1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Tekke Bahçesi’nde kazılmayan yerleri kazsanız ne olur yani? Bilmediklerimiz mi çıkacak ki korkuyorsunuz?”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Tekke Bahçesi’nde kazılmayan yerleri kazsanız ne olur yani? Bilmediklerimiz mi çıkacak ki korkuyorsunuz?”

A+A-

Kayıp yakını Raif Toluk, CYTA’daki işinden 22 Aralık 1963’te “kayıp” edilen babası Mehmet Raif’in de gömülü olduğu düşünülen Tekke Bahçesi’nde kazılmayan yerlerin kazılması için çağrıda bulundu.
Kayıp yakını Raif Toluk, sosyal medya sayfasından çağrıda bulunarak “Tekke Bahçesi’nde kazılmayan yerleri kazsanız ne olur yani? Bilmediklerimiz mi çıkacak ki korkuyorsunuz?” dedi. 

Raif Toluk, şöyle yazdı: 

“22 Aralık 1963’ten bugüne 22 Aralık 2025’e kadar 62 sene geçti… Tekke Bahçesi’nde gömülü dediler. Yarısını kazdılar ve bazı şehitlerimizi buldular. Tüm şehitlerimizin ruhları şadolsun.
Bir zahmet o kazılmayan yerleri de kazsanız ne olur yani. Bilmediklerimiz mi çıkacak ki korkuyorsunuz? Kayıplar bellidir. İki tarafın da vardır. Yeter artık. Mehmet Raif “shift work” (“vardiya usülü”) çalışıyordu. Telgraf memuru idi. O gece işe gidilsin dedi iki tarafın liderleri. O da kalabalık ailesi için işine gitti. Ne yapacaktı? O geceden bugüne hiç haber alınamadı. 

sayfanin-en-ustune-s-17-mehmet-raif-cytada-calisirken-22-aralik-1963te-kayip-edilmisti.jpg

Evlatlar çocukken bugün en küçüğümüz 70 yaşında. Annem ve bir ağabeyim, bir de torun rahmetlik oldular. Biz de öteki tarafa gitmeden ne olduğunu öğrenmek istiyoruz. Artık gayret sarfedip bulun, başka ne yazalım?”


“Sen de mi Çetin abi? Ali Çetin Özçetin abi artık yok…”

Ulus IRKAD

Çetin abiyi daha önceleri de ailece tanıyorduk. Annem babam Baf’ta yeni evlendiklerinde onların mahallelerinde kalmışlar (Baflı Gazeteci Talat Taşer’in evi) ve o bölgede bulunan Salihevlatlar, Ramadan Salim Hocalar aileleriyle hatta aynı aileden Üstün ailesi ile de sıkı temaslar kurmuşlardı. Bu ailelerin Baf’ın saygın ve büyük aileleri olduklarını da belirtmem lazım. Sözünü ettiğim yıllar 1950’li yılların başları olmalı. Tabi, bu arada rahmetli babam, 1958 yılında TC Elçiliğinin sağladığı bir bursla Ankara’ya gidip İngilizce öğretmeni olarak geri gelmiş ve Baf Kurtuluş Lisesi’nde öğretmen olmuştu (1960). Geldiği zaman İlkokul’da okuttuğu çoğu öğrencisini de ortaokul ve lisede tekrar okutacaktı.

BAF’A 2,500 İNSAN GÖÇETMİŞTİ… 

Çetin abi, kardeşleri ve tüm ailesi, sanırım 1963 çatışmalarından sonra Lefkoşa’ya göçetmişlerdi. O dönemde Baf’ta Rum tarafı dediğimiz ama 1963 öncesi Türklerin de meskun olduğu bölgelerden Baf’a 2500 insan göçetmiş ve bu göçmenlerin çoğu ya Kıbrıs dışına, ya Lefkoşa, Limasol veya başka kazalara gidip yerleşmişlerdi. 1963-64 çarpışmaları da Kıbrıslıtürkler’in çok fazla endişelenmelerine sebep olmuş ve Baf Türklerinin yarısı kadar bir nüfus da o zamanlar böyle dağılıp gitmişti.

sayfanin-ustune-saga-s-17-ali-cetin-ozcetinin-vefati-sevenlerini-cok-uzdu.jpg

AİLE BAĞLARIMIZ HEP SÜRDÜ… 

Çetin abi (Ali Çetin Özçetin) 1973 yılında o yıl Ağrotur üssünde işçi olarak çalıştığından dolayı, Baf’ta bizi ziyaret edecekti, hatta bir öğle yemeğinde bizimkiler onu misafir de edeceklerdi. 1974 yılından sonra Lefkoşa’da çalışan Çetin abi bu arada 1975 yılında gene anne ve babamı Mağusa’da ziyaret edecek ve aynen 1973’te olduğu gibi anne ve babamla komşuluk yaptıkları sırada anılarını paylaşacaktı. Tabi ki babamın da hem İlkokulda hem de ortaokulda öğrencisi olduğundan onunla okuldaki anılarını da depreştirecekti. 1970’li yıllarda annesi rahmetli Hatice abla da (ismini öyle hatırlıyorum) gene Baf’a gelmiş ve bizi de ziyaret etmişti. Onun daha sonraları rahmetli olduğunu duyacaktım. Çetin abinin daha sonraları abilerini de tanıyacaktım hatta hatırladığıma göre bir abisi de Girne’de yaşamaktaydı. Bir abisinin de Lefkoşa’da yaşadığını ve bu insanların son 40 senenin içinde rahmetli olduklarını da duyacaktım. Gene Çetin abinin ablası Neşe abla ile öğretmen olan eşinin de birbiri ardından rahmetli olduklarını da biliyorum. Onlar Mağusa Maraş’ta yanı başımızda bir bölgede yaşıyorlardı.

BANA BİLGİ VERMEK İÇİN TELEFON EDERDİ… 

Arada sırada görüntülü telefonlarını alırdım Çetin abinin. Benim gazetelerdeki Baf hakkındaki yazılarımı okur ve bana bilgi vermek için telefon ederdi. Yaklaşık üç sene önce yanına gitmiş ve ondan hem ailesi, hem Baf, hem de ataları hakkında bilgiler almıştım. Bugünlerde kayıt cihazımdan onun söylediklerini ve Baf için hazırladığım notlarıma onun verdiği bilgileri de yazacaktım. Bunun yanında gene onu ziyaret edip daha sonra kaydetmediğimiz bilgileri de kaydedip yazacaktım. Zaman yetmedi… 

Gene de ondan yaklaşık bir saat bilgi almıştım ve o dünyayı terketmesine rağmen sesinden bana verdiği bilgileri dosyama geçireceğim. Çetin abi geçmiş aylarda Maraş’ta bulunan annemi de ziyaret etmişti. 
Kimbilir sonsuzluğa kavuşacağının sezgisini mi almıştı?

Artık Çetin abiden görüntülü telefonlar alamayacağım. Onun sesini duyamayacağım. Onun Baf’la ilgili bilgileri kaydettiğim kadarıyla var yanımda.

Çetin abi artık yok…Baf’tan kaybolan en son bilgi kırıntılarından birkaçı da ebediyete kavuştu. 
Sonsuzluğa giderken anılarının önünde saygıyla eğiliyorum Çetin abi. Sen de hoşçakal…


“Savaş biter, travma kalır: Çocukların ruhunda devam eden savaş…”

Hayrettin ÖZEN/BİANET

Savaş, yetişkinlerin kararlarıyla başlar; bedelini ise çocuklar öder. Bu artık bir metafor değil, bilimsel olarak defalarca kanıtlanmış bir gerçektir. Bombaların düştüğü şehirlerde yalnızca binalar yıkılmaz; çocukların güven duygusu, dünyaya dair temel algısı ve geleceğe dair kurabildiği hayaller de paramparça olur. Savaş, çocukların yalnızca bugününü değil, yaşam boyu ruhsal bütünlüğünü hedef alır.
Bugün dünya üzerinde milyonlarca çocuk, aktif çatışma bölgelerinde ya da savaş sonrası kırılgan koşullarda yaşamını sürdürmeye çalışıyor. UNICEF’e göre her altı çocuktan biri doğrudan çatışmadan etkilenmiş durumda. Ancak bu sayıların ardında çoğu zaman gözden kaçan bir gerçek var: Savaşın çocuklar üzerindeki etkisi, ateşkesle sona ermez. Savaş biter, ama çocukların zihnindeki savaş devam eder.

Çocukluk güvenle başlar, savaş güveni yok eder

Çocuk gelişimi literatürü bize çok temel bir şey söyler: Bir çocuğun sağlıklı gelişebilmesi için öngörülebilir, güvenli ve destekleyici bir çevreye ihtiyacı vardır. John Bowlby’nin bağlanma kuramından güncel nörobilim çalışmalarına kadar geniş bir literatür, erken yaşta yaşanan güvensizlik ve tehdit deneyimlerinin, beynin stresle ilişkili bölgelerinde kalıcı değişikliklere yol açtığını ortaya koyar.
Savaş ortamında büyüyen çocuk için dünya, güvenli bir yer değildir. Gökyüzü uçurtmaların değil, uçakların geldiği yerdir. Yüksek bir ses oyun değil, ölüm habercisidir. Yabancı bir yetişkin, yardım getiren biri değil; tehdit olasılığıdır. Bu koşullarda büyüyen bir çocuktan “normal” bir gelişim beklemek, bilimsel olarak da ahlaki olarak da mümkün değildir.

Savaşın çocuklarda yarattığı ruhsal etkiler çoğu zaman “travma” kelimesiyle geçiştirilir. Oysa travma, tekil bir olay değil; uzun süreli, tekrarlayıcı ve çoğu zaman çözümsüz bir deneyimler bütünüdür. Klinik çalışmalar, savaş deneyimi yaşamış çocuklarda travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), depresyon, anksiyete bozuklukları ve dissosiyatif belirtilerin yaygınlığının çarpıcı biçimde yüksek olduğunu göstermektedir.

Örneğin Bosna Savaşı sonrasında yapılan uzun dönemli bir takip çalışması, savaş sırasında çocuk olan bireylerin, 20 yıl sonra dahi yüksek düzeyde travma belirtileri gösterdiğini ortaya koymuştur. Benzer şekilde, Ruanda Soykırımı’ndan sağ kurtulan çocuklarla yapılan araştırmalar, travmanın yalnızca bireysel ruh sağlığını değil, toplumsal ilişkileri ve ebeveynlik pratiklerini de derinden etkilediğini göstermektedir.

Bu çocuklar büyüdüğünde ebeveyn olduklarında, kendi çözülmemiş travmalarını farkında olmadan çocuklarına aktarabilmektedir. Böylece savaş, biyolojik olarak bitse bile psikolojik olarak kuşaklar boyunca sürer.

sayfanin-ustune-saga-s-16.jpg

Gazze, Suriye, Ukrayna: Coğrafyalar değişir, etki değişmez

Bugün Gazze’de yaşayan bir çocuğun deneyimi, 1990’larda Saraybosna’da yaşayan bir çocuğun deneyiminden temelde farklı değildir. Sürekli bombardıman tehdidi altında yaşamak, sevdiklerini kaybetmek, evinden edilmek ve belirsizlik içinde büyümek, çocuk zihninde benzer izler bırakır.
Gazze’de yapılan saha araştırmaları, çocukların büyük bir kısmının kronik kaygı, uyku bozuklukları ve yoğun ölüm korkusu yaşadığını ortaya koyuyor. Suriye iç savaşında büyüyen çocuklar üzerine yapılan çalışmalar ise saldırgan davranışların ve içe kapanmanın eş zamanlı arttığını gösteriyor. Ukrayna’daki savaşta ise çocukların özellikle ayrılık travması ve sürekli alarm hâli yaşadığı raporlanıyor.

Bu örnekler bize şunu söylüyor: Savaşın çocuk ruhunda bıraktığı iz, coğrafyadan bağımsızdır; sistematik ve öngörülebilirdir.

Çocuk hakları perspektifinden bakmak: Sorun bireysel değil, yapısaldır

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocukların silahlı çatışmalardan korunmasını açık bir yükümlülük olarak tanımlar. Ancak pratikte çocuklar, savaşların “kaçınılmaz yan etkileri” olarak görülmeye devam ediyor. Oysa çocukların yaşadığı ruhsal yıkım, talihsiz bir sonuç değil; önlenebilir bir hak ihlalidir.

Çocuk hakları perspektifi bize şunu söyler: Bir çocuğun ruh sağlığı, yardım edilecek bir “ihtiyaç” değil; devletlerin ve uluslararası toplumun korumakla yükümlü olduğu temel bir haktır. Bu hak, savaş bittikten sonra hatırlanacak bir lütuf değildir; çatışma sürerken dahi gözetilmesi gereken bir sorumluluktur.

“Dayanıklılık” söylemi: Sessiz bir şiddet

Son yıllarda insani yardım literatüründe sıkça kullanılan “çocukların dayanıklılığı” (resilience) kavramı, çoğu zaman iyi niyetli görünse de tehlikeli bir noktaya evrilebilmektedir. Çocukların yaşadığı ağır travmalar karşısında “ne kadar güçlü olduklarını” vurgulamak, aslında yetişkinlerin sorumluluğunu görünmez kılar.

Bir çocuğun dayanıklı olması beklenemez. Dayanıklılık, travmaya maruz bırakılmayı meşrulaştıramaz. Çocuklardan mucizevi bir iyileşme beklemek, onları koruyamayan sistemlerin vicdan rahatlatma aracına dönüşür.

Savaş sonrası yeniden yapılanma süreçlerinde çocuklar için genellikle okul inşa edilir. Eğitim, elbette hayati bir haktır. Ancak ruhsal destek olmadan eğitim, çoğu zaman biçimsel bir faaliyete dönüşür.

Travma yaşayan bir çocuğun öğrenme kapasitesi ciddi biçimde etkilenir. Dikkat, hafıza ve dil gelişimi doğrudan travmayla ilişkilidir.

Afganistan’da yapılan bir araştırma, savaş deneyimi yaşamış çocukların okula devam etseler dahi öğrenme çıktılarının belirgin biçimde düşük olduğunu göstermiştir. Çünkü zihin, hayatta kalmaya odaklandığında öğrenmeye alan kalmaz.

Psikososyal destek: Lüks değil, zorunluluk

Savaş sonrası çocuklara yönelik psikososyal destek hizmetleri hâlâ “ikincil” olarak görülmektedir. Oysa Dünya Sağlık Örgütü ve birçok akademik çalışma, erken dönemde sağlanan ruhsal desteklerin uzun vadeli etkileri dramatik biçimde azalttığını ortaya koymaktadır.

Çocuk dostu alanlar, oyun temelli terapi, sanat ve hikâye anlatımı gibi yöntemler; çocukların yaşadıklarını ifade edebilmesi için kritik öneme sahiptir. Ancak bu hizmetler genellikle proje bazlı, kısa süreli ve fon odaklıdır. Travma ise proje takvimine uymaz.

Savaş yaşamış çocuklar çoğu zaman yaşadıklarını anlatamaz. Anlatamadıkça da unutmazlar. Toplumlar, bu sessizliği “uyum” olarak okuduğunda, aslında derin bir ihmal gerçekleşir. Çocukların suskunluğu, iyileşmenin değil; duyulmamanın göstergesidir.

Sonuç yerine: Barış çocuklarla ölçülür

Bir toplumun gerçekten barış içinde olup olmadığını anlamak için imzalanan anlaşmalara değil, çocukların kendi kapasitelerini ne kadar geliştirebildiklerine ve potansiyellerine ne kadar ulaşabildiklerine bakmak lazım. Korkusuzca oynayabiliyorlar mı? Geleceğe dair hayal kurabiliyorlar mı? Yetişkinlere güvenebiliyorlar mı?

Çocukların ruhu onarılmadan hiçbir savaş gerçekten bitmiş sayılmaz. Çünkü savaşın en kalıcı cephesi, çocukların iç dünyasıdır.

Ve o cephede hâlâ çok fazla kayıp var.

(BİANET.ORG – Hayrettin ÖZEN – 20.12.2025)

Bu yazı toplam 322 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar