
Gaile sordu: Birikim Özgür yanıtladı
Bu tablo yalnızca iktidarların değil toplumun ortak siyasal kültürünün ürünüdür. Dolayısıyla yalnızca neyi reddettiğimizi değil neyi iyi yönetemediğimizi de dürüstçe konuşmak zorundayız.
Birikim Özgür
[email protected]
İlahiyat Koleji Tartışması Neyi Anlatıyor?
Gönül isterdi ki eğitim sistemimizle ilgili sorulara bütünüyle eğitim bilimlerinin nesnel ve kanıta dayalı diliyle yanıt verebilseydik. Müfredatın niteliğini, öğretmen yetiştirme modellerini, pedagojik yaklaşımları, ölçme ve değerlendirme sistemlerini konuşarak eşitsizlikleri hangi bilimsel araçlarla azaltabileceğimizi tartışabilseydik. Fiziki ve teknolojik altyapı sorunlarını, tam gün eğitimin neden aksadığını, konteyner sınıfların nasıl kalıcı hale geldiğini, öğretmen açıklarını ve kalite kaybını eğitim biliminin kavramsal alanı içinde çözümleyebilseydik.
Ancak bugün mesele ne yazık ki bu noktadan çok daha ötede durmaktadır. Çünkü tartışma, “nasıl daha iyi bir eğitim sistemi kurarız?” sorusunu aşmaktadır. Bugün asıl mesele, eğitimin ne tür bir siyasal ve ideolojik mimarinin parçası haline getirildiği ve buna kimin karar verdiğidir. Dahası, özgürlüklere sonsuz saygı besleyen bir halkın kendi dinamiklerini aşan bir yapıda gündeme gelen bu hususu sağlıklı temelde tartışabilmesidir. Bu nedenle burada yalnızca eğitim bilimci refleksiyle değil doğrudan siyasal aklı devrede tutarak değerlendirme yapmak bir tercih değil bir zorunluluktur.
Ve nihayetinde şu gerçeği de teslim etmek gerekir: Mali disiplini kuramamış bir kamu yönetimi yapısında güçlü ve nitelikli bir kamusal eğitim altyapısının inşa edilmesi mümkün değildir. Eğitime gerçek yatırım yapılabilecek bir zemin ancak bütçe disiplininin sağlandığı, kaynak tahsisinin rasyonelleştiği ve kamu harcamalarının sürdürülebilir hale getirildiği bir mali yapıda mümkündür.
Tam da bu noktada meselenin yalnızca iç mali yapıyla da sınırlı olmadığını soğukkanlılıkla tespit etmemiz gerekir. Çünkü mali disiplinin sürdürülebilirliği, kamusal yatırımların planlanabilirliği ve kurumsal kapasitenin kalıcı biçimde güçlenmesi, dış kaynak bağımlılığıyla kurulan ilişkinin niteliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle Türkiye ile kurulan ilişki salt bir diplomasi meselesi değil kamusal hizmetlerin geleceğini belirleyen yapısal bir faktör hâline gelmektedir. Eğitim başta olmak üzere kamusal alanın sağlıklı biçimde inşa edilip edilemeyeceği tam da bu ilişkinin nasıl tanımlandığıyla yakından ilgilidir.
Türkiye ile ilişkiler meselesi yalnızca dönemsel siyasal tartışmaların değil uzun yıllardır iç siyasetin en önemli dinamiklerinden birisi olarak yapısal bir arayışın konusu olagelmiştir. Daha 1989 yılında, “Nasıl Bulgaristan’daki rejim Türkleri asimile ediyorsa, Türkiye de Kıbrıslıları asimile ediyor” diyerek toplumu uyaran bir siyasal iklimin içinden geliyoruz. O dönemde kurulan dil bir uyarı diliydi. Aynı zamanda bir karşıtlık ve kimlik savunusu refleksiydi. Ve muhtemelen o tarihsel bağlam içinde gerekliydi.
Bugün ise kendimize farklı bir soru sormak zorundayız: Hâlâ yalnızca karşıtlık üzerinden mi siyaset kuracağız, yoksa “geleceği planlayanlar yönetir” anlayışıyla stratejik bir akıl mı inşa edeceğiz? Çünkü mesele yalnızca bir okul meselesi değildir. Mesele, bu toplumun kendisini nasıl konumlandırdığı meselesidir.
Artık geniş bir kesim tarafından kabul gören temel gerçek şudur: Bu ülkenin geleceği ne hamasi kopuş söylemleriyle ne de koşulsuz bağımlılık diliyle inşa edilebilir. Asıl mesele bu ilişkinin niteliğidir; vesayet üretmeyen, kalkınma ve kurumsallaşma imkânı yaratan bir model kurulup kurulamayacağıdır.
Bu çerçevede yıllar boyunca imzalanan protokollerin yalnızca mali destek metinleri değil yerel ihtiyaçlarla uyumlaştırılmış yapısal dönüşüm imkânları olarak değerlendirilmesi anlamlıdır. İş birliği kavramı bağımlılık değil karşılıklılık zemininde ele alınmak zorundadır. Sağlıklı bir Türkiye ilişkisi Kıbrıs Türk halkının iradesini zayıflatan değil onu güçlendiren bir araç haline gelmelidir.
Bu çerçeve netleşmeden eğitim alanında da tutarlı bir politika üretilemez. Çünkü kurumsal özerkliği zayıflayan her yapı en hassas alanlarını dış siyasal etkilere açık hale getirir. Eğitim bu alanların başında gelir.
Bugün İlahiyat Koleji tartışması bu bağlamda okunmalıdır. Bu tartışma yalnızca yeni bir okul açılması meselesi değildir. Kamusal alanın hangi değerler üzerinden şekillendirileceği, devletin eğitim eliyle nasıl bir yurttaş profili inşa etmeye çalıştığı sorusuyla doğrudan bağlantılıdır.
Bu toplumda dinle, inançla ya da ibadetle doğrudan bir sorun yoktur. Sorun, dinin siyasal bir mühendislik aracına dönüştürülmesidir.
Bu noktada bir toplumsal yüzleşme ihtiyacı da vardır. Yıllarca “Bize saray yapacağınıza hastane yapın, okul yapın” denildi. Ancak depreme dayanıklı okul gerekçesiyle yeni vergiler üretilirken, bu kaynaklar yatırımlar yerine cari harcamalarda eritilirken burada da bir toplumsal sorumluluk alanı oluştu. Bu tablo yalnızca iktidarların değil toplumun ortak siyasal kültürünün ürünüdür. Dolayısıyla yalnızca neyi reddettiğimizi değil neyi iyi yönetemediğimizi de dürüstçe konuşmak zorundayız.
Bu gerçeklik şunu açık hale getirir: İlahiyat Koleji tartışmasını sağlıklı yapabilmenin ilk şartı kendi kaynaklarını rasyonel, şeffaf ve etkin biçimde yönetebileceğine dair toplumsal bir iradenin oluşmasıdır. Aksi halde itirazlar haklı bile olsa toplumsal ikna gücünü zayıflatır. Çünkü itiraz binaya, tuğlaya, betona ya da tabelaya değildir. İtiraz pedagojik ve zihinsel çerçeveyedir. Mesele okul yapmak değil nasıl bir okul yapıldığı meselesidir. İkinci İlahiyat Koleji girişimi bu açıdan kritik bir eşik oluşturmaktadır.
Bu tür kurumlar pedagojik bir ihtiyacın ötesine geçip ideolojik bir işleve evrildiğinde toplumsal fayda üretmez. Bu nedenle itirazlar din karşıtlığı değil laiklik ilkesine, çoğulculuğa ve anayasal düzene bağlılığın sonucudur.
Türkiye’de şekillenen “devlet aklı” ile Kıbrıslı Türk entelijensiyası arasında uzun süredir derinleşen bir zihniyet kopukluğu bulunmaktadır. Bu kopukluk yalnızca kimlik ya da kültür ekseninde okunduğunda toplum bir karşıtlık tuzağına sürüklenir.
Asıl kritik soru şudur: Sürekli itiraz eden ama alternatif üretmeyen bir pozisyonda mı kalacağız yoksa değişimi doğru okuyup ortaklaşılabilecek alanları mı genişleteceğiz? Bu soruya verilecek yanıt koşulsuz bağımlılık paradigmasının sorgulanabilir hale gelmesi açısından hayati önemdedir.
Bu noktada ciddi bir tezatla da karşı karşıyayız. Siyasal alan özelinde toplumu bilinçlendirme ve uyarma sorumluluğuyla yükseltilen her karşıtlık dili, gerçekten süreci yavaşlatmakta mı yoksa farkında olmadan hızlandırmakta mı? Bu artık yalnızca bir üslup değil stratejik bir meseledir.
Bu nedenle bugün ihtiyaç duyulan şey refleksle karşıtlık üretmek değil olan biteni soğukkanlılıkla görmek, okumak ve anlamak; aynı zamanda içeride sabırla sağlam bir kurumsal zemin inşa etmektir. Kurumsal kapasiteyi güçlendirmek, mali disiplini tesis etmek ve devleti yönetilebilir hale getirmek zorunluluktur.
Ancak bu dengeler kurulduğunda Türkiye ile daha eşitlikçi bir ilişki modeli gerçekçi biçimde gündeme gelebilir.
Dünya ölçeğindeki ekonomik dönüşümleri görmezden gelmek, kamu-özel iş birliği alanlarını toptan reddetmek ve hali hazırda geç kalınmış olan yapısal reformlara sırt çevirmek, bu ülkeyi yönetemez bir siyasal imaj üretir. Bu da iktidara gelinse bile krizlerle anılan bir dönem riskini büyütür.
Bu yüzden bugün siyaseten ihtiyaç duyulan şey refleksle karşıtlık üretmek değil rasyonel iş birliği zeminini güçlendirmektir. İlahiyat Koleji tartışması bu anlamda yalnızca bir eğitim meselesi değil bağımlılık paradigmasına hapsettiğimiz bir rejimden çıkış arayışıdır da aynı zamanda.
Kıbrıs Türk entelijensiyasının somut koşulların somut tahlili üzerinden stratejik bir akla ihtiyaç duyduğumuzu kapsamlı şekilde işleyerek Kıbrıs Türk siyasetine bu anlamda yön vermeyi başarması kritik bir konuya dönüşmüştür. Zira siyasal alandaki mali disiplin ve yapısal reformlara ilişkin tutukluğumuz sebebiyle bağımlılık paradigmasına hapsettiğimiz rejimde mevzu dönüp dolaşıp nasıl bir toplumda yaşayacağımız sorusuna dayanmıştır ve bu soruya verilecek yanıt yalnızca bugünü değil geleceği de belirleyecektir.
















