1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Ekonomi Üzerine Düşünceler – 4 Üretim ve Tüketim İlişkileri
Ekonomi Üzerine Düşünceler – 4 Üretim ve Tüketim İlişkileri

Ekonomi Üzerine Düşünceler – 4 Üretim ve Tüketim İlişkileri

Ekonomi Üzerine Düşünceler – 4 Üretim ve Tüketim İlişkileri

A+A-



Mertkan Hamit
mhamit@gmail.com

Ekonomi nedir sorusu neredeyse tüm ana akım ekonomi kitaplarında kıt kaynakların etkin bir biçimde yönetilmesi biçiminde cevaplanır. Bu noktada yapılan varsayım ekonomide herşeyin belli bir zaman içinde tükeneceği düşüncesinden oluşmaktadır. Petrol tükenir, zaman tükenir, değerli madenler tükenir. Bireyler ise bu birgün tükenecek olan kaynaklara bağımlı bir biçimde hayatlarını sürdürürler. Kaynakların kıt olmasına karşı bireylerin hiçbir zaman tükenmeyecek olan istekleri esas zorluğu oluşturmaktadır.
Liberal düşünce kuramının başlangıcında teorik anlamda ciddi katkıları bulunan Malthus, geometrik nüfus teoremi ve emeğin yapısı üzerine yaptığı iddiaların yanına sürekli artan nüfusu da yerleştirmişti. İki yüzyıldan biraz daha fazla bir süre önce oluşturduğu nüfus yaklaşımı dahilinde Malthus’un üretici güçleri algılayışı son derece acımasızdı. Ona göre halkın büyük bölümü değersiz bir kalabalıktan ibaretti ve kaynakların yetersizliğine dair esas zorluğu kalabalıklaşan nüfus oluşturmaktaydı. Bu yüzden Malthus’a göre bu kalabalığın sayısı kontrol edilmeliydi. Öyle ki, fakir nüfusunu kontrol etmek adına o katmana ait olanları temsil eden işçilerin vebadan ölmesine neden olacak bir hayat sürmeleri sürekli kılınmalıydı. Tembel emekçi sınıf için uzun yaşamak hak edilecek bir davranış değildi. Uzun yaşamak ahlaklı ve zengin toprak ağası ve kapitalistlerin hakk olmalıydı. Bu yüzden fakirlerin uzun yaşamamasını talep etmek adaletliydi (Hunt, İktisadi Düşünce Tarihi, 2005 99-122). Gerçek şu ki, Malthus yaşadığı dönemde sermaye ve toprak sahibi sınıfların çıkarlarını açık ve fazlasıyla dürüst bir biçimde savunuyordu. 
Malthus’un bu acımasız nüfus algısı, sonraki yıllarda Darwin’i de etkilediği aşikardır. Buna rağmen bugün yaşamakta olduğumuz piyasa kapitalizmi nüfus meselesini daha farklı bir biçimde algılamaktadır. Bir tarafta teknolojnin gelişmesiyle kaynakların daha verimli kullanılması, diğer taraftan kalabalık nüfusa sahip bölgelerde ücretler üzerinden baskı yapılmasıyla karlılığın sürekli olması Malthus’un nüfus üzerine yapılan varsayımlarından ciddi bir sapma olduğunu ortaya koymaktadır.
Nüfusun rakamsal ifadesi ve buna dair kaygıları bugün geçerli olmasa da, Malthus’un ahlak anlayışının kapitalizmdeki izlerini bugün de görmemiz mümkündür. Siyasal iktisatçı olmasının yanında bir rahip de olan Malthus muhafazakar ve kapitalist bir bakış açısından hareketle oluşturduğu ahlak anlayışında sınıf düşmanlığı da son derece açıktır.
Ağırlıklı olarak sermaye sınıfına dahil olanlarca tüketilecek ürünlerin, üretilen şeylere belki de asla sahip olamayacak işçiler tarafından yapılması, ekonomideki temel kırılma noktalarından birini oluşturur. Üretenlerin büyük bölümü ürettikleri ürünü piyasada edinemezler, üretilen ürünlerin sahibi olan kişiler ise üretim sürecine herhangi bir katkıda bulunmamalarına rağmen tüketim sürecinin ana aktörü olurlar. Bunun ciddi bir asimetri yarattığı ortadadır. Bu asimetrinin temeli de mülkiyet ilişkilerinde ve mülkiyet kavramında yatmaktadır.Bu nokta da mülkiyete dair biraz daha derinlemesine bakmakta yarar görüyorum.
Mülkiyet, karmaşık bir meseledir. Hukuki ve ekonomik olarak da son derece önemli bir kavramdır. Bireysel açıdan mülkiyet, bir aidiyet ilişkisini temsil eder. Yaşanılan ev, kullanılan araba, cep telefonu, saat vs… gibi küçük veya büyük şeylerin sahibi olmak eş zamanlı olarak bireysel anlamda kimliğe ciddi bir etki oluşturur. Kollektif olarak düşünüldüğünde de tüm bunların, kültürel ve ulusal kimlik üzerine de yansımaları azımsanamaz. Bir diğer tarafta ise zenginliğin kaynağı olarak mülkiyet ilişkisi söz konusudur. Fabrikaların, toprağın, imalathanelerin sahibi olmak sadece bir binaya sahip olmak değildir. Aynı zamanda bu oradaki üretim araçlarının da sahibi olmak anlamına gelir. Üretim araçlarına sahip olmak günün sonunda yeni rantların yaratılmasına, buradan da bireylerin zenginleşmesine olanak sağlamaktadır. Üretim araçlarını kullanarak şeyleri hammaddeden ürüne çevirecek olan emek de bu noktada üretim aracı olarak kurgulanır. Yani belirli bir süre boyunca belli bir üretim alanında emeğini satan işçi, sermaye sahibinin mülkü haline gelir. Sonucunda üretilen ürünler de, üretene değil sermayeye sahip olan kişiye ait olur. Bir kapitaliste göre emek sermayenin tükettiği bir metadır.
Emeği bir makineyle veya bir toprak parçasıyla eş değerde okuyan kapitalist ekonomik anlayış bu noktada muhalif algı ile ciddi bir farklılaşma yaşar. Emeğin insan ürünü olduğunu, positivist ve matematiksel tanımlar dışında bireysel bir otonomisi olduğunu ana akım ekonomi teorisi görmezden gelir. Görev, maaş ve sorumluluk gibi meta değerler ile emeğin değerini ölçmeye çalışırken, gönüllü olarak belli işleri yapan insanları, para almadan hizmet vermeyi tercih eden çalışanları bu noktada konumlandırmakta zorluk yaşar. Bu noktada da emek ilişkilerine, sermaye ilişkilerine bakar gibi sistematik bir biçimde algılama deneyimi tatmin edici sonuçlar vermez.
Tekil olarak emeğe bakmak yerine bütünlüklü olarak baktığımızda üretim ve tüketim ilişkilerinde nüfustan bağımsız bir biçimde bunu düşünmenin mümkün olmadığı ortaya çıkar. Bu hem en genel anlamda piyasa arz ve talep dengesi için, hem de nüfusun sosyolojik formasyonu itibariyle önemlidir. Emekçiler, zenginler, kapitalistler, memurlar, ev kadınları veya çocuklar kalabalığın içinde ekonomiyi etkileyen kararları veren öznelerdir. Bu noktada emeği sadece sermayenin devamlılığı için gerekli bir araç olarak algılamak resmin ciddi bir bölümünü görmezden gelmek demektir.
Günümüz üretim ve paylaşım ilişkileri ise üretici güçlerin ‘verimlilik’ söylemi altında ciddi bir biçimde sömürüyü ortaya çıkarır. Kar güdüsüyle yapılan üretimin fazla oluşturma riski her zaman vardır. Bunun önüne geçilmesi için ise tüketim çeşitli pazarlama ve reklamcılık teknikleriyle özendirilir. Bu noktada tüketimin iki boyutu ortaya çıkar. Birincisi psiko-sosyal bir ihtiyaç, tanınma çabası ve aidiyet eksenindeyken, ikincisi sistemin sürekliliği için gerekli ‘tüketim’ biçimindedir.
En başta belirtildiği gibi kaynakların tükeneceği kaygısından hareketle oluşacak ekonomik anlayış, üretim ve tüketim sürecini emekten bağımsız bir biçimde kurgulaması kaçınılmazdır. Üretilen değer ile emek süreci arasında yaşanılan yabancılaşma, tüketilecek olan ürünün de sadece sistemin devamına yarayacağı algısını yaratır. Bu noktada ihtiyaca yönelik tüketimin mümkün olmadığına dair bir algı oluşur. Tüketimin birinci ve ikinci hali arasındaki geçişler karmaşık bir durumu yaratır. Biri var olabilmek ile ilgili bir kavgayı ortaya koyarken, öteki tahakkümün devamını temsil eder. Bu noktada tüketimi emek tarafından konumlandırmak son derece önemlidir. Çünkü ancak emeğin devamlılığı ve bireylerin ihtiyaçları olarak algılanacak olan bir tüketim anlayışı tutsak edici olmaz.

 

------------------------------

Bir önceki hafta Mustafa Öngün’ün tartıştığı Gezi Parkı ve Müslüman Demokratın Krizi başlıklı yazısında da ahlaki açıdan Türkiye’deki kapitalist anlayış ile (AKP) muhafazakar ahlağın (müslüman ahlağı) arasındaki çıkmazı ortaya koymuştu. Benzeri bir minvalde, Malthus’un ortaya koyduğu erdemli sermaye sahipleri ile ahlaksız işçi sınıfı üzerine oluşturduğu ikilem bugün çapulcular ve vatandaşlar arasındaki ayrım olarak da görülebilir.

Bu haber toplam 8251 defa okunmuştur
Gaile 219. Sayısı

Gaile 219. Sayısı