1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Eğitimin Görünmez Mimarisi Kimlere Alan Açıyor?
Eğitimin Görünmez Mimarisi Kimlere Alan Açıyor?

Eğitimin Görünmez Mimarisi Kimlere Alan Açıyor?

Eğitimi ancak görünür olanla değil, görünmez olanla yönetildiğini anladığımızda gerçekten tarif edebiliriz.

A+A-

Münevver Özgür Özersay (PhD)
[email protected]

Kıbrıs’ın kuzeyinde eğitimi artık ne binalarla ne müfredatlarla ne de sınav takvimleriyle açıklayabiliriz. Son üç yılda olup bitenler—diploma skandalından siyasal müfredat müdahalelerine, konteyner sınıflardan ikinci ilahiyat okuluna kadar—hepimize başka açılımlar fısıldıyor. Bu durum bana da yıllar önce mimarlık stüdyosu üzerine çalışırken fark ettiğim bir şeyi yeniden hatırlattı: Eğitimi ancak görünür olanla değil, görünmez olanla yönetildiğini anladığımızda gerçekten tarif edebiliriz.

Ve görünmez olan her zaman ‘ilişkisel alan’ dır.

Yaklaşık yirmi yıl önce, mimarlık stüdyosundaki bu görünmez ilişkisel alanı anlamaya çalışan bir doktora tezi yazmıştım: The Essential Structure of an Empowering Interaction in the Design Studio: The Student’s Perspective (Tasarım Stüdyosunda Güçlendirici Bir Etkileşimin Özsel Yapısı: Öğrencinin Perspektifi).

Öğrencilerin kendi sözlerinden yola çıkarak, bir etkileşimi ‘güçlendirici’ yapan şeyin ne olduğunu araştırıyordum: Eğitmenin bilgi aktarmasından çok, ilişkisel alanda nasıl ‘var olduğu’, neyi duyduğu, neyi duymadığı, kime yer açtığı gibi.  

2007 baharında tamamlanan bu tezimin ne mimarlıkta ne eğitim bilimlerinde bir makale olarak yayınlanmasını sağlayamadım (yoksa başaramadım?). Eğitim için fazla mimari odaklı, iletişim için de fazla mimarlık eğitimi odaklıydı. O zamanlar bu durumu kendi yetersizliğim gibi okumuştum. Bugün, eğitimin bütün kanallarının tıkandığı ve damarlarının çekildiği bu ortamda, doktora çalışmamın bilimsel yayınlarda yer bulamayışının bana işaret etmeye çalıştığı şeyi daha net görüyorum: Bazen, içinde yaşadığımız zaman ve bağlam bizi yetim bırakabilir ve bu olağandır.

Mezuniyet aşamasına gelmiş birçok mimarlık stüdyosu öğrencisi ile saatlerce yaptığım röportajlara dayanan bu tez, mimarlık eğitiminin kendisini değil; mimarlık dünyasını temsil eden stüdyo eğitiminin görünmez mimarisini ve bu stüdyoda biçimlenen minyatür toplumun ilişkisel dokusunu tarif etmeye çalışıyordu.

Stüdyo Sadece Dört Duvardan Oluşan Bir Mekân Değildi

Mimarlık stüdyolarında uzun saatler geçirirken —hem öğrenci hem de öğretim görevlisi olarak— dikkatimi çeken şey şuydu: Öğrenciler yalnızca tasarım yapmıyor, mimarlığın görünmez ilişkisel kültürünün içine çekiliyorlardı. Ben bu kültürü okurken elimde teorik bir pusula vardı; 1996–1997’de yazdığım yüksek lisans tezinde stüdyoyu bir iletişim ortamı olarak incelemiş, bunu eleştirel iletişim teorileri ve Paulo Freire’ in eleştirel pedagojisiyle birlikte düşünebilmiştim.

Öğrencilerin ise elinde böyle bir pusula yoktu.
Onlar için stüdyo, idealleştirilmiş ya da empoze edilmiş bir “öğrenme ortamı” gibi görünse de gerçekte bir hayatta kalma pratiğiydi.

Öğrenciler söyledikleri kadar söyleyemedikleriyle yargılanıyordu.
Konuşabildikleri kadar sustuklarıyla değerlendiriliyorlardı. Çizdikleri kadar çizemedikleriyle sınava tabi tutuluyorlardı. Gösterdikleri kadar sakladıklarıyla var oluyorlardı.

Saatlerce süren öğrenci görüşmelerinde duyduğum kelimeler hâlâ kulağımda:
“Biz sakatlanıyoruz.”
“Sesimiz duyulmuyor.”
“Hocanın gölgesine göre şekilleniyoruz.”
“Eleştiri değil, hüküm veriliyor.”

Bunlar benim için sadece pedagojik meseleler değil, varoluşsal kırılmalardı.

Ve en acısı, bu kırılmalar mimarlığa ait veya özgü değildi.
Sadece stüdyoda daha görünür hâle geliyorlardı.

Çünkü stüdyo başlıkta da ima ettiğim gibi sadece bir “mekân” değil, bir ilişkisel ekosistemdi.

Ve bugün, aynı ekosistemin, toplumun- yani kolektif bedenimizin- her yerine işlediğini görüyoruz. Bir nevi Brene Brown’ın tarif ettiği o ince farkı yaşıyoruz. Brene Brown der ki ‘to fit in’ için; yani uyum sağlamak için kendimizden vazgeçmek zorunda kalabiliyoruz. Kabul edilmek uğruna kendimizi eğip bükmemiz gerekebiliyor. Oysa esas ihtiyacımız olan ‘belonging’: Kendi bütünlüğümüzle bir yere dahil olabilmek, ait hissedebilmek. Bizim eğitim iklimimiz, ne yazık ki, ilkini yani “uyum sağlamak uğruna eğilip bükülmeyi” ödüllendiriyor.

Eğitim: Bir Toplumun Kimlere Alan Açtığının Hikâyesi

Konuya bir başka giriş yapacak olursak: Eğitim, bir toplumun en derin sorusudur, diyerek şu soruyu sorabiliriz:

“Eğitim aracılığı ile toplum kimlere alan açıyor?”

“Ne tür insanlara?”

Bu yer açma ya da yer kapatma olayı, görünmez ilişkisel taktiklerle (hareketlerle) işler. Doktora tezimde bunları elimden geldiğince anlatmaya çalışmıştım. Bazılarını buraya not düşüyorum.

İlişkisel iletişimi en iyi anlatan kavramlardan biri, fenomenolog Merleau-Ponty’nin ‘arasallık’ dediği şeydir: İki kişi arasında, sözün ötesinde kendini hissettiren o alan…

Buber ise bu alan için ‘I-Thou’; (Türkçe karşılığı: ‘ben-sen’) der. Karşılaşmanın hakiki olduğu, iki varlığın birbirine değdiği o an.
Marcel de buna ‘availability’ — ‘hazır ve açık olma hâli’ —der.
Gadamer ise, bir düşüncenin başka bir düşünceyle ‘ufkunu birleştirdiği’ yer olarak anlar (tarif eder).

Öğrencilerle benim yaptığım araştırmanın bana gösterdiği şuydu:
Bu alan çoğu zaman boğuluyordu.
Öğrenciler kendi öykülerinin öznesi olamıyordu.
Öğretmenler teknik bilgi verirken, ilişkisel alanı farkında olmadan kapatıyordu.

Bugün Kıbrıs’ın eğitim gündemine de baktığımda aynı sorunları görüyorum ve sorma ihtiyacı hissediyorum: Hangi ufuklar kapanıyor, hangileri açılıyor? Ve kime?

Postkolonyal Bir Soru Olarak: ‘Kim Konuşabilir?’

Ve son olarak doktora çalışmamdan beri peşimi bırakmayan Spivak’ ın o meşhur sorusu geliyor aklıma: “Subaltern konuşabilir mi?” sorusu. (İç not 1: ‘Subaltern, Spivak’ın sözüyle, yapısal güç ilişkileri nedeniyle sesi duyulamayan; temsil, ifade ve katılım kanalları kapalı olan kişi veya toplulukları ifade eder.) Bu soruyu o günlerde mimarlık stüdyosu için soruyordum, bugün toplumun her alanı -ama özellikle eğitim- için sorulabileceğini düşünüyorum.

— Kim konuşabilir?
— Kimin sesi duyulabilir?
— Hangi bilgi “bilgi” olarak kabul edilir?
— Kim sadece “dinlemekle” yükümlüdür?
— Kim tarihin kenarında tutulur?
— Kim merkezin gölgesinde var olur?

Mimarlık stüdyolarındaki öğrenci ile toplumdaki yurttaş arasında fark yoktur.
İkisi de ilişkisel mimarinin sonucu olarak ya özneleşir ya da sessizleştirilir veya silinir.

Eğitimin bugünkü krizine bu yüzden sadece bir ideoloji sorunu gibi bakmak yanıltıcıdır. Bu kriz ne yalnızca bir müfredat sorunudur ne de birkaç kötü kararın toplamı. Diploma skandalından ideolojik müdahalelere, fiziki yetersizliklerden temsiliyet boşluklarına uzanan yapısal bir çöküşün işaretidir.
Yaşadığımız kriz bir epistemik adalet sorunudur – yani bir toplumun kimin bilgisini duyduğuna, kimin bilgisini yok saydığına dair bir adalet sorunu. Bir başka deyişle hem temsil hem de var olabilme sorunudur; çünkü bilgi üretme ve söz söyleme hakkı, giderek daha dar bir çevrenin tekelinde toplanıyor.

Yeni Bir Şey Yok; Mekanizma Hep Aynı

Kısacası diyeceğim o ki, yeni müfredat tartışmaları, dini protokoller, sahte diploma skandalı… Tüm bunlar aynı ilişkisel mekanizmanın semptomlarıdır.

Eğer bir eğitim sistemi:

  • Öğrenciyi özne olarak görmezse
  • Öğretmeni aracısız bir bilgi aktarıcısına indirgerse
  • Toplumsal çeşitliliği tehdit olarak okursa
  • Soru sormayı riskli, eleştirel düşünmeyi “sorun” olarak konumlandırırsa
  • Bilgiyi bir iktidar aracına dönüştürürse

…orası artık eğitim sistemi değildir.
Orası bir itaat üretim makinesidir.

Ve itaat üretim makineleri her zaman önce sessizliği üretir. Sessizlik büyür. Korku büyür.
Sonra geriye çok az kişi – ya da çok az ‘şey’- kalır.

Tam da bu yüzden Sugata Mitra’nın yaptığı “Hole in the Wall” (Duvarda bir Delik) deneyi önemli bir kırılma anıdır. Çünkü bu deney – çocuklar internete erişim sağlandığında, çeşitlilik içeren bir grupla bir araya geldiklerinde ve bir yetişkin onlara sadece “zor bir soru” yönelttiğinde, kendi kendilerine öğrenebildiklerini – tüm dünyaya gösterdi.

Çocuklar; kendi kendilerine düşünebilirler. Kendi kendilerine çözüm üretebilirler. Kendi ufuklarını genişletebilirler. Mitra’nın bu bulguları eğitimin rolünü yeniden düşünmemiz için güçlü bir çağrıdır. Öğretmen otorite olmak zorunda değildir; merak tutuşturan ve öğrenme yolculuğunda eşlik eden kişi olabilir. Ayni şekilde, internet tehdit olmak zorunda değildir; kolektif bir zekâ alanı olabilir.

 

Ben doktoramı yazarken, endüstriyel çağ (industrial age) ile bilgi çağının (information age) temel göstergelerini tartışmıştım. Aradan yirmi yıl geçti. Artık bilgisizlik çağındayız – mis-information age.

 

Ve biz hala tam olarak “bilmek” ne demektir bilmiyoruz.

Bilginin kendisinden çok bilginin kaynağı önem kazanmış durumda.

Bu yüzden konuşulması gereken şey, sadece ne bildiğimiz değil; nasıl bildiğimiz ve kimin bilgisini geçerli saydığımızdır.

 

Bağlam değişiyor; mekanizma aynı.

Teknoloji ilerliyor, tıp ilerliyor, çevre aktivistleri haykırıyor... Ama eğitim hala aynı yerde sayıp duruyor.

Ve canlı kanlı savaşların halen olabilmesi belki de bunun en acı göstergesi.

Sorumluluk ve Hesap Verebilirlik

Eğitim bir toplumun kendi kendine tuttuğu aynadır.

Eğer bu ayna kırılmışsa, önce onu taşıyan elleri, ‘kendi ellerimizi’ incelememiz gerekir:
Öğretmenler, yöneticiler, ebeveynler, tasarımcılar, mimarlar, politikacılar… Biz, hepimiz. Ama en önemlisi: İlişkisel zekâ. (İç not 2: ‘İlişkisel zekâ’ derken burada kastettiğim, yalnızca Esther Perel’in popülerleştirdiği psikolojik anlama değil; ilişkisel öznenin nasıl kurulduğuna dair daha geniş bir düşünce hattına gönderme yapıyorum. Şilili biyologlar Humberto Maturana ve Francisco Varela, bilmenin ancak ilişkisellik içinde ortaya çıktığını savunur. Carol Gilligan, ahlaki sezgilerin bakım, karşılıklılık ve duyuma açıklık üzerinden şekillendiğini gösterir. Esther Perel ise modern ilişkilerdeki görünmez dinamikleri klinik pratik üzerinden çözümler. Bu üç yaklaşım bir araya geldiğinde eğitimdeki ilişkisel alanın—kimin duyulduğu, kimin susturulduğu, kime yer açıldığı—yalnızca pedagojik değil, aynı zamanda etik ve politik bir mimari olduğunu görürüz.)

Çünkü:

Bilgiyi – onu nasıl verdiğimiz değil, onunla kurduğumuz bağlantının niteliği belirler.

Mekânı – onu nasıl tasarladığımız değil, o mekânda nasıl var olduğumuz belirler.

Çocukları – onlara nasıl baktığımız değil, onları gerçekten görüp görmediğimiz belirler.

Bir toplumun en sessiz çocukları, en görünmeyen öğrencileri, en duyulmayan öğretmenleri… bize eğitimin mimarisinin ne kadar çöktüğünü anlatır. Ancak bunu doğru anladığımızda özgürlük üzerine de dürüstçe konuşabiliriz. Özgürlük sorumsuzluk hakkı değildir; sorumluluk ve hesap verebilirlik olmadan özgürlük, başkasının hayatına mal olan bir boşluktan öte bir şey değildir. İmardaki denetimsizliğin, depremde kaybettiğimiz Şampiyon Melekler’ den ve Kartalkaya yangınında yitirdiğimiz canlardan bize öğrettiği şey de tam olarak bu değil midir?

Umudu Korumak: İlişkisel Alanı Yeniden Açmak

Yazımı bir başka soru ile sona yaklaştırmak istiyorum:

Umuda saf bir duygu olarak değil, stratejik bir kararlılık olarak bakmak mümkün müdür?

Bir ilişkisel alan daraldığında yeniden açılabilir mi? Açılabilir sanki.
Bir ekosistem bozulduğunda yeniden canlanabilir mi? Umarım evet.
Bir eğitim sistemi zehirlendiğinde yeniden temizlenebilir mi? Yeterince uğraşırsak, neden olmasın.

Peki nasıl mı? Bunu nasıl mı başarabiliriz?

Bilmiyorum. Ama vazgeçmenin veya pes etmenin çare olmadığından eminim.

Öneriler listesi vermeye de niyetim yok.
Zaman ben dahil hepimizin fast-food reçetelerden bıktığı bir zaman.

Ama evet. Sorular sorabiliriz—çünkü sorular yön değiştirir, yön verir:

  • Kimlere yer açıyoruz?
  • Kimlerin sesini duymaya hazırız?
  • Kimlerin hikâyesini sahiden merak ediyoruz?
  • Eğitimde hangi ufukları genişletebiliriz?
  • Hangi ilişkisel yaraları görmezden gelmeyi bırakabiliriz?

Belki de soruların kendisi ve bu sorular etkisiyle artabilecek talep hakkımız tıkanmış akışı yeniden hareketlendirmemize yardımcı olabilecek ilk adımdır.

Ve Son Olarak

Nihayetinde, ‘eğitim’ dediğimiz şeyi — bu yazı bağlamında — tek cümleyle özetleyebiliriz:

Eğitim, bir toplumun çeşitliliği nasıl tanıdığını, adaleti nasıl dağıttığını, kimi kapsayıp kimi dışarıda bıraktığını ve sonunda kime ‘aidiyet’ sunduğunu belirleyen ilişkisel mimaridir.

Bu mimariyi daraltan her şey bizi küçültür, seçimlerimizi ve eylemlerimizi zayıflatır.
Bu mimariyi genişleten her şey de bizi olgunlaştırır, yetkinleştirir, güçlendirir, özgürleştirir.

Ve en önemlisi ilişkisel alan adilce genişlediğinde…
nefes almak ayrıcalık olmaktan çıkar.

20 Kasım 2025 – Lefkoşa

Görsel hakkında:

Yazıya eşlik eden görsel Shaun Tan’ın yazıp çizdiği “Şehrin İçinden Öyküler” isimli çocuk kitabında yer alan bir çalışmadır. Ben alttaki linkten aldım.

https://www.edebiyathaber.net/shaun-tan-bu-kez-sehrin-icinden-oykuler-anlatiyor/

Bu haber toplam 145 defa okunmuştur
Gaile 523. Sayısı

Gaile 523. Sayısı