1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Al Yüreğim Senin Olsun!”
“Al Yüreğim Senin Olsun!”

“Al Yüreğim Senin Olsun!”

Araplarla Yahudiler arasındaki geleneksel ‘can düşmanlığı’, Filistinli gencin organlarının Yahudi hastalara nakledilmesiyle birdenbire ‘can damarına’ dönüştü.

A+A-

Hakkı Yücel

hkyucel52@gmail.com

İnsanlık tarihinin en büyük trajedilerinden birinin hüküm sürdüğü Ortadoğu’da o tanıdık vahşet günleri yeniden başladı. Bu kez Hamas saldırdı, İsrail bunu fırsat bildi ve misliyle karşılık verdi; bu yazının yazıldığı an itibarıyla vermeye de devam ediyor. Ölü sayısı giderek artıyor; elektriği, suyu kesilmiş, Gazze’de sıkışmış çoluk çocuk iki milyon insan ölümü bekliyor. İçerde yaşanan vahşetin dışarıya yansıması ise her zamanki gibi. Bir yanda İsrail muhipleri, diğer yanda Filistin davasını savunanlar haklılıklarını dökülen kanlar, artık sadece sayı olarak ifade edilen cesetler üzerinden kanıtlamaya çalışıyorlar. Hangi kesimden olursa olsun yapılan tek yanlı açıklamalar, çözümlemeler, değerlendirmeler, yorumlar ‘hakikat’ adına ‘hakikat’i tahrif ediyor. Bunun için geçmiş/tarih yağmalanıyor; kavramlar, ideolojiler niyetlerin mutlak doğruları olarak işlev kazanıyor, güya acıyı paylaşmak adına timsah gözyaşları dökülüyor. Umudu ayağa kaldıracak, tek yanlı olmayı aşan, iyi niyetli, geniş ölçekli karşı çıkışlar ise cılız kalıyor.

Aşağıda yer alan yazı, yirmi yıl önce bu sorunlu bölgede yaşanan gerçek bir olaydan hareketle yazıldı. Şu farkla ki burada, sorunu köpürtmekten başka işe yaramayan, siyaseten doğruculuk, tarihsel gerçeklik, reel politik, güç çatışması, hakikat vs. gibi kavramlar/tanımlamalar değil; oraya gelene kadar merhamet, vicdan, dayanışma gibi çok daha insani değerler gözetilmeye çalışıldı. Bunların bir karşılığı var mıydı, gerçeklik adına buz kesen yüreklere dokunabilir miydi? Onca yıl sonra, geçerliliğini koruyan aynı sorularla, kısmi düzeltmeler yapılarak bir kez daha yayınlıyor.

****

“Geçtiğimiz günlerde insanlık tarihinin en trajik olaylarından birinin hüküm sürdüğü Ortadoğu’da ilginç bir olay yaşandı. İsrail yönetimi altındaki topraklarda ölen Filistinli Arap bir gencin organları, babasının izniyle, organ nakli için bekleyen İsrailli Yahudi hastalara nakledildi ve o insanlara hayat verdi. Araplarla Yahudiler arasındaki geleneksel ‘can düşmanlığı’, Filistinli gencin organlarının Yahudi hastalara nakledilmesiyle birdenbire ‘can damarına’ dönüştü. Kendinde çok şey ifade eden bu olayın ardından yaşananlar ise kendinden çok daha farklı bir mahiyet kazandı. Cari gerçeklik baskın çıktı, ‘insani’ olan ‘siyasi’ olanla yer değiştirdi.  

 

Şöyle: İsrailli yetkililer, acılı Filistinli babanın gösterdiği bu âlicenaplığa teşekkür etmek ve karşılık vermek adına, onu,  yıllardır içine girmesi kendileri tarafından yasaklanan Kudüs’e davet ettiler ve bundan sonraki hayatında geçerli olmak üzere kutsal kent Kudüs’e ömür boyu girme izni verdiler. Yıllardır Kudüs özlemiyle yanıp tutuşan baba ise bu davete ve verilen izne: ‘Eğer beni Kudüs’e, oğlumun organlarını Yahudi hastalara bağışladığım için davet ediyor ve bu nedenle ömür boyu bu ‘yasak kente’ girme izni veriyorsanız, bu daveti de izni de kabul etmiyorum. Kudüs’e istediğim zaman gitmek benim ve benim gibilerin doğal hakkı olmak gerekir ve bu hak asla sizin izninize bağlı değildir’ diye yanıt verdi.

İlk anda, ‘insanlık onuru’ adına örnek teşkil etmek bakımından, bütün felaketlerin üstesinden gelebilecek, her yeri ve herkesi kuşatabilecek genişlikte engin ve bağışlayıcı bir hoşgörü; biraz sonra kendisiyle sınırlı, kuşatmaktan ve kucaklamaktan çok dışlayıcı, hoş görmekten ve anlamaya çalışmaktan çok reddedici inanç ve anlayış dünyalarının (‘Ulusal onur’; böyle nitelemek onu nasıl da kutsuyor) dar alanlarına tekrardan geri döndü. Önce İsrailli yetkililer, teşekkürlerini ve mukabil iyiliklerini Kudüs’ün tek sahibi hüviyetiyle ve bunu karşısındakine onaylatacak bir üslupla siyasal tavra dönüştürdü. Sonra ölen oğlunun organlarını, can düşmanları olsa da, hasta Yahudilere bağışlamakla takdire şayan bir davranış sergileyen Filistinli baba, İsrailli yetkililerin bu tutumları karşısında, ‘ulusal onuru’nu hatırladı ve ‘Kudüs özlemi’ni giderecek teklifi reddetti. Her iki tarafın sergiledikleri tavırlardan hareketle burada sorulması gereken soru, her biri ayrı anlam ve değer ifade eden bu iki duruş ve davranışın (insanlık onuru-ulusal onur), neden birinin diğerini dışlaması/karşıtı olması biçiminde tecelli ettiği olsa gerektir.

Modernleşmeyle ortaya çıkan –kimilerine göre ise insanlığın başlangıcından beri bir biçimde var olan- ulusçuluk ideolojisi ile gündeme gelen uluslaşma ve ulus-devletleşme sürecinin, insanoğlunun en temel aidiyetlerinden birisi olan ulusal ve ulus-devlete ait olma kimliğini yarattığı malûm. Bu bölünmelerin modern döneme damgasını vuran ulus-devletler (ve ulusal kimlikler) çağını başlattığı ve yine bu çağın söz konusu bölünmeler üzerinden güç ve çıkar çatışmaları içine girerek gelişim gösterdiği, beş yüz yıllık modernite sürecinin bu kan gölü içinde yeşerdiği tarihen sabit. İnsanları kendi uluslarına ve ulus-devletlerine hapseden, anlam ve duygu dünyalarını bu esaslar üzerinden belirleyip temellendiren ve illâ ki düşman ‘öteki’ ile kendilerini tanımlamalarını zorlayan, sürekli çatışma ve kanlı hesaplaşmalarla yaşanan trajik bir süreçtir bu. Modern siyaset böyle bir zeminde yürütüldü; tarih hep bu bölünmeler ve çatışmalar dinamiği üzerinden yazıldı; edebiyat büyük oranda bunlara dair hikâyeler anlattı; kültürler böylesi bir sürecin yansımalarını taşıdı ve sonuç itibarıyla ulus-devletler ve ulusal kimlikler temelindeki bölünmeler, uğruna ölünecek kadar kutsandı, bu kutsiyeti sürekli körükleyen semboller yaratıldı ve hep onlara tapınıldı.

Modernleşme adına yaşanan bu gelişmelerle insanlığın sırf insan olmaktan kaynaklanan evrensel bütünlüğü, gelişen bu bölünmelerle birlikte en küçük ve sıradan güncel olay ve ilişkilerin bile bu kutsal aidiyetler çerçevesinde ve onların anlam ve tahayyül dünyalarından yansıtılarak o bütün karşısında, tikel –ulusal- değerlendirmeler yapılmak suretiyle parçalandı. Siyaset büyük oranda buradan şekillendi ve bu anlam ve duygu dünyasından yaratılan kolektif/ ulusal bellek her olay ve ilişkide kendini önceleyen seçici davranışı ile öteki’ni dışlayarak ‘evrensel’ bir varlık olan insanın yerine ‘ulusal’ bir varlık olarak insanı koydu. Böyle olunca  da tıpkı Ortadoğu’da yaşanan örnekte olduğu gibi, ölen Filistinli Arap gencin organlarının, bütün o ulusal-siyasi çekişme ve çatışmalardan uzak, ölümü bekleyen kimi Yahudiler için hayat bağı haline gelmesine yol açan her şeyin üstünde ve ötesinde ‘evrensel insan’ davranışıyla (insanlık onuruyla); aynı olayda birbirlerini reddeden ‘ulusal-siyasi’ davranışların karşılıklı olarak ortaya konmasının bir aradalığı aynı anda yaşanabildi ama son kertede ‘ulusal-siyasi’ olan ‘evrensel-insani’ olana baskın çıktı. Filistinli acılı babanın gösterdiği ‘insanlık onuru’, İsrailli yetkililerinin güya bu onura aynı üstün bir onurla yanıt vermek adına sadece onun şahsına yönelik bir karşılık üretmeleriyle (oysa ‘Kudüs’ün kapıları benzer durumdaki bütün Filistinlilere kapalıydı ve Kudüs’e geri dönme hakkı ancak bütün Filistinliler için söz konusu olduğu takdirde kuşatıcı ve kapsayıcı bir anlam ifade edecekti) öteki’ni dışlayıcı siyasi bir karar halinde tecelli etti ve Filistinli baba da bu siyasi karara bir başka siyasi kararla –Kudüs’e gitmeme kararıyla- yanıt vermekte gecikmedi. Ölen Filistinli gencin organlarıyla yeniden yaşama dönen Yahudi hastaların şimdi ne düşündükleri bir yana, belki de bugüne kadar bölge adına sürdürülen onca barış görüşmeleri yanında, ırk-din-ulus ayrımı yapmadan sergilenen ve de bu bakımdan çok daha anlamlı, gelecek adına da ‘somut’ sonuçlar üretme potansiyeline sahip olan ‘insani’ bir olay, ‘ulusal-siyasi’ mülahazalarla münferit bir hadise olarak yaşandı; gelecek umutlarını bir kez daha tüketerek bitti.

Yiten canını “al yüreğim senin olsun” (o yürek ki sevginin, merhametin, bağışlamanın kaynağıdır) cömertliğiyle düşmanıyla paylaşacak ve onu yaşatacak kadar cömert, hoşgörülü, kuşatıcı ve kucaklayıcı, sevgi dolu, bir o kadar da ahlâki ‘evrensel insanlık onuru’; seçici ve öteki’ni dışlayıcı siyasi ‘ulusal onur’ karşısında bir kez daha yenildi, sadece o yüreği alıp yaşamaya devam edenle sınırlı kaldı.

Ortadoğu’nun, ‘insani’ olanın göz ardı edilerek ‘siyasi’ olanın öne çıkarıldığı; geçmişin, tarafların tek yanlı çıkarlarına uygun biçimde yağmalandığı; geleceğe dönük olarak bir arada yaşama tahayyülünden uzak bu trajik sorunu bakalım daha ne kadar kanamaya devam edecek, ‘insanlık onuru’ daha ne kadar ayaklar altına alınacak.”

Bu haber toplam 4026 defa okunmuştur
Gaile 504. Sayısı

Gaile 504. Sayısı