1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Zaman ve Zamansızlık: Zaman nedir? Yaşantımızın gerçek bir boyutu mu? Yoksa öğrenilmiş bir kavram mı?
Zaman ve Zamansızlık: Zaman nedir? Yaşantımızın gerçek bir boyutu mu? Yoksa öğrenilmiş bir kavram mı?

Zaman ve Zamansızlık: Zaman nedir? Yaşantımızın gerçek bir boyutu mu? Yoksa öğrenilmiş bir kavram mı?

Zaman ve Zamansızlık: Zaman nedir? Yaşantımızın gerçek bir boyutu mu? Yoksa öğrenilmiş bir kavram mı?

A+A-


        
 Yılmaz Akgünlü
[email protected]


Ne yazık ki çoğumuz bilinçsiz bir şekilde bize verilen kavramların gerçek olduğuna inanma eğilimi taşıyoruz. Yaşamı açıklayan temel kavramlar özgür bir varlık olmamızın önündeki en büyük engeller, tabular haline geliyor. Bu tabulardan biri de “zaman” kavramı.

Zaman neden bir tabudur? Aslında bütün kavramlar birer tabudur, çünkü gerçek olmadıkları halde gerçek olduklarına inanılır. Bir kavramın tabu olduğunu anlamanın en kolay yolu insanlara onun aslında var olmadığını söylemektir. Eğer bu görüşünüz onlarda büyük bir tepki uyandırır ve “kavramın” var olduğunu iddia ederlerse bu bir tabu demektir. Tabular sorgulanmasını istemediğimiz, gerçekliğini reddetmek istemediğimiz kadar güçlü kavramlardır. Geçmişte ilkel toplumların bugün yanlış olduğuna inandığımız inançları gibi. Elbette o inançlar kendileri için doğruydu, tıpkı bizim de şimdi inandığımız şeyleri doğru kabul etmemiz gibi.

Zamana dönecek olursak, zaman ve onu çevreleyen kavramlar, birbirini besleyen bir kurgunun, işe yarar bir açıklama biçiminin parçalarıdır. Bu kurguyla ilgili sorun, onun bize sabit bir dünya görüşünü dayatması ve bunun da insan potansiyelimizi yok etmesidir.

Zamanın olmadığı bir dünya hayal edin. Hayalini kurmakta bile zorlanırız. Bütün toplumsal sistem onun üzerine kurulmuş durumda ve sistemden en çok yararlananlar da onun (yani zamanın) gerçekliğini en çok benimseyenler olacaktır. Sizce bir fabrikadaki işçi mi, yoksa patron mu zaman kavramından daha çok yararlanır ve zamanı bir baskı biçimi olarak kullanır?

Zamanın olmadığı bir dünya nasıl olurdu? İnsanların saate bakmadıkları, günleri, ayları saymadıkları, yılların geçişiyle hiç ilgilenmedikleri bir dünya. Öte yandan içlerinden gelen şeyleri zamanı gelince yapacakları bir dünya. Zamanı gelince uyanacakları ve her işlerini zaman kaygısına kapılmadan sakince gerçekleştirecekleri bir dünya.

Zaman uygarlaşmayla başladı ve önplana çıktı. İnsanların kendilerini tanımladıkları yeni bir boyut haline geldi. Şimdi kendimi sadece şu an yapıp ettiklerimle tanımlamıyorum, aynı zamanda geçmişimde yaptıklarım, olduklarım, ve gelecekte yapmayı ve olmayı planladıklarımla da.

Geçmişimde yaptığım şeylerle kendimi tanımlıyorum ama aslında onlar artık burda değiller. Belli bir yılda okuldan mezun oldum, sonra şu işleri yaptım ve şu konularda başarılı oldum. Oysa bunları yapmadığım zamanlarda onlar kimliğimin bir parçası değillerdi. Şimdi onlardan kendime bir benlik inşa ettim. Ben artık belli bir şey haline geldim. Kendimi geçmişim yaptım, geçmişime gömdüm kendimi. Peki ama, geçmişimde yaptıklarım orda kalmadı mı? Onlarla benliğimi doldurmak, kendimi geçmişe hapsetmek olmaz mı? Mozart’ın geçmişine bakıp ben şunları besteledim, ben iyi bir besteciyim dediğini düşünün. Onlara bakmak, onlarla övünmekle yeni besteler yapabilir mi? Geçmişiyle ilgilenmediği sürece yeni ve daha iyi besteler yapması daha olası değil mi? Elbette geçmişte yaptıklarımızı bilmenin, anlamanın değerli olabileceği anlar vardır. Ancak bu daha çok içimizde yaşayan geçmişin, şu anda varolan geçmişin katkısıdır. Şu anın bir parçası olan geçmiş, geride kalmış geçmiş değildir. Zamanın bölünmez bütünlüğü nedeniyle, zaten yanımda, zihnime eklenmiş ve deneyimimi zengileştirmiş olarak sürmektedir.

Gerçek dünyada zaman yoktur, ya da gerçek zaman vardır diyebiliriz. Gerçek zaman ölçülüp biçilen sınırları olan birşey değildir. Yaşadığımdan ayrılamaz o. Ben nerdeysem zaman da ordadır. Zaman yaptıklarımdan ayrı değildir, zaman mekândan ve hareketten ayrı değildir. Uzamsız bir zaman düşleyemeyiz. Yüzlerce yıl yaşayan bir ağaç için zamanın nasıl birşey olduğunu düşleyiniz. Bizimkiyle aynı türden bir zaman yaşadıkları düşünülemez. Küçük bir bebek için zaman, büyük bir insandan çok farklı geçer. Günlerin, yılların bilincinde değildir, ama gene de onun için zaman yoktur diyemeyiz. Yaşadıklarını büyüdüğünde çoğunlukla hatırlamaz, ama yaşadıkları değersizdir diyemeyiz.

Evrenin bizim küçük ilgilerimizden çok daha büyük, sınırları olmayan gerçekliğini hissedince, bizim kendimizi hapsettiğimiz küçük zamanımız ne kadar da acıklı görünüyor. Çiçeklerin ve kuşların, okyanusların ve dağların bizden apayrı zamanları var. Kendimizle ne kadar böbürlensek de, onlar bizden çok daha üstünler. İnsanoğlunun zamanı tükense de, ne dağların ne binbir türlü canlının, ne de bilinmez türlü oluş biçimlerinin zamanları bitecek. Ancak biz insanlar olarak, evrenin farklı zamanlarına katılma şansına da sahibiz. Bunu doğayla başbaşayken hissedebiliriz. Oturup saatlerce engin bir dağı seyredin. Ya da akan bir ırmağın yanında bir gününüz geçirin. Tümüyle o dağın, o ırmağın oluş biçimiyle doldurun kendinizi. Ya da bir kasabadaki, bir köydeki yaşamı izleyin, bir köşedeki gizli bir banka oturup. Ya da bir bebeği seyredin oyun oynarken. Rüyalarınızdaki zamanı yaşayın. Ne çok farklı zaman ve dünya var.

İki Zaman Biçimi

Zamanı yaşayışımızın birbirinden farklı, hatta birbirinin zıttı olan iki biçimi vardır. Yaşamın ve iç dünyamızın gözlemlenmesi bu iki farklı biçimi bizzat kendimizin de fark edebilmesine olanak verir.

Zamanın birinci algılanış ve tanımlanış biçimi, onu herkesin ortak bir biçimde anladığı, nesnel, kronolojik, doğrusal zaman algısıdır. Yani üzerinde hepimizin anlaştığı, dakikalar, saatler, günler vs. cinsinden ölçülen zamandır bu.

Diğer zaman algısı ve kavramı ise öznel, organik, dairesel zaman algısıdır. Her kişi, her olay ve her nesne için farklı olan, döngüsel terimlerle, doğrudan deneyimlenen zamandır bu.
Bu iki zaman algısı da bizim günlük yaşamımızın bir parçasıdır. Ancak ne yazık ki, kronolijk zaman organik zamanı baskılamakta, onu yok saymakta ve onu bilinç alanının ve yaşantımızın dışına sürerek, aşağılayıp yok etmektedir.

İki zaman biçimini yaşayışımız aslında doğru yerlerinde kaldığı sürece birbirine zararlı değildir. Ancak birinin diğerine tahakkümü, zamanı ve dolayısıyla kendimizi de çarpıtılmış bir biçimde algılamaya götürmektedir bizi.

Kronolojik zamanı organik zamanla karşılaştırırsak bu çarpıtılmış algı ve yaşamın bize ne kadar zarar verdiğini ve kişiliğimizin büyümesini durdurup, onu bütünlüğünden ettiğini anlayabiliriz.

Her şeyden önce kronolojik zaman organik süreçlerin tersine önceden belirlenmiş bir düzeni var sayar. Yarının zamanı, saatleri bugününküyle aynıdır. Bu nedenle kronolojik zaman sabitleyici, tekdüzeleştirici ve indirgeyicidir. Sabah yedide kalkarız, sekizde işte oluruz. Bu toplumsal yaşam için gerekli uzlaşımın bir parçasıdır elbette, ancak bedeli bedenin dolaysızlığına vurulan ağır bir darbedir. Beden organik zamana göre yaşar, o uykusu gelince uyumak, uykusunu alınca da uyanmak ister. Ancak sürekli olarak bedene ne saat uyuyacağını, ne saat kalkması gerektiğini empoze ederiz. Böyle yapmakla bedene ve dolayısıyla doğaya karşı baskıcı bir tutum takınmış olmaz mıyız? Kendi sürecinde akmasına izin vermediğimizde ondan ne kadar verim bekleyebiliriz?

Organik zaman doğanın gelgitleri tarafından belirlenir. Doğa enerjiyi karşıt güçlerin etkileşimi ve birbirine dönüşmesiye yaratır. Gündüz geceye, yorgunluk dinçliğe dönüşür. Birbirleriyle kavga eder görünseler de, onlar birbirlerini besler ve sürdürürler. Bu doğal zaman akışı içerisinde her olay olması gereken bir biçimde çabasızca oluşur. Canlılar doğar, gerektiği gibi büyür ve zamanı gelince ölür. Büyük döngünün içinde hiçbir zorlama olmadan olaylar ve zaman akar gider. Kimse denizlere zamanın geldi buharlaş demez, ırmaklara hadi akın artık demez.

Oysa kronolojik zaman kendiliğindenliği sevmez, yapmamız gereken zamanda yapmamız gereken işler vardır. Bunlar yeterince olgunlaşmamış olsa bile yapılmalıdır. Kronojik zaman için süreç ve olgunlaşma bir şey ifade etmez.

Bu açıdan bakınca organik-doğal zaman aslında zamansız zamandır. Yani zaman bilincinin olmadığı bir zaman, eğer onda bir bilinçlilik varsa o değişimin, duyguların ve içten olanın bilincidir.

Kronolojik zaman bilincinin bizde baskın hale gelmesi, sağlıklı ve başarılı bir toplumsallaşmaya, istenen modern insanın doğumuna neden olur. Oysa organik zamanda ısrar etmek, bazen topluma uyum sağlayamamak, kendi yaratıcı ve hakiki üretim süreçlerini önplana çıkarmak demektir. Doğal zamanı yaşayan kişi için önceden kurgulanıp belirlenebilecek bir yaşamı yoktur. Geleceği belirlemek onu ipotek altına almak olur ve onun özgünlüğünü, yenilik potansiyelini yok eder. Oysa kronolojik zamana boyun eğen kişinin yaşamında sürpriz yoktur, belirsizilik ve güvensizlik yoktur. Sahte zamanla ortaya çıkan düzenli ve monoton bir dünya daimi bir benlik algısını da yaratır böylece.

Zamanda var olan kişi, zamansızlıkta, yani ölümle zamanın durmasında ne yapacaktır peki? Kendini kronolojik zamanın günlerine, yıllarına teslim eden kişi için ölüm bir gerisayım meselesidir. Madem ki zamanda vardır, o halde zaman bitince de yok olacaktır. Bunun sonucu çağımızın kaygılı insanıdır.

Kendini aşkın zamana, akan zamanın akmayışı da denilebilir. Bu zamana ait herşey imkânsızlığın paradoksunda gerçekleşir. Kronolojik zamanın etkisinden tam anlamıyla çıkılmadıkça deneyimlenemez. Bu zamanı algılayışımız, denetim altına alınamaz. Onu denetim altına almak, onu yok etmek olur. O yüzden o çabasız çabadır. Hiçbir şey yapmadan herşeyi yapmaktır. Başkasına gösterilemez, taşınamaz. Yokluktaki varlık kadar saçmadır akla.

 

Bu haber toplam 22215 defa okunmuştur
Gaile 262. Sayısı

Gaile 262. Sayısı