1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Homo-fanaticuslar ve Türk Spor Medyası
Homo-fanaticuslar ve Türk Spor Medyası

Homo-fanaticuslar ve Türk Spor Medyası

Onur Yükçü: Futbol, dünyanın diğer birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye‘de de erkeklerin sahiplendiği bir spor branşı. Ancak Türkiye futbolunun özelliği, testesteron oranının belki de başka hiçbir ülke futbolunda olmadığı kadar yüksek olması.

A+A-

 

Onur Yükçü
[email protected]

 

 

Futbol, dünyanın diğer birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye‘de de erkeklerin sahiplendiği bir spor branşı. Ancak Türkiye futbolunun özelliği, testesteron oranının belki de başka hiçbir ülke futbolunda  olmadığı kadar yüksek olması. Ülkedeki futbol o kadar eril ki federasyonun belirlediği kurallara uymayan kulüpler, müsabakalara yalnızca kadın ve çocukların alındığı bir ceza sistemine tabi tutuluyor. Haliyle böylesine maskülen bir branşın müsabakaları sırasında, avcı-toplayıcı kabilelerden kalma davranış biçimlerine rastlamak sürpriz değil. Türkiye’de statlara futbol seyretmeye gidenler arasında görüntü olarak bugünün homo saphiensini andırsa da, insanlığın tüm birikimini reddedercesine henüz homo habilis evresinde bir düşünce biçimine hapsolmuş, “ölmeye ve öldürmeye‘‘ hazır kimseler görmek oldukça mümkün. Bununla beraber sahadaki futbolcular arasında yaşanan şiddet ve ırkçılık olayları da cabası.

Tüm bunlara rağmen (daha doğrusu tam da bu yüzden) futbolun toplumun kohezyonu olduğu iddiasını taşıyan estetik bir kaygı var. Maç sırasında onlarca kez birbirini boğazlamaya çalışan iki futbolcunun müsabakanın tek bir anında hasbelkader birbirine dokunması, saatler süren maç sonrası programlarında, yavaş çekim eşliğinde yumuşak tona inen bir yorumcunun sesi tarafından estetize ediliyor. Kısa süre önce maç seyrederken tüm vahşiliğiyle sahadakilere hakaretler yağdıran, kendisini ve belki etrafındaki insanları da hırpalayan “futbol seyircisi“ için televizyonda gerçekleştirilen bu enstantane sunumu, maç esnasında kontrolden çıkan testesteron seviyesinin normale inmesi ve yaşanan duygusal ve fiziksel şiddetin unutulması işlevini yerine getiriyor. Böylece belki bilinçaltında bir yerlerde, verdiği  tepkilerin anomalisinin farkına varma ihtimali olan “homo fanaticus“ bir anda, tüm yaptıklarının esasında o toplumun tutkalı olduğuna dair hipnotik ve abes bir kanıya varıyor. Bu kanının çıkış noktasını, bir futbol kulübüne yönelik hissedilen aidiyet duygusu oluşturuyor. Böylece geriye, kişiliklerini zaten bir aidiyet üzerine kurmuş olan homo fanaticusların bu varlık temelinin, Türkiye’de oldukça baskın olan milliyetçi aidiyete eklemlenmesi kalıyor.

Hal böyle olunca “dostluk-kardeşlik“  makyajı, futbol ekonomisinin (spor medyası-yayıncı kuruluş-kulüpler-futbolcular-spor ve magazin medyası-yayıncı kuruluş… şeklinde tanımlanabilecek) döngüsüne ahlaki bir ivme kazandırıyor. Bu ahlaki ivmenin yanında tribünlerden atılan sloganlar da vahşiliğiyle göz dolduruyor. Taraftar gruplarının birbirlerine sövme konusundaki yaratıcılıkları bir kenara, tribünlerdeki fedailik kültürü özellikle nefret ve hakaret unsurları içermediği iddia edilen tezahüratlarda kendisini ele veriyor. “Musalla taşının korkutamadığı“, “dar ağacında olsa bile“  takımını bırakmayan, “ölmeye gelmiş“ güruh, aslında patolojik ruh halini her maç tribünlerden bağıra bağıra faş ediyor. Spor medyası ise bu tezahüratları ve fanatizmi futbola içkin görürken her şiddet olayından sonra, yaşananları yapmacık bir şaşkınlık ifadesiyle kınayıveriyor. Aslında maça ölmeye geldiğini ilan eden bireyin, stat ve çevresinde çıkan şiddet olaylarının öznesi olması şaşılacak bir durum olmasa gerek.

Bununla beraber Türk futbol fanatizminde söz konusu yabancı düşmanlığıysa, hele gündemde Türk milliyetçiliği üzerindeki alerjik etkisi tecrübelerle sabit olan “Rum“ ve “Ermeni“ gibi ögeler de mevcutsa, milliyetçilik ile fanatizmin doğasında bulunan, “tehlike karşında“ süratle hemhal olabilme ve yekpare davranabilme özelliği devreye giriyor. Yıllardır “Türkler’in ayak seslerini Avrupa’da duyurma“ misyonunu üstlenen Türk futbol camiasında, Fenerbahçe- AEL Limassol maçından önce de hemen soğuk savaş pozisyonu alındı. Maç öncesinde güvenlik sebebiyle gündeme gelen bayrak konusu, Erman Toroğlu gibi Türk futbol yorumcularının güzide katkılarıyla bir kriz halini aldı.  Özellikle Trabzon’un yerel haber sitesi  Haber  61’de  çıkan “Trabzonspor bayrak açtı fener açamıyor!“ başlıklı haber, milliyetçi-fanatik mantık yapısını bizlere bayrak fetişizmiyle bezenmiş bir demet şeklinde sunuyor. Bir cumhuriyet projesi olan Türk milli eğitim sisteminin yıllardır yarattığı mantıki deformasyon sonucunda oluşan bu düşünce biçimi, spor, siyaset, iktisat vs. gibi kategorik bir ayrıma gitmeden her koşulda devletin kutsallarını birey ve toplumun önüne koyuyor. Bu milli eğitimden geçen bireyin, Kıbrıs’takine benzer hassasiyetleri içinde barındıran durumlarda insandan yana tavır alabilmesi için öncelikle kutsalların ezberinden ve tikelcilikten sıyrılıp evrensel bir perspektife yönelebilmiş olması gerekir. Bu evrensel bakış açısının, çoğunluğu homo fanaticuslardan oluşan ve sık sık milliyetçi kabarmalar yaşayan Türk spor medyası tarafından yakalanabilmesi çok mümkün gözükmüyor. Zira Kıbrıs’ta bayrak fetişizminin kurbanı olan Solomos Solomou‘ya, ülkücüler tarafından linç edilerek öldürülen Tassos Isaak'a, Apoel maçı sonrası soyunma odasının koridorunda maskeli ve sopalı linç grubunun elinden son anda kurtulan Pınar Karşıyaka’lı basketbolculara gözlerini ve vicdanlarını kapayan bir spor medyasından bahsediyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1057 defa okunmuştur