1. YAZARLAR

  2. Hamit Caner

  3. Altmış Günün Ardından: Devlet Dediğimiz Şey
Hamit Caner

Hamit Caner

Kumda Bir Balık

Altmış Günün Ardından: Devlet Dediğimiz Şey

A+A-

Hukukun yeniden hatırlandığı, kurumsallığın yeniden konuşulmaya başlandığı, “umut” kelimesinin temkinle de olsa tekrar yerini bulduğu kısa ama belirleyici bir dönem…

Sabah Lefkoşa’da, bir kahve kuyruğunda yan masadan şu cümle ilişti kulağıma. Yüksek sesle değil; sanki nazara gelmesin diye:

“Galiba yeniden devlet gibi yönetiliyoruz…”

Bu cümle bu ülkede kolay kurulmaz. Çünkü burada umut, uzun zamandır sessizce taşınan bir yük gibidir: Varlığını biliriz ama onu göstermekten çekiniriz. Hele yüksek sesle konuşursak, bozulacak sanırız.

Altmış gün geçti.

Ve yıllar sonra ilk kez insanlar birbirine şu duyguyu fısıldıyor: “Bir şeyler değişiyor.”

Sayın Cumhurbaşkanı Tufan Erhürman’ın göreve gelişinden bu yana geçen iki ay, Kuzey Kıbrıs’ın alışageldiği siyasal gürültünün dışına taşan bir tablo sundu. Ne hamaset… Ne de edilgen bir suskunluk… Onun yerine şunlar geldi:

Kuralı hatırlatan cümleler, kurumu işaret eden itirazlar, ve hepsinden önemlisi usule yaslanan bir siyasal dil.

Bu ülkede en büyük sorun yalnızca kötü yönetilmek değil aslında; daha da ağırı zaman zaman adeta yönetimsiz bırakılmamız. Kuralların kişilere göre eğilip büküldüğü, kurumların bir gecede yok sayıldığı, “oldu bitti”nin idare sayıldığı dönemlerden geçtik; hâlâ da tam çıkabilmiş değiliz.

Bir ara “devlet” dediğimiz şey sanki bir ‘WhatsApp’ mesajının sonuna konulan “tamamdır” kelimesiyle kuruluyor sanıldı. Meğer olmuyormuş.

Bugün fark tam burada beliriyor:
Erhürman’ın iki ayda hatırlattığı kavram “devlet”tir.
Ama tabelası olan bir devlet değil; kuralı, hafızası, usulü ve ciddiyeti olan bir devlet.

Siyasette altmış gün uzun bir süre değildir. Ama bazen doğru istikametin varlığı için altmış gün yeterlidir. Bu iki ayın özeti şu kadar yalın:

“Bu ülkede işler yeniden ilkelere dayanarak yürüyecek.”

Kulağa sıradan gelebilir. Ama bu ülkede en zor kurulan cümleler, genellikle en basit görünenlerdir.

Hukuk Devleti Lafla Olmaz

İlk altmış günde yapılan açıklamalara, verilen tepkilere, kullanılan dile bakıldığında ortak bir çizgi öne çıkıyor: Usul.

Bunu son haftalarda en çok kendi iş rutinimde hissettim. Bir dilekçe, bir yazışma, bir kurum kapısı… “Sonra ararız” cümlesinin yerini “Usulü nedir?”, “Yazılı gerekçe nerede?” soruları almaya başladı. Dışarıdan bakana küçük görünebilir; ama bu ülkede küçük ayrıntılar, yıllardır büyük tahribatların üzerini örtmek için kullanıldı, kullanılmakta.

Doğu Akdeniz Üniversitesi örneğinde olduğu gibi, “yetki bende” kolaycılığına yaslanmadan; “ben yaptım oldu” alışkanlığına mesafe koyan bir duruş sergilendi. Toplu görevden almaların, tek taraflı kararların, kurumsal hafızayı silen hamlelerin hukuk devletiyle bağdaşmadığı açıkça söylendi.

Bu, bir kurumu savunmaktan öte kurum fikrini savunmaktır. Ve bu ülkede en çok ihtiyaç duyduğumuz şey tam da budur.

Hukuk devleti bazen büyük manşetlerde değil, küçük sorularda kendini belli eder:
Kararın gerekçesi yazılır mı?
Süreç şeffaf yürür mü?
“Usul hatası” ciddiye alınır mı?
Resmî Gazete’ye düşen metin bir gecede “oldu bitti”ye mi gelir, yoksa tartışılarak mı olgunlaşır?

Bunlar “teknik” gibi görünür; ama aslında devletin omurgasıdır. Bizde teknik ayrıntıların bile “fazla lüks” sayıldığı yılları düşününce, bu soruları sormak bile başlı başına bir eşiğe karşılık geliyor.

Bu çerçevede Cumhurbaşkanlığı makamının da yeniden anlam kazandığını görüyoruz:
Törenlerden ibaret olmayan…
Kriz anlarında susmayan…
Ama bağırarak da siyaset yapmayan bir profil…

Alışık olmadığımız bir denge.
Ama özlediğimiz bir denge.

Dışarıda Üslup Değişince Saygınlık Geliyor

Dış politikada da benzer bir değişim hissediliyor. Ne meydan okuyan bir hoyratlık, ne de her şeye razı gelen bir edilgenlik…

Türkiye ile ilişkilerde geleneksel çizgi korunurken, kullanılan dilin yumuşadığı ve mesajların daha net kurulduğu görülüyor. “İstişare” vurgusu tesadüf değil; çünkü ilişkiyi ayakta tutan şey yalnızca niyet değil, yöntemin kendisidir.

Kıbrıs sorununa yaklaşımda ise sloganın yerine içerik yerleşiyor. Federasyon mu, iki devlet mi gibi yüzeysel bir ikileme sıkışmadan; siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu ve iki bölgeli federal çözümün Kıbrıs Türk halkı için kalıcı barışın ve güvenli geleceğin en gerçekçi zemini olduğu net biçimde vurgulanıyor.

Eşitlik, egemenliğin paylaşımı, güvenlik ve uluslararası hukuk içinde saygın bir yer edinme kavramları yeniden merkeze alınıyor.

Bu yaklaşım, karşı tarafa “mesaj vermek”ten çok, Kıbrıs Türk toplumuna kendi geleceğini yeniden kurabileceği bir siyasal ufuk sunuyor:
“Ne istediğimiz” kadar, “nasıl bir devlet olmak istediğimiz” de konuşuluyor.

Ve bu, küçümsenecek bir eşik değildir.

Devlet Yalnızca Kararla Kurulmaz

Burada çoğu zaman gözden kaçırılan bir nokta var:

Devlet dediğimiz şey yalnızca kararlarla ve talimatlarla kurulmaz. Devlet, aynı zamanda bir kültürdür. Dilidir, tavrıdır, temsil biçimidir. Bir ülkeyi “devlet gibi” yapan şey bazen kararın kendisinden çok, o kararın nasıl alındığıdır.

Tam da bu yüzden sosyal alandaki temsiliyet boyutunu küçümsememek gerekir. Sayın Nilden Erhürman’ın özellikle kadın emeği, sivil toplum ve dayanışma alanlarında yürüttüğü görünür ama gösterişsiz temaslar, bu dönemin ruhunu tamamlıyor.

Burada bir “eş profili” parlatma çabası yok. Aksine, kamusal sorumluluğun doğal bir uzantısı var. Siyasetin sert ve kırıcı dilinde çoğu zaman unutulan bir değeri hatırlatıyor:

İnsanlık hâli.

Zor Bir Enkazın Üzerinde Yürünüyor

Elbette kimse pembe bir tablo beklememeli. Yılların ihmaliyle çürümüş bir yapıyı, içine hoyratça müdahale edilmiş bir düzeni kısa sürede ayağa kaldırmak mümkün değil.

Bu yüzden mucize aramak yerine istikamete bakmak gerekir. Çünkü bazen ülkeler, sonuçtan önce yön duygusunu kaybeder. Kuzey Kıbrıs’ın en büyük yorgunluğu da budur.

Bu noktada ana muhalefet partisi CTP’nin süreçte sergilediği sorumlu tutum da önemlidir. Popülist reflekslerle günü kurtarmaya çalışan bir muhalefet yerine, devlet aklını ve kurumsal sürekliliği önceleyen bir çizgi… Bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz siyasal tutum budur.

Çünkü devlet sorumluluğunu bugünden üstlenen bir muhalefet, iktidara yürüdüğünde geçişi sancı değil, düzen üreten bir sürece dönüştürebilir.

Şu da açık: Cumhurbaşkanlığının ortaya koyduğu hız, ciddiyet ve yön duygusuna ayak uyduramayan; eski alışkanlıklarla “sağırlar birbirini anlar” anlayışıyla hareket eden bir hükümet modeliyle bu yol yürümez.

Ama aynı ölçüde açık başka bir gerçek daha var:
Devlet gibi yönetilme” hissi yeniden filizleniyor.

Ve o filiz, doğru sulanırsa kök tutabilir.

Bir Dönemin Eşiğinde

Altmış gün sonunda mucize yok.
Ama umut var.

Ve bu ülkede umut, en az bütçe kadar, en az yasa kadar önemlidir. Çünkü umut yeniden inanmayı sağlar. İnanmak da yeniden kurmanın ilk şartıdır.

Bu Cumhurbaşkanlığı dönemi, eğer bu çizgide devam ederse, kişilere değil ilkelere dayalı bir devlet fikrinin yeniden yeşermeye başladığı dönem olarak hatırlanacaktır.

Ve bu, az şey değildir.

Bu yazı toplam 327 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar