
AKLIMIZI YİTİRİRKEN: İNSANLAR NEDEN MANTIKSIZ DAVRANIR?
Pirus zaferi, sonunda başarılı olan insanın geriye dönüp baktığında neleri kaybettiğini gördüğü ve tüm bunlara kesinlikle değmediği yönündeki iç hesaplaşmasıdır.
Deniz Büyükbozkırlı
[email protected]
Hiçbirimiz dünyanın cansız maddesi ve hayatın capcanlı formundan başka bir malzemeye sahip değiliz. Bunların sunduğu, sunamadığı imkânlar üzerinden kimi zaman akılcı, kimi zaman da tepkisel biçimlerde sürekli hareket halindeyiz.
Her ne kadar evrendeki en akıllı canlı olduğumuzu iddia etsek de ilk bakışta akla uygun gelmeyen birçok olay yaşamış ya da duymuşuzdur. Hatta bu istisnai durumlar o kadar fazladır ki bazı sendromlar şeklinde ele alınmayı hak eder. İnsanın görünür mantığa aykırı davrandığı durumların bolluğu, bizi insan davranışlarının derinlerine inilmesi gerektiği sonucuna götürür.
Son yıllarda adını sıkça duyduğumuz Stockholm Sendromu bunlardan biridir. 1973’te Stockholm’de başarısız bir banka soygunu gerçekleşti. Soyguncular ile altı gün boyunca rehin aldıkları dört banka çalışanı arasında beklenmedik şekilde yakın bir bağ kuruldu. Rehineler serbest bırakıldıktan sonra soyguncuların aleyhine ifade vermedi, hatta savunma masraflarının karşılanması için para topladı. Zaman içerisinde Stockholm sendromu ifadesi, kurbanın kendisine kötü davranan, hatta şiddet uygulayan kişiyi sevmeye devam ettiği, onu haklı çıkardığı ve ona bağlı kaldığı tüm durumları tanımlamak için kullanılmıştır. Bu tablonun atalarımızdan geçen hayatta kalma güdüsü ile bağlantılı olduğunu öne sürenler vardır. Bir kişinin ya da sosyal grubun eline düşen kişi, eğer kendisini esir alanla bağ kurabilirse yaşamını devam ettirme şansını artırır. Diğer bir açıklama ise kişinin yoğun biçimde suistimal edildiği durumların duygu yükünün ağır olmasıdır. Örneğin eşi tarafından devamlı olarak baskı ve şiddet gören bir kadın, özellikle çevresinden yalıtılmış bir hayat yaşıyorsa duygularını bu duruma uydurmak zorunda kalabilir. Zaman zaman kendisine gösterilen şefkat, şiddete ara verilmesi ile hissettiği minnet duygusu, kavga etmeden birlikte yapılan işler kadına sınırlı da olsa güven verir, sağlıksız bağın sürmesini sağlar.
Daha az duyulmuş bir başka durum ise Semmelweiss etkisidir. Dr. Ignaz Semmelweiss, 1844’te, doğum konusunda uzmanlaşmak üzere Viyana’da bir hastanede çalışmaya başlamıştı. Sorumlu olduğu klinikte doğum yapan kadınların ateşlenip ölmesi sık görülen bir durumdu. Bulaşıcı hastalık bir kavram olarak mevcut olsa da henüz bakteriler, virüsler tanımlanmış değildi. Görünür bir kirlenme olmadıkça el yıkamak kimsenin akla gelmiyordu. Doktorlar ve tıp öğrencilerinin birçoğu aynı hastanede yaptıkları otopsilerden hemen sonra kliniğe gelerek hastaların doğumuna girmekteydi. Semmelweis bu durumun ateş ve enfeksiyonlar üzerinde kritik bir önemi olabileceğini düşünmüştü. Onun uygulamaya koyduğu prosedür gereği, klinik çalışanları hastalara dokunmadan önce düzenli olarak ellerini klorlu bir solüsyonla yıkamaya başladı. Bu sayede ölüm hızı, birkaç ay içerisinde %18’den %1 civarına indi. Basit bir önlemle müthiş bir sonuç elde edilmişti. Peki ne oldu dersiniz? Bulgular, sonradan doktorun ismiyle anılacak olan ağır bir duyarsızlıkla karşılandı: Semmelweiss etkisi. El yıkama prosedürü bazı hastanelerde uygulansa da çoğunluk konuya şüpheyle yaklaştı. Semmelweiss’ın çalışmalarını anlattığı konferanslar ilgi görmedi. Az sayıda yayın yapabilmişti, paylaştığı istatistiksel veriler kolayca anlaşılır sadelikte değildi. O dönem ellerin düzenli olarak yıkanması için gerekli alt yapı da mevcut değildi, hastanelerde çok sayıda lavabo ve akan su yoktu. Semmelweiss zaman içerisinde zihinsel açıdan kötüye gitti. Her konuşmasını el yıkamaya bağlıyordu. Yayınını kabul etmeyen bir dergiye gönderdiği mektuplarda kendisine karşı çıkanlara “katiller” diye hitap etmekteydi. Ailevi sorunlar da yaşamaya başlamıştı. Bütün bunlar daha da dışlanmasına sebep oldu. Genç yaşta hayata veda etti. Ölümünden kısa süre sonra, Louis Pasteur mikrop teorisini ortaya koydu, böylece haklılığı tartışmasız biçimde kanıtlanmış oldu. Semmelweiss etkisi, yerleşmiş fikirlere ters düşen yeni kanıtların refleks olarak reddedilmesi olarak tarif ediliyor.
Biraz da iş hayatına uzanalım. İş dünyasının duygusallıktan uzak, akılcı ve faydacı olduğunu düşünürüz, öyle değil mi? Toplantı salonları, ofisler devamlı olarak rakamlarla, hedeflerle, öngörülerle konuşulan ortamlardır. Eğer bir beyaz yakalı işinde çok iyiyse, o kişinin kariyer basamaklarını kolayca tırmanıp en tepeye ulaşacağını varsayarız. Maalesef her zaman değil. Cam tavan sendromu, ilk kez 70li yıllarda kadınlar için tanımlandı. Eğitim düzeyi yüksek, deneyimli ve başarılı pek çok kadın kariyer basamaklarını tırmanmaya başlamıştı ancak kadınlar piramidin ortasını geçip şirketin tepe noktasındaki yöneticiliklere doğru yaklaştıklarında görünmeyen bir engel ile karşılaşmaktaydı. Başını kaldırıp baktığında daha üst pozisyonları görebilmekteydi, çünkü tavan camdı, ancak o gelebileceği son noktaya dayanmıştı. 80li, 90lı yıllarda bu konuda yoğun mücadeleler verildi. Cam tavanın kırılması sağlandı. Kazanımlara karşın günümüzde bu tür saydam bariyerler etkisini hâlâ sürdürmektedir. Çalışanlar cinsiyet haricinde, diğer birçok özellik nedeniyle de ayrımcılığa maruz kalmaktadır.
İş yaşamında ya da herhangi bir alanda kariyer inşa etmeye çalışırken kolaylıkla gözden kaçan bir başka olgudan da söz etmek gerekir: Pirus zaferi. Milattan önce 281’de, Kral Pirus’un güney İtalya’da, Romalılara karşı kazandığı ilk iki savaş, verdiği büyük kayıplar nedeniyle yenilgiden pek de farklı olmamıştır. Daha geniş bir çerçevede ele alındığında, Pirus zaferi elde edilen bir başarıya karşılık çok şey yitirenlerin düştükleri durumu temsil eder. Günümüzde sıkça parlatılan birçok başarı öyküsünde kişinin çok çalışması, eğer başarısız olursa düştüğü yerden hemen kalkması önerilir. Çay koyup yeniden başlamalı, yeniden denemeli, yenilse bile, daha iyi yenilmelidir. Birçok tecrübe edinecek, başarısızlıkları ona öğretmen olacak ve eninde sonunda başaracaktır. Pirus zaferi, sonunda başarılı olan insanın geriye dönüp baktığında neleri kaybettiğini gördüğü ve tüm bunlara kesinlikle değmediği yönündeki iç hesaplaşmasıdır. Yakın dostları, aile bireylerinin çoğu hayatından silinmiş olabilir. Sağlığını kaybetmiş, boş zamanlarını, onu bir zamanlar mutlu eden alışkanlıklarını yitirmiş, hayallerinden, dünya görüşünden ödün vermiştir. Sadece kendisinin değil, belki başka insanların da hayatını cehenneme çevirmiş, onları onarılamayacak şekilde zedelemiştir. Çok şey kaybetmenin karşılığında evet bir şey kazanmıştır ama teraziye konduğunda kaybettikleri ezici şekilde ağırdır. İşte Pirus zaferi budur.
Bir diğer hüzünlü olgu ise Japonca ’da hikikomori ile ifade edilen içe dönme durumudur. Hikikomori ilk kez 1998’de Japon psikiyatrist Saito Tamaki tarafından bitmeyen ergenlik olarak tanımlanmıştır. Kişi kendisini dış dünyadan izole eder, aşamalı şekilde insani ilişkilerden uzaklaşır, oyunlar ya da sosyal medya ile doldurduğu sanal bir evrende yaşar. Benzer bir başka durum ise Japonya’da ortaya çıkan Johatsu fenomenidir. Johatsu yapan kişiler, ölmediğini ya da kaçırılmadığını resmi açıdan kesinleştirdikten sonra evinden ayrılır, yakınlarıyla ilişkisini tamamen keser, izini kaybettirir. Bir başka deyişle “buharlaşır.” Bu insanların bir bölümü temel ihtiyaçlarına ulaşmak için sağlıksız ve güvensiz koşullarda yaşar, para kazanmak için kimsenin yapmak istemediği ağır işlerde çalışmak zorunda kalır. Kimileri için bu tercih belki de bir tür intihardır.
Anılan sendromlar, olgular çoğaltılabilir. Yaşanan, yaşanabilecek böylesi durumlara karşı farkındalık kazanarak hayatla bağımızı daha sıkı ve sağlıklı tutabilir miyiz? Payımıza düşen manzaraların, yakınlıkların ve mücadelenin tadını çıkarabileceğimiz derinlikte yolculuklar diliyorum hepimize…
Kaynaklar
- https://my.clevelandclinic.org/health/diseases/22387-stockholm-syndrome
- https://www.researchgate.net/publication/8530362_Ignaz_Semmelweis_and_the_birth_of_infection_control
- https://www.masterclass.com/articles/what-is-the-glass-ceiling
- https://www.britannica.com/topic/Pyrrhic-victory
- https://www.psychologytoday.com/us/basics/hikikomori
- https://www.yokogaomag.com/editorial/johatsu-disappearing-to-start-a-new-life
















