1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Dil’ kendinden daha fazlasıdır..
‘Dil’ kendinden daha fazlasıdır..

‘Dil’ kendinden daha fazlasıdır..

‘Dil’ kendinden daha fazlasıdır..

A+A-

 Hakkı Yücel

 yucelh@kibrisonline.com


“Prag’lı Yahudi sigorta memuru ve yazar Dr.Franz Kafka’nın yaşamı 40 yıl 11 ay sürdü. Bunun 16 yıl 6,5 ayı okul ve üniversite eğitimi, 14 yıl 8,5 ayı ise meslek yaşamını kapsar. Franz Kafka 39 yaşındayken emekli oldu. Viyana yakınlarındaki bir sanatoryumda gırtlak vereminden öldü.
Alman İmparatorluğu’na yaptığı bazı yolculuklar dışında -ki bunlar daha çok hafta sonu yolculuklarıydı- ülkesi dışında 45 gün geçirdi. Berlin, Münih, Zürih, Paris, Milano, Venedik, Verona, Viyana ve Budapeşte’yi, topu topu üç kez de denizi gördü. Bunlar dışında da bir dünya savaşı tanığı oldu.(.....)”

Bu satırlar, dünyanın en önemli Kafka uzmanlarından Reiner Stach’ın, geçtiğimiz günlerde Türkçe çevirisi de yayımlanan, iki ciltlik biyografik Kafka çalışmasının birinci cildinde, hemen girişte yer alıyor. (“Kafka-Karar Yılları” Cilt -1. “Kafka-Kavrama Yılları” Cilt-2. Sel Yayınları.) Toplamı nerdeyse 1500 sayfayı bulan bu kapsamlı çalışmasında Stach, hakkında sayısız araştırma yapılmış olan Kafka’yı, birçok belge yanında, özellikle güncelerinden yola çıkarak -Kafka’nın güncelerini okuyanlar orada yazarın gizli dünyasında ve yazarlık (yazma) serüveni çerçevesinde kendisiyle nasıl bir cebelleşme içinde olduğunu hatırlayacaklardır- anbean adeta didik didik ediyor ve ortaya bütün boyutları ve ayrıntılarıyla bir ‘Kafka Portresi’ koyuyor..Henüz bitiremediğim, ancak okuduğum her satırında -hatta her kelimesinde-, siyasi hareketlenmelerin arttığı ve eş zamanlı olarak siyasal kirlenmenin de ayan beyan ortaya saçıldığı bir ortamda gerilen ruhum, sanki biraz daha iç huzura kavuşuyor..Şunu bir kez daha fark ediyorum: Bir başkasını bilmeye ve anlamaya dair keşif yolculuğu, son kertede insanın kendini bilmesi ve anlamasına dair keşif yolculuğuna dönüşüyor. Yine ayni yere mi geldim: “harflerin mucizesi”nden (kelimelerin ya da) başka ne denebilir ki buna?

“Harflerin mucizesi” (ya da “kelimelerin mucizesi”) deyince aklıma bir başka önemli çalışma, Oğuz Demiralp’in “Tanrı Bakışlı Çocuk-Walter Benjamin Üzerine 49’a Parçalanmış Deneme” (Yapı Kredi Yayınları) kitabı geliyor. Demiralp Walter Benjamin üzerine denemelerin yer aldığı bu eserinde,  “coşumcu ruh adamıyla militan aydın arasında şahane bir tereddüt” olarak  nitelendirdiği Benjamin’i, yazdıklarından yola çıkarak satır satır izliyor. “Kendimi sözcüklere -aslında bulutlardan başka şeyler değillerdir- saklamayı çok erken öğrendim” diyen Benjamin’i, bir bakıma gizlendiği kelimelerinden -gökyüzünden- çekip çıkarıyor. Ya da şöyle diyelim: onun, yükü kendinden çok ağır kelimelerle ördüğü metinlerden oluşan alaca karanlık dünyasına giriyor ve orada, içinlerinde saklı anlam kırıntılarıyla duygu zerreciklerinden ibaret bulut kümeleri halinde gökyüzünde dolaşan insana dair bu yoğun bereketin, nasıl bir sağanak halinde yeryüzüne indiğini örneklemeye çalışıyor . Ayırdına varanlar, bu sağanakta ıslanmayı ve onun muhteşem çilesini yaşamayı göze alanlar için inanılmaz bir berekettir bu. Şundan: Anlam ve duygu fukaralığı çeken bir dilden musdarip olan bizleri derin uykularımızdan sarsarak uyandırması bir yana, asıl bir başkasında (öteki’nde) kendimizi ve kendimizde bir başkasını (öteki’ni) yeniden keşfetmenin yolunu da açıyor. İyi de nedir hikmeti bu dilin? Bu sorunun en doğru yanıtını söz konusu çalışmasında yine Demiralp veriyor:  “Gizemcilerin duyumsal coşkusal yaşantıda aradıklarını Benjamin dilde bulmaya çalışacaktır. Bu amaçla dilin en yoğun bölgelerine: felsefe ve yazına yönelmesi doğaldır.”
Gerçekten de öyledir, Walter Benjamin’in dili hem felsefe hem de yazın alanında (buna tarihi de ekleyelim) -bu nedenle çok bereketlidir- sürekli çoğalan bir dildir ve alıcısı için onu sürekli besleyen bir yaşam iksiridir.

Söze Kafka’dan başlayıp birdenbire Benjamin’le buluşmamın sebeb-i hikmeti ise her iki isimdeki bu dil ortaklığıdır. Ancak bu ortaklık, birbirinin benzeri bir dilin kullanılıyor olmasıyla gerçekleşiyor değildir.  Bu büyük yaratıcılar, dil üzerinden kurdukları dünyanın olağanüstü kapsamında kendi özgünlükleriyle (ve öznellikleriyle) buluştukları için aralarında bir ortaklık vardır. Daha da önemlisi ise şudur: Bu dil kendini kolayına ele vermez; alıcısını da kendi çilesine, zorluğuna katılmaya mecbur kılar; ona sorumluluklar yükler. Bu dilin kendisinde yüklü anlam ve duygu yoğunluğu -anlam kırıntıları ve duygu zerrecikleri- alıcının kendisinde yeniden çoğalır. O dilin ‘bilgi’, ‘anlam’ ve ‘duygu’ olarak alıcıda karşılık bulması ise, alıcının bu çileyi ve zorluğu yaşamasıyla mümkün olacaktır. Bu serüveni anlamlı kılacak olan da zaten budur.

Kafka’da -burada artık edebiyat söz konusudur- örneğin bu dil ilk başta okuyana oldukça sıkıcı gelebilir. Kimi zaman tekdüze uzayıp giden, kolay gibi görünen sadeliği giderek garip ve karamsar bir karmaşaya dönüşerek zorlaşan bu dil, kulak tırmalayıcı da olabilir. Nitekim Stach da şunları yazmaktadır: “Gelişmiş bir algılama yetisiyle Kafka’nın metinlerini okuyan deneyimli bir okuyucunun bile bir dahi ile karşı karşıya olduğu, şok edici bir deneyim yapacağı kesinlikle düşünülemez- hatta bu metinleri humorsuz, abartılı, dehşet verici ya da karanlık duyumsama bile.” Ancak bu kadar değildir, devamında şunları da ilave eder: “ Kafka’nın dünyasında  oturulamaz ve burada yolunu bulmak uzun sürer. Buna rağmen cümleleri içimize işler, düşündürür, onlardan kurtulunamaz(.....)”  Tam da budur, çünkü  “ (...) gerçek edebiyat sadece derinden geliyor, kökleri derinlerde olmayanı, inceden inceye kılı kırk yaranı, apaçık bir yapılanmadır.” Dar bir mekânda geçen kısacık ömründe bunu gerçekleştiren Kafka’yı dahi kertesine oturtan işte bu dildir ve yükü ağır olan bu dilin bereketini yaşamak için alıcısının da ‘derine’inmesi ve ‘oraya bakması’ bir zorunluluktur.  Öyledir, çünkü o dil sadece görüneni ya da yüzeyde olanı değil, aynı zamanda görünenin kendisinde veya dışında saklı görünmeyeni, yani derinde olanı da anlatan bir dildir.

Stach’ın Kafka’nın güncelerinden hareketle yaptığı geniş kapsamlı çalışması, kaçınılmaz olarak  onun dili üzerinden gerçekleştirilen bir yolculuktur. Nitekim “Kafka benzersiz bir inatla, aynı zamanda mükemmel bir biçimde dili kendini geliştirme aracına dönüştürdü. Bu durumda biyografi yazarına tam da aynı araçları ele almak, aynı araçları kullanmak dışında bir şey kalmıyor bu kendi kendini geliştirmeyi anlatmak için.” diye not düşer Stach ve biraz ileride de  “Biyografi yazarının sihirli sözcüğü empatidir.” cümlesiyle bir başka can alıcı noktaya vurgu yapar.  Can alıcı diyorum, çünkü şimdilerde çok sık kullanılan ve adeta her derde deva kabul edilen ‘empati’ kavramı, -her ne kadar Stach burada ‘empati’yi biyografi yazarının işleviyle sınırlıyorsa da-  tam da bu vurguda, dilin içerik olarak kendinden fazla olan mahiyetinin altını çizdiği gibi, yine ‘empati’nin “dilendiği gibi çağrılan psikolojik bir durum değil” bundan çok daha öte, aynı zamanda ‘bilgi’ ile tamamlanan bir tavır alış olduğu açığa çıkmaktadır. Stach’ın ‘Kafka’ merkezli bu biyografik çalışmasında yaptığı da bir bakıma budur. Günlüklerden ve giderek yazılı bütün metinlerden yola çıkarak satır satır yaptığı yolculuk son kertede oradaki ‘dil’in kendisinden çok fazla olan yükünü açığa çıkarmak, onun gizli-açık dünyasını keşfetmek, bu keşfi ‘bilgi’, ‘düşünce’,‘anlam’ ve ‘duygu’ boyutlarıyla kavramaya çalışmaktır.

İnsan Kafka’yı –bilvesile Benjamin’i- okuyunca dilin ‘kendinden fazla olan gücüyle’ bir kez daha karşı karşıya geliyor ve orada kendini bir başkasında (öteki’nde), bir başkasını (öteki’ni) kendinde yeniden keşfetmenin coşkusunu yaşıyor. Bilgi, düşünce, anlam ve duygu yoğunluğu olarak yeniden doğduğunu hissediyor.

Burada şu sorunun dillendirildiğini duyar gibi oluyorum: Seçim sath-ı mailine girdiğimiz bu günlerde (tek âkim artık siyasal dildir) bu yazının anlamı ne?  Sebebi ve anlamı şu: Bugün 3 Temmuz (bu yazı 3 Temmuz’da yazıldı), Kafka’nın doğum günü (3 temmuz 1883). Bu satırların yazarı, insanlık için bir mucize olduğuna inandığı Kafka’nın sadık okuru ve bu yazı, 130.ncu doğum yıldönümünde bu büyük yazara, bir minnet borcunun ifadesi.
Yazarın kendisinin de 3 Temmuz’da doğmuş olması ise onun için bir tatlı raslantı...

Bu haber toplam 1555 defa okunmuştur
Gaile 221. Sayısı

Gaile 221. Sayısı