1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (1)
Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (1)

Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (1)

Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (1)

A+A-

 

Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

Recep Tayyip Erdoğan’ın yıldızı 1980’li yıllarda parlamaya başladı. Refah Partisi’nin (RP) İstanbul il başkanı olduğu bu dönemde azimli bir siyasi çalışma sergiledi ve inançlı, hırslı bir politikacı olduğunu herkese gösterdi. Erdoğan için o dönemde siyaset, “İslami devlete” giden yolda sevap kazandıran bir uğraştan” başka bir şey değildi (Mehmet Metiner, 2004: 409). Günah olduğu için kadınların elini sıkmıyor, kahvede oturan insanları selamlamıyor ve kadınların seçilme hakkına karşı çıkıyordu. Erdoğan, yavaş yavaş değişim geçirmeye başladı. Artık kadınların elini sıkıyor ve İslami anlayışı yaymak için bar, pavyon ve genelev demeden her yere giriyordu. Fakat ilk ve son referansı İslam olmaya devam ediyordu.

Recep Tayyip Erdoğan, 1990’lı yıllarda farklı bir portre çizmeye başladı. Artık din ile devlet işlerini birbirinden ayırmaya özen gösteriyordu. Örneğin, İstanbul belediye başkanlığına adayken basın mensuplarına şöyle diyecekti: “Vatandaş bize dini konuları soruyor, halbuki biz müftülük değiliz, siyasi bir partiyiz” (Ruşen Çakır, 1994: 58). Aslında bu anlayış, yani dini işlerle siyasi işleri ayırma eğilimi ve Türkiye’nin somut sorunlarıyla ilgilenmeye yönelme, Türkiye’de İslami hareketin hem kendi varlığını korumasına, hem de dindarları kısmen laikleştirmeye yarıyordu. Kemalist düzen içinde var olmaya çalışan İslami kanat, ister istemez Kemalist düzene bir biçimde eklemleniyordu. Bu yüzden Refah Partisi, bütün İslami referanslarına rağmen, içinde güçlü seküler eğilimler barındırıyordu. Ruşen Çakır’ın dediği gibi, Refahlı kimlik “özünde İslami cilaya bulanmış laik bir kimlikti” (Ruşen Çakır, 1994: 59).

Erdoğan’ın genç, dinamik ve karizmatik olması, İslami hareketinin doğal lideri sayılan Erbakan’ı içten içe rahatsız ediyordu. Nitekim, 1991 milletvekilliği seçimlerinde, İstanbul’da partisinin liste başından aday gösterdiği Erdoğan, parti yönetiminin yönlendirmesiyle Mustafa Baş’a verilen tercih oyları sonucu seçimi kaybetti. Örgüt disiplinine tamamen ters bir yaklaşımla seçimi kaybeden Erdoğan, “sinirinden düşüp bayılmıştı” (Mehmet Metiner, 2004: 415). Erbakan ve ekibi, İstanbul belediye başkanlığı seçimlerinde de Erdoğan’ın önünü kesmeye çalıştı, ancak İstanbul il örgütünün sert tepkisi karşısında parti yönetimi geri adım atarak Erdoğan’ın adaylığına yeşil ışık yakmak zorunda kaldı.     

Recep Tayyip Erdoğan belediye başkanlığına seçildikten sonra İslami tabanla sınırlı olmayan bir destek ve takdire ulaşırken, öte yandan da bazı çıkışlarıyla İslami kanatın dışındaki kesimlerde tedirginlik uyandırıyordu. Örneğin, belediyeye ait mekânlarda içki yasağı uygulaması veya makyajlı kadınlardan “kaportası bozuk araba” gibi laflarla söz etmesi ciddi tepkilere yol açmıştı (Mehmet Metiner, 2004: 416-417).

Necmettin Erbakan’ın siyasi yasaklı olması, parti üstündeki bütün etkisine rağmen bir boşluğa yol açtığı bir zamanda Erdoğan ülkenin en popüler siyasetçilerinden bir olmaya doğru hızla yol alıyordu. İslami kanat, henüz adı konmasa da, yeni bir lidere kavuşmuştu.

Erdoğan, Kemalist kesimin şimşeklerini üstüne çekmekte gecikmedi. “Kemalist generaller Erdoğan’ın toplumun geniş kesimleri nezdindeki popülaritesinden, gençlik karizmasından ve İstanbul’u dürüst ve etkin bir şekilde yönetmesinden korktu” (Hakan Yavuz, 2005: 334). Nitekim, Siirt’te yaptığı bir konuşmadan ötürü Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan Erdoğan, belediye başkanlığından uzaklaştırıldı, 10 ay hapse mahkum edildi ve siyaset yasağı aldı. Erdoğan’ın ceza almasına yol açan şey, Siirt konuşmasında okuduğu bir şiir idi: “Camiler kışlamız, minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, müminler askerimiz olacak”. Türk milliyetçiliğinin kurucularından Ziya Gökalp’in bu şiirini okuduğu için ceza alması tarihin cilvesinden başka bir şey olamazdı. Aslında, Erdoğan’ın Siirt konuşması tam bir gövde gösterisi idi. “Erbakan yoksa, ben varım” demeye getiriyordu. Bu durum, Kemalistleri harekete geçirdiği gibi, parti yöneticilerini de telaşlandırmıştı. Ne var ki, artık olan olmuştu. Erdoğan’ın hapse atılması, önünü iyice açacaktı: “Siirt konuşmasından ötürü ceza alması, belediye başkanlığından uzaklaştırılması ve akabinde ceza evine girmesi, Erdoğan’ın liderlik yürüyüşünde önünü açan gelişmeler olmuştu. Artık herkes tarafından tanınan ve mağduriyeti dolayısıyla da sahiplenen karizmatik ve ünlü bir kahramandı o” (Mehmet Metiner, 2004: 419).
    
Erdoğan ve etrafındaki yenilikçi kanat, Fazilet Partisi’nden koparak AKP’yi kurduğunda, Türkiye’de İslami hareket kabuk değiştiriyordu. 1980 ve 2000 yılları arasında yaşananlar, tüm ülkeyi etkilediği gibi, İslam referanslı hareketi de etkilemişti. Ali Bayramoğlu, bu değişimi dört ayrı nedene bağlar:

a) RP ve 28 Şubat Dönemi: “RP iktidar dönemi ve onu izleyen müdahale süreci (28 Şubat Müdahalesi kastedilmektedir-NK) İslami kesimin kendi iç dokusuna ilişkin bir “cathersis” mekanizmasını tetiklemiş görünmektedir. Erbakan’ın kriz politikalarına mesafeli bakış, RP iktidarının ve icraatlarının geriye dönük eleştirel okuması, bu dönemde ortaya çıkan kimi dini söylem ve akımlara mesafe alma, bu mekanizmanın parçalarını oluşturmaktadır” (Ali Bayramoğlu, 2006: 37).

b) İslami Şiddet Deneyimi: İslami kesimin farklılaşmasına yol açan diğer bir etken, terör ve İslami hareket arasındaki ilişkilendirmelerden kaynaklanan endişeler olmuştur. Özellikle, Hizbullah gibi radikal İslamcı örgütlerin ortaya çıkan cinayetleri, dinin siyasete alet edilmesinden doğabilecek sonuçlar konusunda ciddi endişelerin doğmasına yol açmış, bu tür hareketlerle İslamcı kanat arasına zihinsel ve siyasi mesafe girmiştir ( Ali Bayramoğlu, 2006: 38).

c) İran Modelinin Kırılan Etkisi: İslami kesim nezdinde Türkiye’yi 1980’li yıllarda etkileyen İran modeli gücünü kaybetmiştir ve evrensel bir İslami bakış açısının yerini- bu İran devriminin etkisiyle 1980’li yıllarda öne çıkmıştı- her ülkenin kendi koşullarına önem veren, milli gelenekleri dikkate alan bir anlayış almıştır. Bu, yerel olana yapılan vurgu, çoğulcu bir İslam anlayışını öne çıkardığı gibi, Kuran’a insan merkezli bir yöneliş olarak “öze dönüşü” de gündeme getirmiştir (Ali Bayramoğlu, 2006: 39-40).

d) Ekonomik Deneyim: 1980’li ve 90’lı yıllarda ortaya çıkan “Alternatif Ekonomik Örgütlenme Modelleri” adı altında “kâr ortaklığına” dayanan ve para ile malı, faiz ile haramı özdeş kılan hâkim İslami söylemin ürünleri olarak doğan şirketler büyük bir çöküş içine girdi. “Bunlar sadece bir ekonomik faaliyet tipi oluşturmakla kalmamış, inançlı küçük tasarrufçuların gözdesi haline gelerek İslami kesimin içe kapalı bütüncül örgütlenme ve cemaatleşme eğiliminin manivelalarını oluşturmuşlardı” (Ali Bayramoğlu, 2006: 39-40). 1980’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan ve İslami alanın din, siyaset, ekonomi ve kültür gibi farklı unsurlarını tek şemsiye altında toplayan ve “modern alandan” ayıran koropratist türü bu yapılanmalar, 2001 ekonomik kriziyle tam bir çöküntüye uğradı ( Ali Bayramoğlu, 2006: 41).

İslami hareketin kendi içinde yaşadığı bu değişiklik Türkiye’nin AB üyeliği süreci ile bütünleşince, ortaya AKP gibi yeni bir parti çıktı. AKP, kendisini geçmişteki İslami hareketten kopmuş bir fraksiyon olarak değil, “sosyal açıdan muhafazakar Müslüman-Türk ve ekonomik olarak liberalizmi öne çıkararak, merkez sağ seçmenleri kapsayacak dinamik bir güç olarak tanımlamayı başardı” (Hakan Yavuz, 2005: 337). 2002 yılında yapılan genel seçimlerde yarışan 18 parti arasında AKP oyların %34,26’sını alarak birinci parti oldu ve parlamentodaki 550 sandalyeden 363’ünü kazandı. Kemalizm’e karşı kazanılan bu zafer tam bir siyasi depremdi. Türk basını haklı olarak AKP’nin başarısını “Anadolu Devrimi” olarak nitelendiriyordu. Bu kısmen doğruydu. Recep Tayyip Erdoğan, 29 Şubat 2000 tarihinde yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Benim hikâyem bu milletin hikâyesidir. Ya bu millet kazanacak ve iktidara gelecek, ya da Anadolu’ya istikrahla bakan ve Anadolu’nun gerçeklerine yabancı olan kendini beğenmiş ve baskıcı azınlık grup iktidarda kalmaya devam edecektir. Karar verme yetkisi millete aittir. Yeter, egemenlik milletindir” (Hakan Yavuz, 2005: 353-354).

Türkiye halkı AKP’yi hükümete taşımıştı ama Türkiye’de hükümet etmek iktidar olmak anlamına gelmiyordu. Kemalist vesayet rejimi devam ediyordu ve en büyük sorun demokratikleşme sorunuydu. AKP bu konuda geçmişteki siyasi partilerden biraz daha şanslıydı. Türkiye’nin gündemine oturan ve büyük bir halk desteğine sahip olan AB üyeliği doğru kullanıldığı takdirde AKP’ye, Türk ordusu ve Kemalist bürokrasiyle doğrudan bir kavgaya girmeden demokratikleşmeye yönelme olanağı sunuyordu. Nitekim AKP bütün stratejisini Türkiye’nin AB yolunda ilerleme sağlamasına dayandıracaktı. AKP hükümete geldiğinde halkın büyük çoğunluğu umutlarını AB’ye bağlamıştı ve bu, AB’ye yönelen AKP için büyük bir halk desteği demekti. İşte bu koşullarda AKP, kendi tabanının en hassas konularından olan başörtüsü gibi meseleleri bir an için rafa kaldırarak, ülke tarihinde görülmedik çapta reformlar yapmaya koyuldu. AKP’nin bu reformlarda temel referansı AB idi. Üstelik AB yolunda ilerlemek, Atatürk’ün temel hedefi olan “Muasır Medeniyet” seviyesine çıkmak demekti. Böylece, AKP, Atatürk’ün Batılılaşma politikasını kendine referans edinmiş görünüyordu ve bu stratejik söylemle meşruiyet sorununu çözmeye çalışıyordu.

Kürt ve İslami kesimler dışında başka toplumsal güçler de, örneğin TÜSİAD ve Atatürkçülüğü ile tanınan basın, AB üyeliğini Kemalizm adına militanca destekliyorlardı. Bu, Kemalist alanın yırtılmasını beraberinde getirmişti. AB karşıtı izolasyoncu, egemenlik paylaşımını reddeden, ülkenin “laik ve üniter” yapısını korumaya çalışan ulusalcılar ile Kemalizm’i AB yolunda ilerlemekle uyumlu yorumlayanlar karşı karşıya geldiler. Erdoğan’ın yıldızı iyice parlamaya başladığında Türkiye yeni bir kutuplaşmaya doğru süratle yol alıyordu...

(Devam Edecek)

Bu haber toplam 2045 defa okunmuştur
Gaile 322. Sayısı

Gaile 322. Sayısı