
Yaseminler Vazoda Kaldı
Babamla pek çok anım var. İstanbul ve Lefkoşa’nın sokaklarını birlikte arşınladığımız, gezerken tadını çıkardığımız anlar zihnimde hala belirgin duruyor.
Konuk Yazar
İl ADALI
Babamla pek çok anım var. İstanbul ve Lefkoşa’nın sokaklarını birlikte arşınladığımız, gezerken tadını çıkardığımız anlar zihnimde hala belirgin duruyor.
1995 yılının Eylül ayında, babam ve annem kültürel geziler düzenleyen bir seyahat acentesinin Gökçeada (İmroz) turundan İstanbul’a döndüler. Evde akşam yemeğinde, gezi ile ilgili izlenimlerini dinliyordum. Hüzün dolu bir ada turu yapmışlar. Babam, terk edilmiş Rum köylerini gezerken aldığı notları aktarıyordu. “Buruk, hüzünlü, harap halde bir ada…” demişti. İçe işleyen bu sözlerden üzüntü duymuştum. Güzel adanın çok eski bakımsız evleri, yolları, yoksul insanları ve azınlık politikalarından etkilenerek ata topraklarından göçlerle sayıları çok azalan Rumların trajik durumu, annemi ve babamı derinden etkilemiş. Bu ayrımcı, dışlayıcı ve kültürel çoğulculuğu yok eden politikaların benzerlerinin de Anadolu, Kıbrıs, Balkan ve Kafkas coğrafyasında korkunç travmalar yaşattığını; şovenizmin, farklı etnik kimliğe sahip insanların bir arada barış içinde yaşamasının önünde en büyük engel olduğunu, babamın insanı etkileyen sesinden dinlediğimde çok sarsılmıştım. Babam, adanın sakinlerinin yaptığı, su şişelerine doldurulmuş şarabı hediye olarak bana getirmişti. Yoksulluğu, yokluğu ve çaresizliği bu şişeye bakarak duyumsamıştım.
Babama ve anneme yeniden kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordum. Hasret, bir haftalığına Lefkoşa’da yaşayan kız kardeşime kalmıştı. Şimdi İstanbul’u, babamla dolaşıp turlama zamanı, tıpkı Lefkoşa sokaklarında birlikte yürüdüğümüz günler gibi. Kadıköy’ü, Burgaz’ı gezerken doya doya sohbet edeceğiz. Benim için ne büyük bir mutluluktu!
Ertesi gün babamla birlikte, oturduğum eve yakın Fenerbahçe’deki köfteciye gittik. Babamın yüzünde bir hoşnutluk vardı. Hangi ortamda olursa olsun, babam yemek yemekten keyif alan, tatbilir bir insandı. Bir gıdayı özenle seçen, onu bulmak için kilometrelerce yol yapan bir kişi değildi ama yemeğin lezzetine önem verirdi. Özellikle geleneksel yemeklerin tutkunuydu. Ailesiyle birlikte yemek sofrasında olmak onun için bir ritüeldi. Köftecide birlikte fotoğraf çektirdiğimizi, yıllar sonra albüme bakarken anımsadığımda, o fotoğraftaki mutluluğumuzdan geriye çok derin bir acı ve özlem kalmıştı.
Köftelerimizi yedikten sonra Fenerbahçe Parkı’na geçtik. Parkın rahatlatıcı ortamını ve Eylül’ün güzel havasını kısa bir yürüyüşle teneffüs ettik. Parktaki kafede kahvelerimizi yudumladıktan sonra Kadıköy çarşıya giderek soluğu sahaflarda ve kitapçılarda aldık. Babamın her zaman yanında taşıdığı küçük bir not defteri vardı. Defterin içi, satın alınacak dergi ve kitap adlarıyla doluydu. Kitapçıları tek tek dolaşıp eksik dergileri toparladık. Sahaflarda ve kitapevlerinde bulamadığı kitapları için bir başka gün Cağaloğlu yokuşundaki kitap yayınevlerine gitmeyi kararlaştırdık. Babam, yeni bilgiler edineceği kitapları titizlikle araştırır, adada bulamadıklarının peşine düşer, bulamazsa uykuları kaçardı! Onları temin etmek için İstanbul’ a geleceği günleri iple çekerdi.
Babamın çok geniş ve kapsamlı kitaplığı vardı. Gereksinimi olan kitapları alır, okur ve kitaplığında saklamak üzere kapaklarını naylon ile kaplayarak temiz kalmalarını sağlardı. Çocukluğumda kitaplarının kaplanmasına ben de yardım ederdim. Çok önemli bir iş yaptığımı düşünürdüm. Babamın kitaplığı ve çalışma masası evin salonundaydı. Kitaplarına çok değer verdiği için buraya girilmesini pek istemezdi. Ortaöğrenimimde derslerimi babamın çalışma masasında yapardım. Babamın bana güvenmesini çok önemser, kitaplığını ve çalışma masasını temiz tutmaya çalışır, sıklıkla tozlarını alırdım. Kitaplara da ilgi duymam, büyük olasılıkla çocukluğumdan beri etrafımı kitapların sarmasından ileri geliyor.
Kitaplardan konu açılmışken benim için çok değerli olan, babamın kitap hediyelerinden de söz etmeliyim. Birlikte Adalar gezisi yapmıştık. Babam ilk kez Burgazada’yı benimle tanımış, Sait Faik Abasıyanık’ın müze olan evini birlikte ziyaret etmiştik. İstanbul’da öğrencilik yıllarımda yazarın birkaç kitabını okumuş, öykülerindeki sıcacık, içten duyguları ve insan sevgisinden etkilenmiştim. Babam daha sonra sürpriz yapıp yazarın tüm eserlerini satın alıp bana hediye etmişti. Yıllar geçse de o anın mutluluğunu içsel dünyamda yeniden yaşar, babamın güzel jestini anımsar, gülümserim.
İstanbul’u, boğazı ve tarihi yerlerini öğrenmeme katkıda bulunmuş, en önemlisi babamı hatırlatan bir kitabı da hiç unutamam. Babam iyi bir Salah Birsel okuruydu. Yazarın anlatım biçimini, kullandığı farklı dili ve mizahi olarak ele aldığı konuları çok beğenirdi. O yıllarda Salah Birsel’in kitaplarını henüz okumamıştım. Babam, Lefkoşa’ya geldiğim bir yaz tatilinde yazarın Boğaziçi Şıngır Mıngır adlı kitabını hediye olarak vermişti. Kitabın ilk sayfasına şu notu düşmüştü:
“Kızım il,
İstanbul’u sevmek güzel. Boğaziçi Şıngır Mıngır’ı okuyarak değişik açılardan, değişik boyutlardan biraz tatlı, biraz sulu, biraz ukalaca ama çok tatlı bir anlatımla Salah Birsel’den tanımak daha da güzel. İstanbul’u seven, bize de sevdiren kızım İl’e sevgiler. 28.08.1986, Lefkoşa.”
Bir başka gün turumuza Kadıköy’deki Bahariye Caddesi’nde devam ettik. Rum Ortodoks Aya Triada Kilisesi’nin önüne geldik. Bahçe kapısından içeri girdik. Kilise kapalı olduğu için gezemeyeceğimizi düşününce üzüldüm. Babam, görevli kişiyi görünce ona yöneldi. Merhabalaşarak hemen sohbete başladı. Babamın herkes ile rahat iletişim kuran, içten yaklaşımıyla insanların üzerinde olumlu etki bırakan güzel bir özelliği vardı. Görevliye, Kıbrıs’tan geldiğini ve her zaman bu olanağı yakalayamadığı için kilisenin iç bölümlerini görme isteğini çok tatlı bir üslupla dile getirdi. Ve tabi ki kilisenin içine girdik. Çok sevinçliydim. Görevli, Mardin’den gelmiş, çok anlayışlı Süryani bir genç insandı. Babam onunla tatlı tatlı sohbet ederken küçük defterine notlar yazıyordu. Kadıköy’deki güzel Rum kilisesiyle ilgili bu notları daha sonra “Mavi Kıbrıs Notları” adlı köşesinde yayımladı.
Anılarım beni, babamla Kadıköy’de yapmış olduğumuz keyifli gezinin daha öncesine, 1994 yılının Aralık ayına götürdü. Lefkoşa’da babamla tarihi sur içini dolaşıyorduk. Görsel ve estetik açıdan göz alıcı bir yapı olan ve çocukluğumdan beri defalarca ziyaret ettiğim, Lefkoşa Selimiye Cami’sine (katedralden dönüştürülmüş) de uğramıştık. O yıllarda bu güzel caminin baş müezzini olan Ahmet Gürses, babamın eski bir dostuydu. Çok sevilen ve sayılan bir kişiydi. Babam, kendisine soyadı ile seslenirdi. O gün Gürses Hocayı da ziyaret ettik. Gürses Hoca bizi sıcak karşıladı, babama hal hatır sorduktan sonra “size güzel bir sürprizim olacak, beni takip edin…” dedi. Birlikte minarenin merdivenlerini çıkarak çatıya vardık. Çatıya adımımı attığımda ortamdan büyülendim. Yerler hafif yosun tuttuğu için kaygandı. Zemin düz olmayıp, tümsekler vardı. Yerlere çok dikkat ederek çatının bir kenarına kadar yürüdük. Lefkoşa’nın sur içi manzarasını kuş bakışı ilk defa görüyordum. Çok etkileyici idi. Çatının hemen altında dış cephede yer alan freskler ilgimi çekmişti. Babam caminin çatısını gördüğünde, hazine bulmuş gibi sevinmiş ve “bu görkemli yapının tek dokunulmayan en özgün yeri, herhalde burasıdır… ” demişti. O unutulmaz anı fotoğraflamıştı. Babam çok genç yaşlarda eline aldığı fotoğraf makinesini ölümüne kadar hiç bırakmadı. Fotoğrafa karşı inanılmaz bir sevgisi vardı. Fotoğraf makinesi ile insanın her halini çekerdi. Tarihi yerleri, ören yerlerdeki kalıntıları, beğendiği mimari yapıları, doğanın değişik manzaralarını ve renklerini fotoğraflamak onun için çok anlamlıydı. Çektiği fotoğraflarla o anı içerikleriyle somutlaştırır ve geleceğe not düşerdi.
Çatıdaki gezimiz bitince restore çalışmaları devam eden Büyük Han’a da uğradık. Büyük Han bugünkü gibi canlı ve turistik bir yer değildi o zamanlar. Binanın geniş avlusunda iş iskelesi ve inşaat malzemeleri vardı ama hiç kimse yoktu. Babamla birlikte fotoğraf çektirmek için bir kişi bile bulamamıştım. Babam benim, ben de babamın fotoğrafını çekmiştim. Lefkoşa’nın sur içini o gün doya doya dolaşmıştık. Babamla gelecek gezilerin hayalini kuruyordum…
1996 yılının Temmuz ayında, annem ve kız kardeşim doğum günüm için İstanbul’a geldiler. Babam da bir hafta sonra burada olacak ve İstanbul’da yaşayan erkek kardeşimle birlikte tüm aile, yeni anılarımıza güzellikler katacaktık. Biricik annem, her daim adayı hatırlatan mis gibi kokan yaseminleri ve tatlarına özlem duyduğum Kıbrıs’ın eşsiz lezzetlerini ( içi dolu, kayık pasta, hellim, nor böreği, Kıbrıs köftesi, molehiya otu vb.) bavuluna koyup getirmişti. Yaseminleri özenle vazoya yerleştirdim. O gece yaşamımızı tamamen değiştirecek bir felaketin olacağını, aniden Kıbrıs’a gideceğimizi ve yaseminlerin uzun süre vazoda kalacağını hiç düşünememiştim!
6 Temmuz 1996 günü akşam saatlerinde babam, Lefkoşa’da telefon ahizesinin diğer ucunda bize İstanbul’a geldiğinde, gezilecek yerleri sıralıyordu. İstanbul’da o akşam ay ve yıldızlar çok parlaktı. Havada mutluluk vardı. Vazodaki yaseminlerin keskin kokusu havaya karışıyordu. Lefkoşa’nın havasının ise o gece karanlık ve puslu olduğunu bilmiyordum. Çok geç saatlerde erkek kardeşim eve geldiğinde gözleri kıpkırmızıydı. Bir şeyler olduğunu anladım ama babamın öldürüldüğü haberini alacağımı tahmin bile edemezdim. O kahredici haberden sonra salondan balkona çıktığımı hatırlıyorum. Gökyüzüne baktığımda ay ve yıldızlar ağlıyor, içimden korkunç bir acı ile çok büyük bir parça kopuyordu. Benim için çok değerli, çok iyi bir insanı, canım babamı kaybetmenin şokunu yaşıyordum. Alt üst olmuştum, ne olduğunu anlamakta zorlanıyordum. Kabullenemediğim kötü ötesi bir durumla karşı karşıyaydım, dayanılmaz bir üzüntü içimi kaplamıştı. Gözyaşlarına boğulmuştum.
Canım babama haince pusu kurmuşlardı.
Geniş katılımlı yapılan cenaze töreninden sonra sevgili babamın tabutu, Lefkoşa Selimiye Camisi’nin avlusunda bulunan musalla taşından alınarak binlerce kişinin omuzlarında ve ellerinde “susmayacağız” sloganlarıyla Atatürk Meydanı’na kadar taşındı. O güzel insanların içindeki öfke ve isyanı dışa vurdukları yürüyüş sonrasında sevgili babamı, doğduğu ve çok sevdiği şehrin toprağına emanet ettik. Kasım 2018 yılında yaşama veda eden saygıdeğer Gürses Hoca, babamın cenaze namazını kıldırmış, toprağa verilirken eski ve değerli bir dostu olarak son yolcuğunda da yanında olmuştu.
Evimizin önünde, öldürüldüğü yerde, fotoğrafına ve etrafına bırakılan çiçeklere, sönmüş mumlara, notlara bakarken artık yüzünü göremeyeceğimi ve sesini duyamayacağımı derin bir üzüntüyle duyumsuyordum. Onunla sohbetler ve geziler yapamayacaktım. Keyifli ve öğretici yeni yazılarını okuyamayacaktım. Babamla ilgili değerli anıların, ben yaşadıkça bir film şeridi gibi gözümün önünden hep geçeceğini ve zihnimin en önemli yerinde her zaman olacaklarını da biliyordum. Kitaplarını, köşe yazılarını, tiyatro oyunlarını, mektuplarını ve arşivini zaman zaman gözden geçirdiğimde babamla içsel dünyamda hep konuşmam olur, onu anlamaya çalışırım. Onun oluşturduğu bu geniş bilgi dağarcığında öğrenme sürecime devam ederim.
Babamın otuz küsur sene önce dile getirdiği siyasi yazılarını okuduğumda adanın sanki değişmemekte ısrar eder tutumunu üzülerek gözlemliyorum. Öldürüldüğü 1996 yılı ve doksanlı yılların koşulları değerlendirildiğinde, bu yazıların cesur ve entelektüel bir kalemin elinden çıktığını tüm yönleriyle anlayabiliyor, ona saygımın ve sevgimin derinliğini daha fazla hissediyorum. Ayrıca gezi, sanat ve kültürel konuları işleyen yazılarının da kendine özgü anlatım biçimiyle değerli olduğunu belirtmem gerekir. Özellikle 1960’lı yılların başında köy köy gezerek Kıbrıs Türk köylüsünün yaşamını, gelenek ve göreneklerini, köylerin coğrafi koşullarını, yalın bir gerçeklikle anlatan köy yazılarının bir araya getirildiği “Dağarcık” adlı yapıtının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Uzatılmış bir yasın içinde yaşıyorum ama bana değer kattığı ilkelerinin temsilcisi olarak yaşamı da kucaklamaya devam ediyorum.