1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – II: Trump vakası
Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – II: Trump vakası

Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – II: Trump vakası

Trump’ın sağ popülist söylemleriyle birlikte entelektüellere, Meksikalı göçmenlere, ithal ürünlerin kaynağı Çin’e ve terörizmin kaynağı olarak görülen Müslümanlara yönelmiş durumda.

A+A-

 

 

Yonca Özdemir

(yoncita@gmail.com)

 

Kulağa kötü bir şaka gibi gelse de ırkçı, yabancı düşmanı, islamofobik ve kadın düşmanı olarak tanımlanan ünlü milyarder Donald Trump 8 Kasım 2016 tarihinde Amerikan başkanlık seçimlerini kazandı ve iki hafta evvel de yemin ederek başkanlık icraatlarına başladı. Tüm dünyayı sarsan bu gelişme dünyada sağ popülizmin yükselişine en büyük kanıt teşkil ediyor. Dünya sisteminin Amerika hegemonyası altında işlediğini göz önünde bulundursak, doğal olarak bu gelişme popülizmin diğer ülkelerde yükselişine kıyasla çok daha büyük bir endişe yaratıyor.

***

Geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi, sağ popülizmin yükselişini küresel ekonomik gelişmelerden ve onların sosyal sınıflar üzerindeki etkilerinden bağımsız düşünmek imkânsız. Dolayısıyla, Amerika’da Trump’ın başkanlığa dek yükselişini anlamak için de hem küresel kapitalizmin son dönemlerdeki gelişimine, hem de bunun Amerikan toplumu üzerindeki yansımalarına bakmak gerekir.

Amerika’yı diğer herhangi bir ülkeden ayrıca başlıca özellik dünya sistemindeki “egemen” (hegemon) konumudur. O yüzden diğer ülkelerde popülizmin yükselişinden neoliberal kapitalizmi sorumlu tutarken, Amerika için aynı şeyi yapmak çelişkili görünebiliyor. Nitekim,neoliberal kapitalizmden en çok Amerika faydalanmaktadır. Zaten onlarca yıldır neoliberalizmin en iyi ekonomik model olduğunu savunup gerek Amerikan şirketleri, gerek hegemonyası altındaki uluslararası kurumlar (IMF ve Dünya Bankası gibi) aracılığıyla neoliberal küreselleşmeyi tüm dünyaya yayan ve dayatan Amerika’nın kendisiydi. Şu anda Amerika kendi yarattığı canavarın kurbanı oluyor diyebiliriz. Ancak, bu olanları anlamak için Amerikan toplumunu Amerikan sermayesinden ayırmalı, Amerikan devletini de sermaye karşısında gittikçe zayıflamış bir aktör olarak kabul etmeliyiz.

II. Dünya Savaşı sonrası Büyük Buhran ve faşizm tecrübelerinden çıkarılan dersler sonucu Amerika önderliği ve egemenliğinde liberal-uzlaşmacı (Keynesyen) bir kapitalizm benimsenmişti. Bu sistemde ticarette serbestlik esas alınırken uluslararası sermaye hareketleri kısıtlanmıştı. Bu koşullarda şirketler sermaye birikiminin çoğunu milli sınırlar içinde yapmak zorundaydı ve bu yüzden sermaye için anavatandaki ekonomik ve siyasi istikrar ve sosyal politikalarla da desteklenen genel refah seviyesi önemliydi. 1970’lerde dünyanın ekonomik durgunluğa girmesi ve şirketlerin kar oranlarının düşmeye başlaması sonucu aksamaya başlayan bu sistem 1979 itibariyle yerini neoliberal kapitalizme bırakmaya başladı. Bu değişim Thatcher ile ilk İngiltere’de başlamış olsa dahi, egemen konumu sebebiyle Amerikan politikaları çok daha belirleyici olmuştur. 1980’li yıllar itibariyle başta Amerika olmak üzere pek çok devlet sermaye hareketleri üzerindeki kontrolleri kaldırdı ve böylece sermaye daha çok kar elde edebileceği mekanlara kolayca kaymaya başladı. Artık zaten daha az vergi ödemekte olan sermaye, yatırımlarını da gerektiğinde yurtdışında yaparak milli sınırların ve ulus devletin boyunduruğundan çıktı. Vergi gelirleri azalan devletler ise sosyal harcamaları kısmak yoluna gitti. Özellikle üretken sermaye yurtdışına kaçtıkça Amerika gibi gelişmiş ülkelerde işsizlik artıyordu. Aynı zamanda hızla gelişen teknolojiler de imalat sektörlerinde mekanizasyona, dolayısıyla işçi kıyımına yol açıyordu. Bunların sonucu toplumda hızla artan sosyo-ekonomik sorunlara ise devletler gitgide daha yetersiz cevap veriyordu. Yani bir yandan sermayenin ulus devlet ile bağları kopuyordu, öte yandan da ulus devletin vatandaşları ile bağı kopuyordu.

Bu süreç aslında tüm dünyada yaşandı ama herhalde en yoğun ve en vahşice Amerika’da yaşandı. Trump vakasını bu birikmiş gerilimin patlaması şeklinde yorumlayabiliriz. Hatta buna gecikmiş bir patlama diyebiliriz. Diğer gelişmiş ülkelere kıyasla daha büyük eşitsizlik yaratmasına rağmen, şimdiye dek Amerika’da neoliberal kapitalizmin sosyal ve siyasal patlamalara yol açmadan gelişmiş olması aslında şaşırtıcı. Bunun birinci nedeni neoliberal küreselleşme sürecinden en çok Amerika’nın, daha doğrusu Amerikan sermayesinin nasiplenmiş olmasıdır. İşçi ücretleri 1970’lerden beri neredeyse hiç artmayan Amerika’da, şirketlerin ucuza üretim yapabilecekleri ülkelere kaçmasıyla, işsizlik sorunu artmaya ve işçi ücretleri iyice baskılanmaya başladı. Ancak, ucuza mal edilen ürünler ithal mal olarak Amerikan pazarına geliyor ve bu ucuz mallar sayesinde Amerikan emekçilerinin hayat standardında fazla bir düşme yaşanmıyordu.

İkinci neden ise Amerika’nın çok büyük bir ülke olması ve çok büyük bir iç piyasaya sahip olmasıdır. Öyle ki, neoliberal küreselleşme sürecinde işsiz kalanlar (örneğin Detroit’te bir otomobil fabrikası işçisi) aynı süreçte ekonomisi güçlenen bazı eyaletlere (Kaliforniya gibi) göç ederek iş bulabiliyordu. Fakat 1960’larda bir imalat fabrikasında çalışan işçi ücretiyle, sendikasıyla, sosyal haklarıyla gayet refah bir hayat geçirebiliyorken, bugün o fabrikadaki işini kaybeden işçinin aynı şartlara sahip bir iş bulması imkânsız. Yani Ford’da işini kaybeden bir otomobil işçisi bugün büyük olasılıkla ancak yarı-zamanlı bir McDonald’s işi bulabilecektir. Nitekim, bugün tam zamanlı çalışan erkek işçilerin ortalama geliri 42 yıl öncesine göre daha düşüktür ve üniversite eğitimi olmayanların yeterli ücret veren tam zamanlı bir iş bulma olasılığı da gittikçe azalıyor.[1]Bu durumun orta sınıf kitleler arasında ne kadar endişe ve öfke yarattığını anlamak hiç de zor değil. 2007-2008 krizi de bu koşulları iyice kötüye götürerek endişe ve öfkeyi tırmandırdı. Bu endişe ve öfke siyasi düzende bir karşılık bulamayınca da çaresiz kitleler Trump gibi sözde düzen karşıtı söylemlerle ortaya çıkan bir popüliste yöneldi.

***

Bu dizinin ilk yazısında bahsettiğim gibi, popülizm bir demokrasi krizidir.[2] Popülizme elverişli ortam, neoliberal kapitalizm sebebiyle toplumda gittikçe büyüyen sıkıntıların siyasi düzen tarafından görmezden gelinmesi ve kendini gittikçe güvencesiz hisseden kitlelerin ihtiyaçlarının karşılanmaması sonucu ortaya çıkar.2008’de Obama’nın seçilmesi aslında neoliberal küreselleşme sürecine ve getirdiği krize karşı Amerikan seçmeninin verdiği ilk tepkiydi. Sonuçta Obama sosyal demokrat diyebileceğimiz bir seçim kampanyası yürütmüş, çalışan sınıfların, azınlıkların sesi olacağını, özellikle de her ihtiyacı olana sağlık sigortası bağlanacağı vaatleriyle başkan olmuştu. Sonuçta Obama verdiği sözlerin büyük bir kısmını tutamadı ve Obama’nın çok sulandırılmış sosyal demokrasisi toplumda birikmiş ekonomik sıkıntıları ve sosyal gerilimleri çözmeye yetmedi. Aslında Obama en alt sınıflarda destek bulmaya devam ediyordu, ama gitgide sosyal konumlarını kaybeden ve endişe düzeyi artan orta sınıf Amerikalılar için bir çare olamadı. Neoliberal küreselleşmenin en çok tehdit ettiği bu Amerikalıların çoğu bu sefer tercihlerini bu tehdit üzerinden popülizm yapan Trump’dan yana kullandılar. 

Kısacası, Trump’ın seçilmesine neden olan onun karizması ve ona oy verenlerin otoriter eğilimleri değil, genelde büyük sermayenin şekillendirdiği ve onun çıkarlarına çalışan siyasi düzenin artan işsizlik ,eşitsizlik, durağan ücretler, fakirleşen orta sınıf gibi problemlere karşı tepkisiz kalması sonucu yükselen kızgınlık ve çaresizliktir. Ne yazık ki şu anda bu kızgınlık ve çaresizlik Trump’ın sağ popülist söylemleriyle birlikte entelektüellere, Meksikalı göçmenlere, ithal ürünlerin kaynağı Çin’e ve terörizmin kaynağı olarak görülen Müslümanlara yönelmiş durumda.

***

Amerika’nın geleceği konusunda iki farklı senaryo çizebiliriz. İyimser olan senaryoya göre, Amerika Trump ile demokrasisini test eder ve bu testten başarıyla çıkar. Kısaca, Amerikan demokrasinin köklü kuvvetler ayrılığı mekanizmaları başarıyla işler ve Trump Amerika ve dünya sisteminde çok fazla bir hasara yol açmadan gider. Yani, Trump ya anayasaya karşı davranmaktan süresi dolmadan görevden alınır, ya iki sene sonraki ara seçimlerde Kongrede Cumhuriyetçilerin çoğunluğu kaybetmesiyle eli kolu bağlanır, ya da en kötüsünden dört yıl esip gürler ama dediklerinin çoğunu yapamayıp bir dahaki seçimlerde iktidarı kaybeder.Ancak umarız ki Amerikan toplumu ve seçkinleri bu tecrübeden gerekli dersleri çıkarır ve mevcut sistemin ciddi bir eleştirisini yaparakdevlet ve piyasa arasında daha sağlıklı bir denge kuran yeni bir sistem üzerinde uzlaşırlar.

İkincisi senaryoda ise Trump Amerikan demokrasisinin boşluklarını kullanarak hem iktidarda kalmayı başarır, hem de iktidardayken Amerika’yı ve dünyayı kendi görüşlerine göre şekillendirmeye başlar. Bu da içeride yabancı düşmanı, ırkçı ve cinsiyetçi, dışarıda da milliyetçi ve izolasyoncu politikaların uygulanacağı ve hem Amerikan toplumunun, hem de dünyanın kutuplaştığı, çatışmaların ve şiddetin arttığı bir dönem yaşayacağımız anlamına gelir. Daha açıkça ifade etmek gerekirse, II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan hegemonyası altında yaratılan liberal dünya düzeninin tamamen çöküşüne tanık olabiliriz. İşin ilginç yanı, her ne kadar Trump “Amerika’yı tekrar büyük yapma” vaadiyle seçim kazandıysa da, onun seçilmesi Amerikan hegemonyasının artık sona eriyor oluşunun bir göstergesi. Eğer ikinci senaryo işlerse, Amerikan hegemonyası sadece hızla sona ermekle kalmayacak, yeni bir düzene geçişin sancıları dünyada büyük yıkımlar da yaratacak.

Bana kalırsa, Amerika’nın kendi öncülüğünde iyice serbestleşen ve küreselleşen sermaye bugün Amerikan başkanının dizginleyemeyeceği kadar güçlü ve bağımsız. Dolayısıyla kendisi de bu sermayenin parçası olan Trump’ın sermayeyi kısıtlayıcı politikalar izleyeceğini beklemiyorum. Her ne kadar emekçi orta sınıfların oylarıyla başa gelmişse de megaloman karakterli bu milyarderin emek dostu politikalar izleyeceğini varsaymak büyük saflık olur. Aksine, Trump sermaye yanlısı politikaları daha da güçlendirecek ve sosyal politikaları sınırlandıracaktır. “Milli sermayeci” görünmeye çalışsa da kendi şirketleri dünyanın dört bucağında yatırımlar yapan birinin ekonomik açıdan korumacı politikalar uygulayacağına inanmak gerçekten zor. Büyük ihtimalle ekonomik politikalar açısından hem kendi konumu, hem de küresel sermayenin gücü sebebiyle sözünü tutamayacak olan Trump’ın popülaritesini kaybetmemek için daha çok yabancı düşmanı, göç karşıtı ve cinsiyetçi politikalar ile oy toplamaya çalışacağına tanık olacağız. Bu da bolca göçmen barındıran ve oldukça heterojen olan Amerika toplumu için oldukça gerilimli bir süreç olacaktır.

 

Notlar

 

[1] Joseph E. Stiglitz (2016, 19Aralık), “Bad News forAmerica’sWorkers,” Project Syndicate<https://www.project-syndicate.org/commentary/trump-economy-hurts-workers-by-joseph-e--stiglitz-2016-12>. 

[2] Yonca Özdemir (2017, 29 Ocak), “Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – I,” Gaile<https://www.yeniduzen.com/kuresel-kriz-ve-sag-populizmin-yukselisi-i-85987h.htm>.

Bu haber toplam 7335 defa okunmuştur
Etiketler : ,
Gaile 404. Sayısı

Gaile 404. Sayısı

İlgili Haberler