
'Siyaset Yapmayıncılar'-'Erken Seçimciler'-'Hepsi Aynıcılar', vs.: Yeniden Açıklama Denemesi
Tufan Erhürman: Bu yazı sevgili Celal Özkızan’a bir yanıt niteliğinde değildir. Sevgili Özkızan’ın ve yazıyı tartışan diğer kişilerin sağladığı olanaktan yararlanarak, düşüncelerimi biraz daha açık anlatma çabasından ibarettir
Tufan Erhürman
Kıbrıs’ın kuzeyinde konuşmak da, yazmak da her gün biraz daha güçleşiyor. Söylediğiniz her sözün, şu anda birbiriyle kapışmakla meşgul ve kendini bu kapışma ya da kapıştığına karşıtlık üzerinden tanımlama ve var etme çabası içerisindeki kesimlerce, kendilerinin ya da karşıtlarının hanesine bir puan olarak kaydedildiği bir ortamda düşüncelerinizin muhataplarına çarpı(tı)lmadan ulaşmasını sağlamak ne mümkün!
Bu ortamda söyleyeceğiniz her söz, “siyah”ı ya da “beyaz”ı destekleme amacı üzerinden okunmaya ve tartışılmaya mahkum gibidir. Böyle okunup tartışılınca, söyledikleriniz söylemediklerinizin delili sayılacak, hele bir de gaflet ve dalalete düşüp de teorik bir temel üzerinden bir şeyler anlatmaya çalıştıysanız, teoriye yönelik ezeli ebedi düşmanlıktan payınızı alacaksınız.
Teori, Lenin’in dediği gibi “gri” ya da Goethe’nin Mefistofeles’e söylettiği gibi “renksiz”, Lenin’in dediği gibi “yaşam ağacı yeşil”, Goethe’nin Mefistofeles’e söylettiği gibi “yaşamın altın ağacı yemyeşildir”. Ama “yaşamın altın ağacının yeşilini, siyahla beyazın yan yana gelmesinden oluşan alacalı bir renk olarak görmek de son derece tehlikelidir. Böyle bir yanlış algı, yaşama dair söylenenleri siyahla beyazın kategorik alanlarına hapsetmeye ve anlama kapasitesini daralttıkça daraltmaya yol açar ki bunun da düşüncenin zenginliğini ortadan kaldıracağı aşikârdır.
Yine de söz söylemek, söylediğinizin sorumluluğunu yüklenmeyi beraberinde getirir tabii. Bir şey anlatmayı murat ettiniz ve anlatmak istediğinizi anlatamadınızsa, yeniden ve yeniden anlatmaya çalışmakta yarar vardır. Kaldı ki, hayatta sözden başka sermayeniz yoksa başka çareniz de yok demektir.
Bu girizgâh, geçen hafta gaile’de yayımlanan, “Bu Ülkeye Siyaset Gerekiyorsa Siz Durun, Biz Yaparız” başlıklı yazımla ilgili tartışmalara bir katkı koymak için hazırlanan bu metnin serzeniş kısmıdır. Yazılarını büyük bir dikkatle okuduğum ve düşüncelerine çok değer verdiğim sevgili Celal Özkızan’ın gaile’nin bu sayısında yayımlanan “Yağmurdan Kaçarken Doluya Yakalanmak: Kontra Depolitizasyon” başlıklı yazısını, yayın kurulundaki görevim dolayısıyla yayımlanmadan önce okuma fırsatı bulunca, aslında daha önceki pek çok yazımda yazdığım şeylerin okunmadığı, unutulduğu ya da anlaşılmadığı izlenimini edindim doğrusu. O nedenle, geçen haftaki yazıda “teorinin gri (ya da renksiz) alanında kalarak” söylediklerimi, bir kez daha, “yaşamın altın ağacının” yeşili içerisinden (ama yeşili asla siyahla beyazdan oluşan bir renk olarak görmeyerek) tekrarlama ihtiyacı hissettim.
Buna karşın, başlarken vurgulamalıyım ki bu yazı sevgili Celal Özkızan’a bir yanıt niteliğinde değildir. Sevgili Özkızan’ın ve yazıyı tartışan diğer kişilerin sağladığı olanaktan yararlanarak, düşüncelerimi biraz daha açık anlatma çabasından ibarettir.
“Siyaset Yapmayıncılar”-“Siyaset Yapıncılar” Ayrımı
Geçen haftaki yazıyı okuyanların hatırlayacakları gibi, o yazı, Kıbrıslı Türkleri “siyaset yapmama”ya çağıranlara bir yanıt olarak yazılmıştı. Siyaset yapmama çağrısıyla halkı depolitize etmeye, apolitik kılmaya yönelenlerin, aslında bilerek ya da bilmeyerek destekledikleri ideolojiyi, siyasi pozisyonu “akıl” mertebesine çıkardıkları ve onun dışındaki tüm ideolojileri ve siyasi pozisyonları yanlış bilinç derekesine indirgedikleri anlatılıyordu yazıda.
Bu arada, yazının daha ilk cümlesinden itibaren, “iyi siyaset”-“kötü siyaset” (belki daha doğrusu “sözde siyaset”-“hakiki siyaset” olabilir) ayrımı yapılması gerektiği vurgulanıyor ve daha önceki yazılarımla birlikte okunduğunda, bu ülkede bugün “siyaset” adı altında yürütülen, ahbap-çavuş, aile, bölgecilik, adam kayırmacılık, partizanlık ilişkilerine dayanan ve çoğunlukla kahvehane ve meyhanelerde icra edilen faaliyetin hakiki manada siyaset olmadığından, hakiki manada siyasetin “halkın tamamının ‘ortak iyi’ üzerinde söz söylemesini, halk içerisindeki farklı sınıfların, katmanların ve grupların ‘ortak iyi’ye ilişkin tahayyüllerinin ve projelerinin eşit koşullarda yarışmasını” gerektirdiğinden dem vuruluyordu. Yine daha önceki yazılardan hatırlanacağı gibi, bu ülkede sağın hiçbir zaman hakiki manada siyaset yapmadığı, solun ise, 1990’lı yıllardan itibaren siyasetten yavaş yavaş kopmaya başladığı çünkü bir siyasi partinin hakiki manada siyaset yapması için bir ideolojisinin, ona uygun ilke ve değerlerinin ve bunları hayata geçirmeye yönelen bir programının bulunması gerektiği de açıkça ortaya koyduğum görüşler arasında yer alıyordu.
Bütün bunları söyledikten sonra vardığım sonuç şuydu: Bu ülkede “siyaset yapmayın” çağrısını dillendirenler, aslında farkında olarak veya olmayarak, ya “çıplak vesayet”i ya da yabancı özel tekellerin yöneticileriyle teknokratların egemen olacağı “dolaylı vesayet”i önermektedirler. Bu oyuna gelmemek, hakiki manada siyaset yapmak ve kendi kendini yönetme hakkını savunmak gerekir.
Her şeyden önce, şunları, bir kez daha, herkesin anlayabileceği açıklıkta söylemem lazım:
1. Ülkedeki büyük siyasi partilerden herhangi birine yakın durmayıp da küçük sayılabilecek siyasi partiler içerisinde veya sivil toplum kuruluşlarında, belli bir ideolojik duruştan, ona uygun ilke ve değerlerden hareketle ve bunları hayata geçirmeye yönelik programlarla faaliyet icra edenlerin siyaset yapmadığını ya da halkı depolitize etmeye çalıştığını asla iddia etmedim.
2. “Siyaset yapma”nın, herhangi bir siyasi partiyi takım tutar gibi desteklemekten veya onun yetkilileriyle patronaj ilişkileri kurarak çıkar sağlamaya çalışmaktan ibaret bir faaliyet olduğunu asla söylemedim.
3. Bugün ülkede hâkim “siyaset yapma” biçimi olan, iktidara gelme odaklı, pragmatist ve ideolojisiz, siyasi duruşsuz, ilkesiz, değersiz, programsız çalışmaları hiçbir zaman desteklemedim, “hakiki siyaset yapma” tarzı olarak kabul etmedim.
Benim, Kıbrıslı Türkleri “siyaset yapmamaya çağıranlar” grubu içerisine yerleştirdiklerimin kimler olduğu da gayet açıktır sanırım:
“İdeolojiler ve siyaset bitmiştir, tarihin sonu gelmiştir” teranesinin arkasına sığınıp, sol-sağ ayrımının ortadan kalktığını, bugün artık sadece iyi yönetim-kötü yönetim ayrımının var olduğunu, siyasetle uğraşanların “kötü”, uzman ve teknokratların “iyi” yönetimi getirdiğini iddia ederek, ülkede yaygın bir depolitizasyon rüzgârı estirmeye çalışan kesimlerdir benim “siyaset yapmamaya çağıranlar” grubu içerisinde gördüklerim. Ve tekrara düşme pahasına bir kez daha söylemeliyim ki bu görüşü neden tehlikeli gördüğüm de son derece açıktır: Tüm dünyada olduğu gibi bu ülkede de, ideolojilerin bittiğini, tarihin sonunun geldiğini, sol-sağ ayrımının ortadan kalktığını iddia edenler, yalnız ve ancak, egemen ideolojinin ve siyasetin hegemonyasının devam etmesine hizmet ederler. Bu nedenledir ki, “siyaset yapmayın” demek, “siz alternatif siyaset üretmekten vazgeçin; biz kendi siyasetimizi ya da egemen siyaseti rakipsiz kılalım” demekten başka bir şey değildir.
Dolayısıyla, Kıbrıslı Türkleri siyaset yapmamaya çağıranlar arasında yer almayıp da, alternatif ideolojileri, ilkeleri, değerleri, programları savunanların söylediklerimden alınmasına kanımca mahal yoktur.
“Hepsi Aynıcılar”-“Erken Seçimciler” Ayrımı
Bununla birlikte, teorinin “gri” ya da “renksiz” alanından hoşlanmayıp da “yaşamın altın ağacı”nın yeşili içerisinden konuşma çağrısı yapanların esas alındıkları noktanın, benim söylemediğim ama söylediklerimden her nasılsa çıkardıkları bir mana olduğunu anlayacak kadar da haberdarım bu ülkenin siyahla beyazdan oluştuğu sanılan yeşilliğinden.
Bu yeşilliğin iki unsuru olan siyah “erken seçimciler”, beyaz da “hepsi aynıcılar”dır onlara göre. Elbette “hepsi aynı” söylemi, iki ayrı grup tarafından, aynı anda kullanılmaktadır. Alternatif ideolojileri, siyasi duruşları, değerleri, ilkeleri ve bunlara uygun programları savunanlar da, depolitizasyon çağrısı yapanlar da ülkedeki siyasi partilerin tümünü aynı kefeye koymaktadırlar bugün. Bununla birlikte, her iki grubun da aynı söylemi kullanıyor olması, her ikisinin de depolitizasyona hizmet etmeyi amaçladığı anlamına gelmez. Bunu böyle düşünebilmek için elmalarla armutları karıştırmaya, analitik düşünmeyi becerememeye ihtiyaç var. Zaten bu yazıda “siyaset yapmayıncılar”-“siyaset yapıncılar” ayrımı ile “hepsi aynıcılar”-“erken seçimciler” ayrımını iki farklı başlıkta ele almış olmamın sebebi de analitik düşünmeye niyeti olanlara yardımcı olmaya çalışmaktır.
“Yeşil alan”daki ikinci ayrıma ilişkin düşüncelerimi de daha önceki yazılarda paylaştım aslında. Ama madem ki gerek var, bir kez daha paylaşmakta bir beis yok. Her şeyden önce, “hepsinin aynı” olduğunun hangi noktadan hareketle belirlendiğini netleştirmek lazım.
1. Eğer “tüm siyasetçiler kötü, hiçbiri kendinden başka birini düşünmüyor, hepsi çıkarcı, iş bilmez, cahil” gibi genellemelerden hareket ediyorsanız, bu noktada âdeta fıtrata (yaradılışa) ya da genetik koda ilişkin bir şeyler söylüyorsunuz demektir. Elbette ülkedeki siyasal-toplumsal-kültürel yapının siyasetçiler üzerinde genel bir etkisi vardır ama bütün bu olumsuzlukları doğrudan doğruya “siyasetçi” kavramıyla örtüştürdüğünüz anda, başka türlüsünün mümkün olamayacağı sonucunu doğurur bu. Böyle bir sonuç da, ülkede yalnızca bugün siyaset yapanların değil, bundan sonra siyaset yapacak olanların da aynı olumsuzluklarla malul olacağı anlamına gelir ki buradan varacağımız nokta, aslında “siyaset yapmayıncılar”ın vardığı noktadır: “Siyaset kötü olduğu için siyasetçi de kötüdür; o zaman çözüm siyasetin dışında bir yerde aranmalıdır”.
2. Eğer “ülkede, ‘işgal’ var, yapılması gereken de ‘işgal’i ortadan kaldırmaktır. O ortadan kalkmadıkça yapılan iş siyaset değildir” gibi bir noktadan hareket ediliyorsa, öncelikle bunun bir siyasal tercih olduğunu vurgulamak gerekir. Böyle bir yaklaşımı ilk bakışta “apolitik”likle suçlamak mümkün değildir. Ama genelde “ultra politik” görünen bazı yaklaşımların da son kertede apolitikleşebileceğinin altını çizmek gerekir. Başkaları çok fazla beğenmese de, kendi terminolojimle söylersem, bu ülkede ciddi bir vesayet sorunu olduğu ve bu soruna çözüm önermeksizin hakiki manada siyaset yapılamayacağı noktasında benim kuşkum yoktur. Bir ülkedeki en temel siyasi sorunu görmezden gelerek siyaset yapmanın mümkün olmayacağı herhangi bir tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Ancak, “bu sorun tek sorundur ve/veya bu sorun çözülmedikçe siyaset yapılamaz, yapılırsa da yalnız ve ancak kişisel çıkarlar, partizanlık vs. için yapılır” denilirse, o zaman bu cümle, çok radikal görünmekle birlikte, bana göre apolitiktir. Çünkü vesayete karşı mücadele etmek gerekir ancak bunun şıp diye ortadan kalkması da en azından kısa vadede mümkün görünmemektedir. Yapılması gereken, aynı anda hem vesayete karşı çıkmak, hem Kıbrıs sorununun federasyon temelinde çözülmesi için mücadele etmek, hem kendi kendine yeten bir ekonomik modeli gündeme getirmek, hem de sivilleşmeyi, demokratikleşmeyi savunmaktır. Yoksa “Kıbrıs sorunu çözülmeden hiçbir şey olmaz” demek verili koşullarda ne kadar apolitik bir tutumsa, “‘işgal’ ya da vesayet ortadan kalkmadan hiçbir şey olmaz” demek de verili koşullarda aynı derecede apolitiktir. Son derece radikal görünen bu iki tutumun ikisi de son kertede, Kıbrıslı Türkleri verili koşullarda hiçbir şey yapılamayacağına ikna etmek sonucunu doğurur.
Görüldüğü gibi yukarıda sözü edilen iki hareket noktası da nihayetinde bu iddiaları dile getirenleri, ilginç biçimde “siyaset yapmayıncı”larla aynı sonuca ulaştırmaktadır. İlginçtir çünkü biri ultra politize bir noktadan, diğeri apolitik bir noktadan hareket etmektedirler. Ama gelin görün ki varılan sonuç değişmemekte, her iki yaklaşım da, isteyerek ya da istemeyerek, Kıbrıslı Türkleri depolitize etmeye hizmet etmektedir.
Peki bu durumda “erken seçimciler” haklı mıdır? Daha önce de söyledim, yine söyleyeyim: Bugünkü koşullarda erken seçim istemekten daha doğal bir şey yoktur. Dahası, hangi siyasi görüşe sahip olursanız olun, demokrasiye inanıyorsanız “erken seçim” istemenin boynunuzun borcu olduğu kanaatindeyim. Çünkü hükümet, seçim kazanmak için verdiği sözlerin tam tersini yapmış, başarısız olmuş, birçok hakkı geri götürmüş, vesayetin daha da ağırlaşmasına yol açmış ve hukuku var olduğu kadarıyla bile defalarca ayaklar altına almıştır. Bu şartlarda bu hükümetin gitmesini istemek kanımca her demokratın öncelikli görevidir.
Ancak bir hükümetin gitmesini istemek başka bir şeydir, onun yerine kimin gelmesini istediğinizi söylemek başka bir şey. Bunu anlamak o kadar önemlidir ki, bu kadarcık analitik düşünme yeteneği dahi yoksa, konuşmanın, diyalog kurmanın anlamı da kalmamış demektir. Ha hükümet gider, erken seçim yapılır ve halk olan bitene nasıl tepki gösterir? Bu başka bir tartışmadır. Halk, sandığa gitmeyebilir, gidip şu anki hükümeti yeniden iş başına getirebilir ya da başka bir ya da birkaç partiye hükümeti kurma yetkisi verir.
Ben kendi adıma, pek çok yazımda, özellikle sol partilerin, kendi ideolojik-politik duruşlarını netleştirmedikçe, bu ideolojik-politik duruşun gerektirdiği ilke ve değerleri ortaya koymadıkça ve bunlara uygun programlarını hazırlamadıkça hakiki manada siyaset yapmış olmayacaklarını defalarca söyledim. Bununla yetinmedim, bu programlarda, vesayetin ortadan kaldırılması, Kıbrıs sorununun çözümü, kendi kendine yeten bir ekonomik düzenin kurulması, yabancı özel tekellerin ülke ekonomisini ele geçirmelerinin önlenmesi, sivilleşme ve demokratikleşme konusunda adım atılması yolundaki somut önerilerin yer alması gerektiğini de söyledim. Bütün bunlar yapılmadan siyaset yaparmış gibi görünmenin, sevgili Celal Özkızan’ın söylediği gibi, apolitik bir duruş olduğunun da altını herhâlde hiç kimsenin çizmediği kadar çizdim.
Ama tekrar ediyorum: “Bunlar yapılmadıkça erken seçime gidilmesin”, “‘işgal’ kalkmadıkça erken seçime gidilmesin”, “Kıbrıs sorunu çözülmedikçe erken seçime gidilmesin” demek sol literatürde bir tek anlama gelebilir: “Bekleyelim ülke iyice kaosa sürüklensin, devrimci durum oluşsun, biz de devrimi yapalım”. Böyle düşünen solcu arkadaşlar varsa, buna elbette saygı duyarım ama benim solculuğumun böyle bir solculuk olmadığını da altını çizerek söylemek isterim. İki gerekçem var:
1. Verili koşullarda bu söylenenin olmasını beklemek en azından birkaç kuşak insanın daha hayatının heba olması demektir.
2. Kaos her zaman daha iyiyi getirmez. Daha kötü, daha örgütlü ve/veya güçlüyse, daha kötüyü de getirebilir ki verili koşullar bu sonucu doğurmaya daha elverişlidir. Hitler’in, iktidara, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin ve 1929 ekonomik bunalımının ardından geldiğini asla unutmamak gerekir.
Sonuç
“Yeşil alan”da konuşmak, “gri” ya da “renksiz” alanda konuşmaktan daha fazla söz söylemeyi zorunlu kılıyor maalesef. O nedenle biraz fazla uzun oldu bu yazı. Özür dilerim. Meramımı en açık şekilde bir kez daha özetlemek isterim:
1. İnsanları ideolojilerden, siyasetten, değerlerden, ilkelerden, programlardan uzaklaştırmaya çalışan, “iyi yönetim”i, uzmanların, teknokratların, çıplak ya da dolaylı vesayetin getireceğini iddia eden her akım depolitizasyona hizmet eder.
2. Depolitizasyon, halkın kendi kendini yönetme iradesinin gelişmesine değil, daha da körelmesine yol açar.
3. Bir ideolojik-politik duruştan hareketle, değerlerini ve ilkelerini belirleyen ve bunların hayata geçirilmesi için bir program oluşturup faaliyet gösteren her hareket, ne kadar küçük olursa olsun, siyasidir ve “apolitik”likle suçlanamaz.
4. Ancak bir siyasi hareket, ülkede en radikal görünen politik duruşu savunmak adına, “‘işgal ya da vesayet tek sorundur ve/veya o ortadan kalkmadıkça hiçbir şey olmaz”, “Kıbrıs sorunu çözülmedikçe hiçbir şey olmaz” gibi söylemleri benimser ve durmadan bunların propagandasını yaparsa, farkında olarak ya da olmayarak halkın depolitize edilmesine hizmet eder.
5. Erken seçim istemek bugünkü koşullarda doğru bir demokratik tavırdır. Çünkü başarılı olacağını sandığınızın gelmesini istemek kadar, başarısız olanın gitmesini istemek de demokrasinin gereğidir.
6. Ancak erken seçim isteyenler, ideolojik-politik bir pozisyondan, ona uygun ilke ve değerlerden hareket edip, bunları hayata geçirecek bir programla ortaya çıkmaksızın, pragmatik ve iktidara gelme odaklı “siyaset” yapmaya yönelirlerse, hakiki manada siyaset yapmış olmazlar ve halkın depolitize edilmesine hizmet ederler.
Bunlar yazıda anlatılmak istenenlerin özeti. Bir de bu yazının giriş kısmındaki serzenişi bir sonuca bağlamaya ihtiyaç var sanırım: Teorinin “gri” ve “renksiz” alanı, hayatın “yeşili”ni görmeye sanıldığından fazla yardımcı olur. O “gri” ve “soluk” alanda at koşturmadan doğrudan doğruya yeşile dalmak, yeşili siyahla beyazın yan yana durmasından oluşan alacalı bir renk gibi algılama riskini taşır. Kaldı ki Goethe’nin meşhur “Renksizdir dostum tüm kuramlar, oysa yemyeşildir yaşamın altın ağacı” sözlerini Mefistofeles’e, yani şeytana söylettiğini asla unutmamak gerekir. (bkz. Goethe, Faust, çev. İclal Cankorel, Ankara, DoğuBatı Yayınları, 2011, s. 99).

















