözüm yolu gibi görünmektedir.

 

2. Kontrol arzularımızın sonu

Ancak başka bir paradoksta şudur ki, paradoksun yol açtığı açmaza kapılan insan sonunda bu açmazı kırmaya çalışırken özgürlüğüne kavuşur. Hapishanemiz yeniden kurtuluşumuza açılan kapı olur.

Peki kim gerçekten paradoksun açmazını kırmaya kalkar? Mademki en istemediği şey en çok istediği şeydir aslında, bunu nasıl fark edecek insan? Gün gelir meyvelerini verir yanlış eylemler ve düşünceler. Bu acı meyveleri yerken uyanabilir insan. Burası belirsizliklerle dolu bir alemdir. Bu belirsizliğin, karanlığın, bilgisizliğin içinde insan sessiz sakin gerçek özgürlüğün mutluluğunu tadar. Bu özgür olduğunu bilmeyen özgürlüğün mutluluğudur.

Paradoksları yenmek için başka paradokslar kullanmak gerekir. Karanlıkta olan insanı aydınlığa çıkarmamalı onu daha da karanlığa sokmalı. Mesela bir şeyi hatırlamaya çalışırken hatırlamaya vazgeçmenin en iyi yöntem olduğunu hepimiz biliriz. Hatırlamak için kendimizi ne kadar zorlarsak hatırlamamız da o ölçüde zorlaşır. Benzer şekilde kendimizi ve dünyayı anlamak için aydınlığa doğru değil karanlığa doğru bir yolculuk yapmalıyız. Bilgiye değil cahilliğe doğru yürümeliyiz. Bir şeyleri anlamaya ve anladıklarını kanıtlamaya çalışan yanılacaktır, çünkü en hakiki ve en derin gerçekler anlayışa gelmezler. Oysa cahilliğini gören, bilgisiz ve anlayışsız olmaktan korkmayan aydınlığa kendiliğinden varır. Belki de bu yüzden ‘Kendini anlaşılır kılmak felsefe için intihardır’ demiştir Martin Heidegger.

Dünyanın anlaşılmaya çalışıldığı her yerde ona yapılan bir hakaret vardır. Dünya neden benim küçük zihnimce anlaşılır olsun? Dünya anlaşılmak için mi vardır ki? Dünya yaşanmak içindir, bir çiçek koklanmak için. Bir çiçek anlaşılmak istemez. Anlaşılmak için bölünüp parçalanmak, sınıflandırılmak, unsurlarına ayrılmak istemez. Bir çiçek görülmek, koklanmak duyumsanmak ister. Dünya bir çiçeğin kalbine sığar ve dünyada da aynısını ister.

İnsan örnek olarak kendisini düşünsün, sizi anlayacak bir psikolog mu yoksa sizinle bu dünyanın tadını çıkaracak bir dostu mu yeğlersiniz? Psikoloğunuz sizi anlar ve bu da sizi mutlu edebilir, ancak seans odasından çıktığınız anda yine kendinizlesinizdir. Bu yaşamda kurduğumuz uzun vadeli, sağlam ve içten dostlukların yerini tutabilir mi sizi anlamaya çalışan bir uzman?

O halde dünyayı anlamaya çalışan insanı onu daha da çok anlamaya çalışmaya zorlamalı, gerçek özünü kavramaya ilişkin bir soruşturmayı tüm gücüyle yapmaya teşvik edilmeli. Bu şekilde dünyanın anlaşılmazlığıyla gerçekten karşılaşabilir bir insan. Dünya anlaşılmaz o yüzden yaşamaya bak demek yeterli olmaz çoğu zaman.

Dünyanın anlaşılır olmasından kastımız nedir? İnsan bütün cehennemini bu anlama, kavrama odaklı zihni yüzünden yaşar. Olayların, nesnelerin aralarındaki bazı bağlantıları anlamak insana evriminde büyük bir avantaj getirmiştir kuşkusuz. Mesela bazı bitkilerin hangi ortam ve koşullarda olgunlaştığını anlamak insanın karnını doyurmasını sağlamıştır. Ve bunun gibi yüzlerce, binlerce araştırma sonucunda dünyanın bütünüyle kontrol edilebileceği yanılgısından uygarlık oluşturulmuştur. Aslında bir bütün olarak dünyanın kontrol edilmesiyle onun bazı parçalarını kontrol edip çıkarları için kullanabilmek birbirinden çok farklı iki şeydir. Bilginin sonu yoktur, o halde kontrol etmenin de sonu yoktur, bu durumda olayları gerçek anlamda asla kontrol edemeyeceğimize göre, kendimizi sanki bunu yapabilirmişiz gibi hissetmenin akılcı bir yönü olabilir mi?

Bazı parçalarını kontrol edebilmemiz insan türü olarak bizlere bütün dünyayı ve hatta ölümü dahi kontrol edebileceğimiz aldanışını vermiştir. Ölümü ve sonrasını kontrol etmek için ritüeller, sevap- günah, cennet ve cehennem gibi kavramları yaratmışız. Sanki düzene itaatle, belirlenmiş ibadet ve iyilikleri yapmakla sonsuz ve mutlu yaşamı garanti edebiliriz gibi davranmışız.

Oysa dünyanın bütününü ve ölümü kontrol edemeyiz. Neden mi? Çünkü biz de o dünyanın bir parçasıyız, kendimizi bu dünyanın dışında varsayıp olayları kontrol ettiğimizi ya da edebileceğimizi düşünmek bir çıkmazdır. Kendimizi kontrol edebilir miyiz? Alan Watts’a göre, eğer böyle bir şey mümkün olacaksa hangi parçamız kontrol eden olacaktır? Kontrol eden tarafımızın da kontrol edilmesi gerekmez mi? Bu da sonsuz bir kısır döngüdür.

İnsanı ruhsal açmazlara sokan, yaşamını bir cehenneme çeviren işte tam da budur. Çünkü kendini kontrol etmek imkansızdır. İçimizdeki ve dışımızdaki olaylar büyük bir hızla dönüşmektedir, bu değişim ve dönüşüm bizlerin de dönüşmesi demektir. O halde verili bir anda bir kontrol hissi oluşsa da bu aldatıcıdır, sonraki anda her şey değişmiştir, bütün dünyamız bizim kontrol edimimizle kontrol edemeyeceğimiz başka bir anın koşullarına evrilmiştir.

Gene de yaptığımız bilimsel ve teknik icatlarla yerküreye ve üzerindeki bütün canlı ve cansız varlıklara kendi lehimize olduğuna inandığımız, aslında nihayetinde elde edilen sonuçlara bakılırsa aleyhimize bir hale geldiğini bilimin kendisinin dahi itiraf ettiği değişimler dayattık. Varlıkların doğal ve kendiliğinden akışlarının yerine kendi temel inançlarımız doğrultusunda kurguladığımız bir düzeni onlara yükledik. Artık ne bitkiler ne hayvanlar ne çocuklar, ne de bizden aşağı gördüğümüz kültürler kendi doğal istençleri doğrultusunda yaşayamaz hale geldiler. Cansız diye sınıflandırıp değer vermediğimiz şeyler, mesela dağlar, denizler dahi bundan nasibini alıyor gün ben gün. Doğal oluşumlar insanın tüketim arzularının hedefi oluyor. Nehirler barajlarla, dağlar tünel ve yollarla, ovalar devasa tarım alanlarıyla ya da kocaman şehirlerle yapılandırılıyor. Paranın gücüyle çöllere yapay şehirler kuruluyor. İnsanlar tamamen kapitalist düzenin ihtiyaçların temsil eden birkaç modern mimarın kurduğu hayal ürünü şehirlerin lüks rezidanslarında birbirleriyle minimum temas içinde yaşamaya yönlendiriliyor.

Hayvanlar sayıları gitgide azalan birkaç doğal park dışında, gitgide esaret altında sadece etleri ve sütleri için kullanıldıkları çiftliklerde acı içinde yaşamaya zorlanıyorlar. Ve büyük insan kitleleri, onlar da aynı kaderi paylaşıyorlar. Dünya nüfusunun yüzde doksan beşi kalan yüzde beşe hizmet edebilmek için şehirlere tıkıştırılmış, insani yaşam koşullarından uzakta. İşte kontrolün sonu bu!

Toplumları organize etmek ve yönetebilmek adına kurulan sistemler ne kadar zeki ne kadar güzel ve mantıklı görünürse görünsünler sonuç aynı olacaktır. İnsanlar ve canlılar bu sistemin kölesi haline gelecek ve canlılar gerçek potansiyellerine ulaşamadan, bu yaşamı yaşamaları gerektiği gibi özgür ve doğal olarak yaşayamadan ölüp gideceklerdir.

 

3. Gerçeğe duyulan aşk

Bizim için zor olan, her zaman inanıp doğru bildiğimiz şeylerden vazgeçebilmektir. Ne pahasına olursa olsun gerçeği istemektir. Gerçeği görmek çok ağır bedeller ödememize neden olduğunda yaptığımız şey genellikle bunu inkar etmektir. Var olan eski, bildik düzene dönmeyi yeğleriz.

Gerçeği ararken yanılgıda olduğunu kabullenmek kendini başarısız hissetmektir. Dünyayı kontrol etme çabamızla kurduğumuz düzenin bizi kontrol etmeye başlaması ironiktir, trajedidir. Artık dünya harikalarla dolu, gizemli ve sonsuz büyüklükte bir yer değildir. Bütün koordinatlarını çözdük, her yerine girip çıktık, bütün kaynaklarını tükettik, kalanları da yakın bir zamanda tüketeceğiz. Bizim meselemiz dünyanın ne olduğunu anlamamakla ilgili. Dünya nasıl bir yerdir ve biz insanlar da onun içinde nasıl bir yer işgal ederiz? Neden bu dünyaya geldik? Bu dünyanın hizmetkarı mıyız yoksa efendisi mi? Hizmetkar olmayı istemiyoruz, bu bize büyük mutluluklar veren ve sorunlarımıza ilaç olan bir anlayış olabilirdi. Ancak efendi olmanın sahte çekiciliğine kapıldık. Oysa çevremizdeki her şey bize hizmet ederken bunun nedenini sorgulamadık, bunun ne kadar değerli olduğunu anlamadık. Doğduğumuz andan itibaren bizi destekleyen bu koca dünyayı bir düşünelim. Havasıyla, suyuyla, insanları ve doğal güzellikleriyle, harika kaynaklarıyla bu dünya neden bizi meydana getirdi? Karşılığında bir şey bekler mi? Milyonlarca hücre bedenimizi canlı ve zinde tutmak için çalışır. Sadece bizim bedenimizi değil, yediğimiz bitki ve hayvanlarında bedenini. Ve bu dünya öyle bir gün iki gün yapmaz bunu, milyarlarca yıldır yapar.

Dünyamız ve içinde bulunduğu güneş sistemimiz bir yere doğru gitmez, bir şeylerin etrafında dönüp durur. Dünyamız güneşin etrafında, güneş de galaksinin merkezinin etrafında sayamayacağımız kadar uzun zamandır dönüp durur. Bu zamanın ne kadar uzun olduğunu anlayabilmek için şöyle bir deney yapalım. Diyelim ki birden başlayarak saymaya başlasak ve her bir saydığımız sayı bir yılı temsil etse, yani bir saniyede bir yıl geçse ve biz yüzyıl yaşasak ve gece gündüz durmadan saysak yaklaşık üç milyara kadar saymış olurduk. Yani bütün ömrümüz boyunca her saniyede bir yıl saysak bile dünyanın yaşına ulaşamazdık. İşte bu kadar akıl almaz bir zamandır bu dünya var. Parçalanmadı, dağılmadı, üzerinde yaşamın oluşması için nice sonsuz çabalar ve emekler verdi. Ve sonunda insanı evrimleştirdi: İki ayaklı, konuşan, düşünen, uygarlıklar kuran, sanatı, felsefeyi ve dinleri, bilimi ve teknolojiyi yaratan bu varlığı destekledi. Bunu neden yaptı? Bunun gerçek anlamını kavrayabilmek için “sözcüklere düşünen aklımızı” kullanarak yapabileceğimiz pek fazla bir şey yok. Bugüne kadar bunca düşün ürünü, bilimsel, dinsel ve felsefi teori ortaya atılmıştır. Ancak gerçek nedeni kendimizden son derece emin olabileceğimiz şekilde bize açıklayabilir mi bunlar?

Bu devasa süreci ve nedenini kavramamız pek olası görünmüyor. Ancak belki de onu sadece kendisi olarak anlamak / yaşamak gibi bir olanağımız olabilir. Sürecin hangi noktasında olursak olalım sonuçta sadece bir anın içindeyizdir. Dünya dönüyor, dönerken her günü yeniden yaratıyor, ama bir yere doğru gitmiyor, hep bu anda kalıyor. Varacak bir hedefi olsaydı çoktan varırdı. Bunu anlamanın yolu tam bu konuda içimizde oluşan korkuya bakmak: ya bu dünya biterse ya dünya durursa ya bir hedefe ulaşırsa. Bilim insanlarına göre on dört milyar yıldır var olan evren neden bir yere varacak gibi görünmüyor? Belki de amacı bir yere varmak olmayabilir. Bunu bilmek için şunu en derinden hatırlamakta fayda var. Ben de bu evrenin bir parçasıyım. Ve o ne yapmak istiyorsa ben de onu yapmak istiyorum. Ya da ben ne yapmak istiyorsam o da onu yapıyor.

İşte özgürleşmenin anahtarı olan düşünce budur. Dünyayla bir olmak. Dünyayla bir olmamanın mümkün olmadığını bütün kemiklerinde, etinde, iliklerinde hissetmek. Bir yere gitmeden, bir şey yapmadan sadece olduğum yerde ve zamanda bütün dünya olduğumu görmek hissetmek, o olmak. Ben sadece bensem sonum felaket demektir. Yenilip yutulacağım, köküm kazınacak, yerimden edileceğim, anasız babasız, evlatsız, arkadaşsız sevgisiz kalacağım.  Dünyam büyük felaketlerle yerle bir edilecek, fırtınalar, depremler, savaşlar, kıtlık ve açlıkla yıkılacağım. Ancak ben dünyayım ve benim yıkımım yaratmamdır da. Ben dünyayım ve ben bütün değişimlere rağmen onlardan önce ve sonra ve onlar esnasında varım. Ben bu küçük, kısıtlı beden ve onun beynindeki düşünceler değilim. O halde bütün bu zihni kargaşanın dışında hakikaten olana, yaşanana bakarak, onla uyum içinde akarak yaşamaktan başka bir şeye gerek var mı? Başka birinden ya da yüce bir varlıktan bir şey beklememe, istememe gerek var mı?

Bize dünyanın, yaşamın, insanın şöyle ya da böyle olduğunu söyleyen öğretiler bizi yanıltıyor olabilir mi? Bu öğretiler bizde sahte bir bilinçlilik hali yaratır çoğunlukla. Gerçekliği bastıran öğretiler onların yerine kendi kurgusal öğretilerini empoze ederler.  Eric Fromm’un dediği gibi: ''...bastırılmışlık durumundaki kişi, dünyayı sahte bilinçle yaşar. Var olanı görmez, şeylerin yerine düşündüğü imajı koyar ve onları gerçek halleri yerine düşündüğü imajların ve fantezilerin ışığında görür. Tutkularını, kaygılarını yaratan düşünülmüş imajdır, çarpıtan peçedir. Sonunda bastırılmış kişi, kişileri ve nesneleri deneyimlemek yerine beyin faaliyeti ile deneyimler. Dünyayla temasta olduğuna dair yanılsama içindeyken aslında kelimelerle temastadır.''

 

 

 

Bu haber toplam 3316 defa okunmuştur
Gaile 503. Sayısı

Gaile 503. Sayısı