1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (44)
Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (44)

Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (44)

Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (44)

A+A-

 


Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy


Lefkoşa’dan Baf’a yaptığım bir dolmuş yolculuğu esnasında başıma gelenler Kıbrıs Rum toplumunda “Türk” olarak yaşamanın nasıl bir şey olabileceğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermişti. Limasol’da dolmuş değiştirip Baf arabasına bindiğimde, önde, şoförün yanında bir beyefendi oturuyordu. Dolmuş, Limasol’u dolaşarak yolcu almaya başlayınca, öndeki beyefendi “sizi tanıdım, siz Yannakis Matsis ile televizyon programına katılan Türk’sünüz” dedi. “Evet”, diyerek söylediklerini doğruladım. Kendisin Baf’lı bir işadamı olarak tanıttı ve Kıbrıslı Türklerle her zaman çok iyi ilişkiler içinde olduğunu, özellikle Dr. İhsan Ali ile büyük bir dostluk kurduklarını söyledi. Kıbrıslı Rumlarla karşılaştığım zaman “Kıbrıslı Türklerle hiç bir sorunlarının olmadığını, çok iyi ilişkiler içinde olduklarını söylemelerine ve eski dostluklarını yâd etmelerine o kadar çok alışmıştım ki, tepki göstermemek için ciddi bir özen gösteriyordum. Bunun 1974 sonrası resmi devlet politikası olduğunu biliyordum. Tek sorun “Türk işgalidir” ya… Herkesin dilinde aynı terane vardı. Hiç bir özeleştiride bulunmayan ve yaşanan etnik çatışma ve kıyımlar yüzünden tek bir kişinin bile yargılanmadığı bir toplumda durmadan öteki toplumla ilgili olarak “hiç bir sorunun olmadığını” işitmek bana ikiyüzlülük gibi geliyordu. Bu tür söylemler karşısında hiç heyecanlanmadığım gibi, zamanla çok sıkılmaya başlamıştım. Hatta lafa böyle başlayanlara karşı bazen kabalık sayılabilecek bir davranış içine giriyor, araya abartılı bir mesafe koyuyordum. Fakat bir Kıbrıslı Türk’le karşılaştıkları için gerçekten içten heyecan duyanların sayısı hiç de az değildi. Yüzeysel nakaratların sığlığından olacak, benim onlara da pek tahammülüm kalmamıştı.
Dolmuş ilerledikçe ve yolcu almaya devam ettikçe, benimle yolun başında koyu bir sohbete dalan Baf’lı işadamının sessizliğe büründüğü dikkatimden kaçmamıştı. Özellikle en arka koltuğa oturan karı koca dolmuşa bindikten sonra tek kelime bile etmiyordu. Ben de elimdeki kitabı okumaya dalıp, sessizliğe gömülmüştüm. Limasol’u geride bırakıp Baf istikametine doğru yol alırken İngiliz üsler bölgesinde bir işçi bize katıldı ve yanımdaki son boş koltuğa oturdu. Zayıf, uzun boylu, yaşlı sayılabilecek işçinin yüzündeki çizgilerden zahmetli bir hayat yaşadığı belli oluyordu. Beni görür görmez tanıdı ve büyük bir heyecanla “sen Kıbrıslı Türk’sün, seni televizyonda gördüm” dedi. Ben daha tek kelime etmeden büyük bir sevinç ve heyecanla anlatmaya başladı. Uzun yıllar Kıbrıslı Türk işçilerle birlikte çalışmış, 1948 yılında iki toplumun işçilerinin birlikte katılımıyla gerçekleştirilen büyük maden grevinde bulunmuş, Kıbrıslı Türk işçilerle bir somun ekmeği bölüşmüş… Durmaksızın ve aşırı bir heyecanla, biraz da nostaljik bir edayla konuşuyordu. “Kıbrıs Kıbrıslılarındır. Bize Kalamaralardan ve Yörüklerden (Türkiyelilere “Yörük” demek Kıbrıs Rum toplumunda yaygın bir alışkanlıktır. Bu kavramı küçümseyici bir içerikle, çoğu zaman “geri kalmış” anlamında kullanıyorlar) hiç bir hayır gelmez. Biz kardeşiz. Bütün kötülüklerin kaynağı Kalamaralar, Yörükler ve emperyalistlerdir.” Yaşlı, çelimsiz işçi anlattıkça anlatıyor, ben ise kafamı sallamakla yetiniyordum. Bir anda ne olduysa oluverdi. Arka koltukta oturan karı-koca yaşlı işçi amcaya sille tokat girişmeye başladılar. Ona bir yandan “hainlik” basıyor, diğer yandan da acımasızca vuruyorlardı. Kısa boylu tıknaz adam yaşlı amcaya yumruk sallıyor, kıllı göğsündeki haç yumrukların ritmine göre sallanıp duruyordu. Karısı ise histerik çığlıklar atıyor ve işçi amcaya “alçak, komünist” diye bağırıyordu. Gözümün önüne Bertoluci’nin “1900” adlı filmindeki faşist ve sadist karı koca geldi. Öfkeden çıldıracak gibiydim. Dolmuşun şoförü, hiç bir olay karşısında sorumluluk almayan ama iyi niyetli sözler sarf ederek durumun yatışmasını bekleyen çoğu Kıbrıslılara özgü o tipik davranış içindeydi. Bu tür Kıbrıslılar, komşuları öldürülürken ağızlarını açıp tek kelime etmemişlerdi. Onlar her zaman “yapmayın, etmeyin” diyerek vicdanlarını rahatlatmak için iki kelime eder, sonra da yaşanan vahşet karşısında sus pus olurlardı. Yaşlı işçi amca kötü şekilde dövülürken, şoför bey “yapmayın, ayıptır” demekle yetiniyordu. Önde oturan ve bana Kıbrıslı Türklere duyduğu yakınlığı anlatan işadamının hali ise daha da tuhaftı. O da “yapmayın, etmeyin” deyip dururken, ağzından “ayıptır yahu, arabada bir Türk var!” demişti. Arabada adeta Kıbrıs Rum toplumunun sureti seyahat ediyordu. AKEL üyesi bir işçi, arka koltukta oturan iki faşist, direksiyonda büyük bir ihtimalle Makariosçu olan bir şoför ve onun yanında sonradan yüzeysel bir liberal olan muhtemelen eski EOKA’cı bir DİSİ’li... Faşistleri durduramayan liberaller, Kıbrıslı Türkleri yüzeysel bir anlayışla “kardeş” ilan eden AKEL’ciler ve herkesle iyi geçinmeye gayret eden ve tek derdi iktidar olmak olan Makariosçular…  Sanki yakın tarihin bütün aktörleri arabadaydı.
Sesimi ne zaman yükselttiğimi, nasıl avazımın çıktığı kadar bağırmaya başladığımı hatırlamıyorum. Birdenbire kendimi “sıkıysa, inin ulan arabadan” diye bağırırken ve faşistleri düelloya davet ederken buldum. Hiç bir şey beni yatıştıramıyordu. Yaşlı işçi amcanın acımasızca dövülmesine ses etmeyen adamlar şimdi iyice paniklemişlerdi. Ben şoföre “durdur ulan arabayı” diye bağırmaya devam ediyordum. Ortalığı derin bir sessizlik sarmıştı. Çıt çıkmıyordu. Baf’a yaklaştığımızda dolmuştan önce işçi amca inecekti. Her zaman öyle yapıyordu, çünkü evi kasabanın girişinde idi. Ben ise dolmuştan en son inip, Poli otobüsüyle yoluma devam edecektim. İşçi amca, “sen inmeden, ben bu arabadan inmem” demez mi! “Seni faşistlerin içinde bırakıp evime gidemem” diyerek ısrarla arabadan inmeyi reddediyordu. Çok duygulanmıştım. Acaba, yakın Kıbrıs tarihinde AKEL de böyle davransaydı, bu ülke bölünür müydü diye düşünmekten kendimi alamadım…
Dolmuş, yolcuları tek tek evlerinin önüne bırakıyordu. İşadamından sonra sırada faşist karı-koca vardı. Arabadan inerken bana dik dik bakarak, “kendini ölmüş bil” dediler ve arabadan indiler. Yaşlı işçi amca hala yanımdaydı. Poli’ye gidecek otobüse bininceye kadar da yanımdan ayrılmadı. Poli’ye vardığımda ilk işim Marios’u aramak oldu. Marios, silah kuşanmış bir anti-faşistti. 1974 darbesinde Nikos Samson’un kukla hükümetine karşı silahlı olarak direnen çok az kişiden biriydi. “Duvarımız” belgeselinde de yer almıştı. Genç yaşında silahla tanışmış, 1964 çatışmalarında henüz daha çocuk yaşındayken bir arkadaşı ile birlikte yoldan geçen bir Kıbrıslı Türk’e kurşun sıkmış, 1967 yılında Grivas’ın komutasında Köfünye köyüne saldıran birlikler içinde yer almıştı. Bu son hadise, hayatını esaslı biçimde değiştirmişti. “Köye girin ve canlı topal tavuk bile bırakmayın” emrini veren komutanından da, Köfünye’de gördüklerinden de nefret edecek ve bambaşka bir kişilik geliştirecekti. Artık Marios, aynı Marios değildi. Milliyetçiliğe karşı başkaldıran ve iki toplumun barış içinde bir arada yaşaması için mücadele eden biriydi. Hala da öyledir…
Marios’a telefonda dolmuş yolculuğunda başıma gelenleri anlattım ve çok korktuğumu söyledim. O faşisttin beni bulacağından endişe ediyordum. Kaldığım yer son derece tenha ve tekinsizdi. Argaka köyünde Savvas’ın evindeydim ve endişe içindeydim. Marios, oldukça soğukkanlı davrandı. “Korkma,  bu ülkede artık faşistlerin hiç bir hükmü yoktur” dedi. Bir tatsızlık olursa kendisini mutlaka aramamamı salık verdi. Durumu Savvas’a da anlattım ve uyumak üzere yatağa uzandım. Fakat ne mümkün! Uyku başka yerde, ben başka yerde geziniyorduk. Sabaha karşı bitkin düşünce, gözlerim kendiliğinden kapandı. Dalıp, gitmişim… Sabahın erken saatlerinde kapının sert ve ısrarlı bir şekilde çaldığını duyunca, korkuyla yatağımdan fırladım. Savvas’a kesinlikle kapıyı açmamasını tembih ettim. Bu, peşime düşen faşistten başkası olamazdı! Korkudan titriyordum. Kapı durmadan çalmaya devam ediyordu. Sonunda Savvas, kapıyı hafifçe araladı ve dışarıya baktı. Kapıda bir kaç Suriyeli kaçak işçi vardı. Savvas’ın ev sahibi onları evde yapılacak tamirat için göndermişti. Rahatlamıştım. Fakat uzun süre geceleri korku içinde yatağımdan fırlayacaktım…

Bu haber toplam 1305 defa okunmuştur
Gaile 226. Sayısı

Gaile 226. Sayısı