1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Şht. Tuncer İlkokulu, Dünden Bugüne Sönmeyen Meşale”
“Şht. Tuncer İlkokulu, Dünden Bugüne Sönmeyen Meşale”

“Şht. Tuncer İlkokulu, Dünden Bugüne Sönmeyen Meşale”

“Şht. Tuncer İlkokulu, Dünden Bugüne Sönmeyen Meşale”

A+A-

 

Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com

Tam alışıyorum derken bir yerden başka bir yere taşınmak öğretmen çocuğu olmanın değişmez kaderiydi. Nitekim yine öyle olmuştu. 1958-60 yılları arasında bir masal gibi geçen Larnaka ve Atatürk İlkokul’u günlerim, babamın yeni görev yeri olan Lefkoşa’ya tayin olması nedeniyle sona ermiş, bir kez daha yollara düşme zamanı gelmişti. Arkadaşlarımdan, doğanın büyük mucizesi olarak gördüğüm ve içinde çırpınıp durmaktan büyük zevk aldığım denizden (hatırlıyorum: Larnaka’nın o zamanlar bana koyu lacivert gizemli bir sonsuzluk olarak görünen denizine olan tutkum ne kadar büyükseydi; ona dışardan baktığım zaman koyu lacivert olan renginin, içine girip de avcuma aldığım zaman renksiz bir hal alması da benim için o kadar şaşkınlık vericiydi. Görünen şeyle algılanan şey arasındaki farkı işaret eden ve yıllar sonra bir ‘ideoloji marifeti’ olarak anlamlandıracağım bu durum, o günlerde içimde cevabını bir türlü bulamadığım büyük bir soru olarak yer etmişti.) ve aklımda hep bir cennet olarak kalacak olan  bu sahil kasabasından ayrılacağım için adeta karalar bağlamıştım. Ne var ki abbas yolcuydu, hayıflanmak boşunaydı. Sonunda ayrılık günü geldi, 1960 yılının Ağustos ayında eşyalar toplandı, kamyona yüklendi ve Larnaka artık geride kalırken, Lefkoşa’ya doğru yola çıkıldı. Babamın müdür olarak atandığı yeni görev yeri Lefkoşa’da Köşklüçiftlik İlkokulu’ydu..

Hatırlıyorum: Lefkoşa’ya Ağustos sıcağının kızgın alevi yüzümüze çarparken girmiştik. Bundan sonra oturacağımız  -o gün bunu bilmesek de içinde tam yirmi yıl yaşayacağımız- evin önüne geldiğimizde öğle olmuştu. İkiz olarak inşa edilmiş bir yapının  bir yarısı olan Köşklüçiftlikteki yeni kira evimiz, şimdilerde abartılı insan kalabalığından ve gürültüden ibaret dereboyuna paralel bir arka sokaktaydı. Adres: Sabri Kazmaoğlu Sokak No:15. Daha ilk anda her çocuğun yapacağı şeyi yapıyorum ve etrafta benim gibi başka çocuklar var mı diye bakınıyorum. Gözüme çarpan tenhalık beni ürkütüyor, kendimi ıssız bir çölün ortasındaymışım gibi hissediyorum. Aklımda geride bıraktığım Larnaka, kafamın içinde ise beynimi kemirip duran hep aynı soru: Acaba buraya alışabilecek miyim?

Lefkoşa’daki o ilk günlerimizde ben henüz ayrıldığım eski yerin hasreti ile yeni geldiğim yerin belirsizliği arasında savrulup duruyor olayım,1960 Ağustos Kıbrıs’ta yeni bir dönemin de başlangıcı oluyordu. O tarihte, adadaki İngiliz Sömürge Dönemi resmen sona ermiş, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştu. Gönlü yaralı küçük bir çocuk olarak bunun ne demek olduğunun yeterince ayırdına varamasam da, en azından büyüklerin konuşmalarından bunun ülke adına önemli bir eşik olduğunu anlamış; yine aynı günlerde Türk askerinin adaya çıkmasıyla yaşanan büyük coşkuyu küçük bir çocuk olarak ben de yaşamıştım.   

Sonra günler birbiri ardı sıra geçmeye başladı. Çocuklar dünyanın en masum yaratıklarıdırlar; onlara azap veren eskiye ait yüklerini çok kolay terk ederler, yeni olana çok kolay uyum sağlarlar, çok kolay severler. Nitekim bende de öyle oldu. Çok geçmedi, bana ilk anda ıssız bir çöl gibi görünen mahallemiz ve Köşklüçiftlik giderek yeni bir cennetin kapıları olarak önümde açıldı. Öyle ki,  yan komşumuz Süheyla abla hemencecik anne yarısı oldu; teker teker ortaya çıkan mahallenin çocukları yeni candan arkadaşlarım oldu; göz açıp kapayıncaya kadar neredeyse bütün mahalle, içine kendimizin de dahil olduğu, sevgi bağıyla birbirine tutunan büyük bir aile halini aldı.

Zaman böyle böyle akıp giderken sonunda tatil bitti ve yeni okuluma, Köşklüçiftlik İlkokulu’na, başlayacağım o büyük gün geldi. Hatırlıyorum: Bir yandan yüreğimi titreten bir heyecan yaşıyor, bir yandan da kafamın içinde dönüp duran iki soruyla cebelleşip duruyordum: Sorulardan bir tanesi, yeni okulumda ve sınıfımda yabancılık çekip çekmeyeceğimin; diğeri ise, ‘müdürün oğlu’ olmanın kendimle sınıf arkadaşlarım arasında bir engel yaratıp yaratmayacağının endişesini taşıyordu. O ilk gün okula giderken doğrusu bu endişelerim de peşim sıra geliyordu. Aylardan eylüldü, Köşklüçiftlik asude bir ‘son yaz’ sabahına uyanmıştı. Şimdilerde birçoğunun yerinde yeller esen o güzelim bahçelerde usul usul açan çiğ yemiş çiçeklerin kokusu dört bir yana dağılıyordu.Sabah mahmurluğunu çoktan üzerlerinden atmış anneler, yüzlerinde tasasız gülücükler,  içleri sıra dillendirdikleri iyi dilek temennileriyle çocuklarını geçiriyorlardı. O zamanlar yollar yayalarındı, çocuklar kendi semtlerindeki okullara  yürüyerek gidiyorlardı.

O ilk gün, üç yılımı geçireceğim -dördüncü, beşinci ve altıncı sınıflar- yeni okulumun kapısından içeri girerken kalbimin daha bir hızlı çarptığını hissettim. Bir süre bir kenarda bekledim, sonra zil çaldı, herkes bir araya toplandı ve açılış töreninin ardından sınıflara dağılındı. Yeni sınıfımda kimin yanına oturduğumu hatırlamıyorum, ancak çok kısa bir süre içinde bütün sınıfın birbiriyle kaynaştığını hatırlıyorum. Endişelerim yersiz çıkmıştı, hiç yabancılık çekmemiştim, dahası buradaki ilişkilerin sevgiye dayalı bir kardeşlik ilişkisi olduğunu, hiç kimsenin diğeri karşısında bir ayrıcalığının ya da üstünlüğünün olmadığını ve sonuna kadar da hep böyle gideceğini çok kısa süre içinde görecek ve öğrenecektim.

Bugün geriye dönüp baktığımda hiç tereddüt etmeden ‘hayatımın en güzel yılları’ olarak nitelendirebileceğim o üç yıl, ömür boyu minnet duyacağım öğretmenlerimin ve herbiri bir kardeş kadar yakınım olan arkadaşlarım sayesinde öğrenerek ve eğlenerek geçti. Dördüncü sınıfta öğretmenimiz olan Gökmen Hanım daha ilk gün kendini hepimize sevdirmeyi başardı. Çok gençti, çok canlıydı, çok çalışkandı, hepimize şefkatle yaklaşıyordu ve bir masal perisi kadar güzeldi. Sonra beşinci sınıf geldi. Bu kez öğretmenimiz aynı zamanda dönemin ünlü bir futbolcusu olan Ahmet Yusuf’tu (Atamsoy). Bir öğretmenden çok sanki arkadaşımız gibiydi. Ondan mıdır, ders yılı ortasında başka bir göreve geçmek üzere okuldan ayrılacağını öğrendiğimiz zaman bütün sınıf mateme bürünmüştük.  Veda zamanı gelip de gitmek için arabasına bindiğinde, birçoğumuzun gözyaşları içinde tampona asılarak onu engellemeye çalışmamız ise akıllardan çıkmayacak bir sahneydi. Son sınıfa geldiğimizde ise öğretmenimiz Tuncer Hasan’dı. O da bir masal prensi gibi yakışıklıydı, arkaya doğru taradığı biryantinli gür siyah saçları ve sınıfı dolduran kendine has bir ağırlığı vardı. Sevecendi, fedakârdı, sürekli yeni bir hayatın arifesinde olduğumuz hatırlatır ve bizleri o hayata hazırlamak için canla başla uğraşırdı.

Bir sonraki bir öncekinden daha güzel olan, bilgimizin ve özgüvenimizin biraz daha arttığı, ilgi alanlarımızın biraz daha genişlediği ve biraz daha yere sağlam basmaya başladığımız günler su gibi akıp geçti ve Köşklüçiftlik İlkokulu’ndan mezun olacağımız gün sonunda geldi çattı. Hâlâ yerinde mi bilmiyorum, bahçedeki çeşmelerin önünde, 1963 yılının yazına girerken, son sınıf öğrencileri ellerimizde diplomalarımız, sınıf öğretmenimiz Tuncer Hasan ile birlikte bir hatıra fotoğrafı çektirdikten kısa bir süre sonra okulumuza veda ettik. İnsanın cenneti çocukluğudur derler. Doğru olduğuna kendi adıma yürekten inanıyor ve Köşklüçiftlik İlkokulu’nda geçirdiğim o günleri cennette yaşadığım  günler olarak hatırlıyorum. İlkokul sonrası ise o cennetin sonu oldu. Nitekim çok geçmedi, 1963 Aralığında toplumlar arası çatışmalar başladı, cumhuriyet dağıldı, ülke bir cehenneme döndü. Sevgili öğretmenimiz o cehennemin ilk kurbanlarından oldu ve adı Köşklüçiflik İlkokulu’na verilerek Şehit Tuncer İlkokulu olarak değiştirildi.

Bütün bunları niye yazıyorum? Şundan: 3 Mayıs 2013 Cuma gün saat 18.30’da “Şehit Tuncer İlkokulu-Dünden Bugüne Sönmeyen Meşale-Tarihi Birlikte Yaşayalım” başlığı altında bir etkinlik düzenlenecek. (Bu yazı yayınlandığında o etkinlik gerçekleşmiş olacak) Anladığım kadarıyla, sergilenecek fotoğraflar eşliğinde tarihsel bir dönem ve bu büyük serüvene katkı koyanlar yeniden hatırlanırken, okulun halen yaşayan mensuplar da bu vesileyle bir araya gelecek. Bu etkinliğe, hem kurumun bir dönem müdürlüğünü yapan ve şimdi hayatta olmayan bir insanın oğlu ve hem de orada üç yıl okuyan birisi olarak katılacak olmaktan büyük bir heyecan duyuyorum..

İnanılmaz ama bu yazıyı yazarken  yarım asrı aşkın bir zaman öncesine gittiğimi dehşetle fark ediyorum.  Şüphesiz o günlerden bu yana çok şeyler değişti. Öyle olsa da, bu etkinliği fırsat bilerek, üzerimizde emeği ve yetişmemizde büyük katkıları olan, bu yolda büyük fedakârlıklar gösteren, özverilerde bulunan, hayatlarını yitirmiş ve halen yaşayan bütün öğretmenlerimi saygı ve minnetle anıyorum. Keza aynı yılları paylaştığımız arkadaşlarımızdan hayatlarını yitirenlerin aziz hatıraları önünde saygıyle eğiliyor, yaşayanları sevgiyle kucaklıyorum..Ve nihayet bir dönem öğrencisi olmaktan onur duyduğum Şehit Tuncer İlkokulu’nun eğitim meşalesinin hiç sönmemesini ve hep yanmasını diliyorum..

Bu haber toplam 3398 defa okunmuştur
Gaile 212. Sayısı

Gaile 212. Sayısı