1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. 14 AĞUSTOS: AYŞE REZERVASYONUNU UZATIYOR
14 AĞUSTOS: AYŞE REZERVASYONUNU UZATIYOR

14 AĞUSTOS: AYŞE REZERVASYONUNU UZATIYOR

14 AĞUSTOS: AYŞE REZERVASYONUNU UZATIYOR

A+A-

 

Celal Özkızan
Baraka aktivisti
celalozkizan@yahoo.com

Bu yaz çok sıcak geçiyor.
Ancak Kıbrıs’ta hiçbir yaz 1974’ün yazı kadar kavurucu olmamıştı...

***

14 Ağustos’un ne manaya geldiğini, lafı dolandırmadan, açık seçik bir şekilde koymak lazım : İşgal.
Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyindeki mevcut askeri ve politik varlığının adını, hiçbir tarihsel analize dayanmadan, suya sabuna dokunmamak ama bir yandan da muhalif görünmek adına “vesayet” koymanın tek tehlikesi basitçe tarihi çarpıtmak değil, aynı zamanda özgür bir Kıbrıs’ı kurma çabasına köstek de olmaktır.

15-20 Temmuz 1974 ile 14 Ağustos 1974 arasında hem çok kısa bir zaman dilimi, hem de upuzun bir yol var. Kıbrıs’ın bugününde “ne yapmalı” sorusuna verilecek her cevap, bu iki tarihsel olayın neye tekabül ettiğine verilecek cevabı da içermek durumunda. 15 Temmuz 1974’ü kendi kafasına göre hareket eden ve ancak trajediyle sonuçlanabilecek ‘ideallere’ sahip faşist Yunanistan cuntasının üyelerinin gerçekleştirdiği bir askeri darbe, 20 Temmuz 1974’ü ise garantörlük hakkını kullanan Türkiye’nin Kıbrıs’ta “barışı ve düzeni tesis etmek için” gerçekleştirdiği hukuki ve insani açıdan haklı bir askeri harekat olarak görsek bile, bütün bunlar, 14 Ağustos 1974’ü açıklamaya yetmez. 1974’te Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı olan Kenan Evren’in anılarında “yanlışlıkla aldık” dediği Maraş hala Türkiye askerinin elindeyse, birinin çıkıp da işgal etmeyi planlanmadığı bölgeleri dahi hala elinde tutan bir ordunun yaptığının tam olarak ne olduğunun adını koyması gerekir. Hem 20 Temmuz’dan 14 Ağustos’a kadar, başta Cenevre’dekiler olmak üzere taraflar arasında görüşmeler sürerken Türkiye askerinin Kıbrıs topraklarında işgal dışında başka hiçbir gerekçeyle açıklanmayacak bir şekilde ilerlemesinin, hem de 14 Ağustos günü henüz gün ışımadan “ikinci harekat” denen ve işgalin kalıcılaşmasına neden olan yayılımın adının konması gerekir.

Milliyetçi cenah 63-74 arası Kıbrıslı Türklerin gerçek mağduriyetini dile getirip, bu mağduriyeti, Garanti ve İttifak Antlaşması’nın sağladığı hukuki zeminle birleştirerek, 20 Temmuz 1974’ü bir barış harekatı ve adaleti tesis girişimi olarak görüp, hemen sonrasında ise Türkiye’nin salt askeri güce dayalı ve adalet ile barışla hiçbir alakası olmayan, on binlerce masum Kıbrıslı Elen’in acısı üzerine kurulmuş bir işgal hareketini “gücümüz vardı yaptık, hatta keşke tamamını alsaydık” gibi salt güce dayalı söylemlerde bulunmaya başlayabiliyorlar; yani 63-74 arası için şikayet ettikleri durumun aynısını kendileri yapma fırsatı bulunca, bundan hiçbir beis duymuyorlar. Yani milliyetçiler, Kıbrıslı Türklerin 63-74 arası maruz kaldıkları haksızlıkları bir adalet sorunu olarak görmemektedirler zira 14 Ağustos sonrası adada oluşan durum, 20 Temmuz’un milliyetçi cenahtan ve hukuki zeminden dile getirilen bütün varsayımlarını kabullensek bile, bir adaletsizliğin yerine başka bir adaletsizlik koymuştur. Dahası, adanın ikiye bölünmesinden sonra, adanın kuzeyinde milliyetçilerin başını çektiği ve Kıbrıslı Türk sermayesinin eşlik ettiği düzenin içte yarattığı tonlarca adaletsizlik göz önünde bulundulursa, kuzeydeki milliyetçilerin kendilerinin dile getirdikleri “Türk-Rum sorunu” teziyle kendilerinin dahi uzaktan yakından alakası olmadıkları, tek dertlerinin adada kendi idari ve ekonomik güçlerini tesis etmek istemeleri olduğu kolayca anlaşılır.

Ne Yapmalı ?

Kıbrıs sorununun, iç dinamikler bağlamında en temel iki boyutu, Kıbrıslı Türklerin haklı siyasi eşitlik talebi ile Kıbrıslı Elenlerin haklı toprak talebidir. Meselenin siyasi eşitlik talebine, yani Kıbrıslı Türklerin bir halk olarak gelecekteki siyasi varlıklarına odaklandığımızda, önümüze çok kritik bir durum serilmektedir. Her şeyden önce 20 Temmuz, tıpkı 14 Ağustos gibi, Kıbrıslı Elenler için duygusal açıdan benzer bir acıyı ifade edebilir. Ancak eğer hakiki bir çözümden söz edeceksek, bu iki tarihin ayrımını, mücadele yöntemi açısından net bir şekilde ortaya koymak gerekir. Bugün ortak bir devlet, ancak iki halkın siyasi eşitliğini güvenceye aldığı ölçüde kurulabilir. Bu güvence de, başka devletlerin güvencesi ya da hukuki bir güvenceden ziyade, doğrudan halkların kendi kendine ve dolayısıyla da ortak yaşama güvenmeleri demektir. Bu havada boş ve anlamsız bir şekilde duruyormuş gibi sırıtan “güven” sözcüğünü biraz açmak lazım. Tarihsel olarak bir Kıbrıslılık bilincinin oluşamamasının çok çeşitli sebepleri var : Kıbrıslı Elenler ve Kıbrıslı Türklerin modernite anlamındaki tarihsel gelişimleri arasındaki derin uçurumdan tutun da 74’e kadarki Kıbrıslı Elen liderliğinin önce doğrudan Enosis’i sahiplenip (i)  sonrasında da Kıbrıslı Türkleri siyasal açıdan dışlayan çekingen bir bağımsızlık politikası izlemesine; Britanya’nın böl ve yönet politikasından tutun da; Kıbrıslı Türk liderliğinin, uzlaşmacı yaklaşımlarla Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gerçek bir ortaklığa dönüştürmeye çalışmak yerine net bir şekilde ayrılıkçı politikalar izlemesine... Nedenler çoğaltılabilir ve tüm bu eğilimlerin yanında bir karşı eğilim olarak, ortak Kıbrıslılık bilinci için tarihsel olarak yakalanmış tek gerçek –ve büyük- potansiyelin, yani 1950’lerin sonuna kadar Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elen emekçilerin işyerlerindeki ortak mücadelesinin siyasal alana yeterince taşınamaması ve en nihayetinde de gerek EOKA gerek TMT tarafından hem bu ortaklığın kanlı bir şekilde bastırılması hem de genel olarak Kıbrıslı komünistlerin siyasal taleplerinin etnik siyasallaşma atmosferi içinde silinip gitmesi, bir yenilgidir.

Peki “siyasal eşitlik” ne demektir ? Anlaşmalarda peşinde koştuğumuz ve karşı taraftan koparmaya çalıştığımız bir taviz midir sadece; ya da yeni devletin kurucu temelini oluşturmasını umduğumuz hukuki bir zemin midir? Yani Kıbrıslı Türklerin sosyo-ekonomik, kültürel, politik ve sosyal varlığıyla, bu gerçek varlığın kendisiyle hiçbir bağı yok mudur bu siyasal eşitlik meselesinin? Kıbrıslı Türkler, kendi varlıklarını bütünsel bir şekilde özgür bir halk olarak ortaya koymadıkları müddetçe, Kıbrıs sorununun çözümündeki bu temel iki sorundan biriyle nasıl baş edeceğiz? Tek başına hukuki zeminler ve anayasal çerçeveler, bu sorunun çözümü için yeterli midir?

Peki 14 Ağustos bu açıdan neden önemli? Siyasal eşitlik, iç dinamikler açısından, 1974’e kadar, Kıbrıslı Elen liderliğinin (ve hatta genel anlamda Kıbrıslı Elen halkının geniş kesimlerinin) Kıbrıslı Türklere “çok gördüğü” bir haktı. Kıbrıslı Elenler, bu çok görmenin bedelini fazlasıyla ödediler ve ödemeye de devam ediyorlar.(ii)   Bu anlamda, bu sorunun kalıcı bir şekilde ortadan kalkmasının tek yolu, Kıbrıslı Türklerin siyasal eşitliğinin sağlanmasıdır. Kıbrıslı Elenler, ancak gerçek bir Kıbrıslı Türk halkıyla barış kurabilirler. Kıbrıslı Elenler, siyasal anlamda güçlü ve eşit bir Kıbrıslı Türk halkıyla gerçek bir barışı kurabilirler. Kıbrıslı Türklere karşı yapılan naif “hepimiz Kıbrıslıyız” çağrısı, siyasal eşitlikte ve iki halkın gönüllü ve ortak iradesinde cisimleşmedikçe hiçbir karşılık bulamayacaktır ve Kıbrıslı Elenler, o hep şikayet ettikleri Türkiye ve onu iradesiyle yüzleşmek durumunda kalacaklar, barışı bile ancak onu muhatap alarak konuşabileceklerdir. Madalyonun diğer yüzü ise, Kıbrıslı Türklerin, siyasal eşitliklerini sadece Kıbrıslı Elenlerden değil Türkiye’den de talep etmeleridir. Bunun tek yolu da, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’nin adadaki askeri, siyasi ve kültürel varlığıyla hakiki bir hesaplaşmaya girmesidir. Bu hesaplaşma yapıldığı ölçüde Kıbrıslı Türkler siyasal anlamda eşit bir özne konumuna hakiki bir şekilde yükseleceklerdir. İşte tam da anlamda, 14 Ağustos 1974 ile hesaplaşması gereken Kıbrıslıların tamamı değil Kıbrıslı Türklerdir; çünkü 14 Ağustos tarihi, Kıbrıslı Elenler için temelde sadece bir işgal sorunuyken, Kıbrıslı Türkler için ise siyasal varlıklarını ve eşitliklerini geri kazanma sorunudur. Kıbrıslı Elenler, işgalin ancak iki halkın siyasi eşitliği temelindeki bir süreçte tamamen ortadan kalkabileceğini gördükleri anda, 14 Ağustos ile hesaplaşma işinin neden asli olarak Kıbrıslı Türklere ait bir mesele olduğunu daha iyi kavrayacaklardır. Kıbrıslı Türkler, ancak en önce kendileri 14 Ağustos ile hesaplaşarak siyasal eşitlik sorununa bir çözüm getirebilirler, bir başkası değil.

 

---------------------------------------------------------------------

(i) Sadece liderliğin değil, emekçilerin partisi olma iddiasındaki AKEL’in dahi –Kıbrıslı Türklere karşı herhangi bir milliyetçi/şovenist yaklaşımda bulunmamasına rağmen- Enosis politikasının ortak Kıbrıslılık bilinci potansiyeline nasıl zarar verdiğini, bizzat AKEL’de örgütlü olan ender Kıbrıslı Türklerden Derviş Ali Kavazoğlu’nun bile, partisinin Enosis’i sahiplendiği bir ortamda Kıbrıslı Türkleri kazanmanın zorluklarından söz etmesinden anlıyoruz. Zaten tam da bu zorluklardan bir çıkış ararken katledilmemiş miydi Kavazoğlu ?

(ii)Makarios, bölünmeden çok önce “eğer sonuçta Türklerin %40’a mı yoksa %28’e mi sahip olması arasında bir seçim yapmak zorunda olsaydım, bizim rızamızla %28’e sahip olmalarındansa, irademizi çiğneyerek %40’a sahip olmalarını tercih ederdim.” demişti. Zaten sonuçta tam da bu oldu ve Kıbrıs’ın ortak bir vatan olarak toprak bütünlüğünün korunması, “irademiz” denilen şeyin siyasal eşitsizlik üzerine kurulu bir Kıbrıslı Elen iradesiyle değil de, ancak siyasal eşitlik üzerine kurulu iki halkın ortak iradesiyle mümkün olabileceği anlaşıldı.

Bu haber toplam 1556 defa okunmuştur
Gaile 331. Sayısı

Gaile 331. Sayısı