1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Savaş olmasın, kimse babasız kalmasın…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Savaş olmasın, kimse babasız kalmasın…”

A+A-

Babası “kayıp” olan çocuklar için, “Babalar Günü” her zaman hüzünlü bir gündür… Babası 1963’ten beridir “kayıp” olan Raif Toluk, “Babalar Günü” paylaşımında “Savaş olmasın, kimse babasız kalmasın” diye yazdı. Raif Toluk, sosyal medya sayfasında paylaştığı iki fotoğrafla birlikte şöyle yazdı:

“Babam, 1963 yılı bu çocukları yetiştirmek için CYTA dairesine işe gitti ve bir daha ondan haber alınamadı. Savaş olmasın, kimse babasız kalmasın. Sevgi ve barış tüm dünyada olsun dileklerimle Babalar Günü kutlu olsun…”

21 Aralık 1963 sonrasında CYTA’da işine giden Mehmet Raif, bir daha evine, eşine ve evlatçıklarına dönemedi… Bazı Kıbrıslırumlar tarafından öldürülerek “kayıp” edildi… Bugüne kadar gömü yeri bulunamadı… Geride gözü yaşlı bir eş ve evlatlarını bıraktı…

Babası 23 Nisan 1964’ten beridir “kayıp” olan Süleyman Fuat ise Babalar Günü vesilesiyle sosyal medya sayfasında babasının kucağında olduğu bir fotoğraf paylaşarak şöyle yazdı:

“Babamı kaybettiğimde 8 yaşındaydım. Önceleri neler olup bittiğini anlayamamışdım. Etrafımda tuhaf davranışlı insanlar vardı.  Emperyalizmin Kıbrısa sahip çıkma planları içinde binlerce suçsuz, masum kurbandan birisi de babam olmuştu.”

Fuat Hüseyin Yakup, 23 Nisan 1964’te Lefkoşa’dan Lefke’ye arkadaşı Enver Hüsnü’yle birlikte giderken “kayıp” edildi ve bugüne kadar gömü yerleri bulunamadı…

sayfa-17-uste-raif-toluk-kardesleriyle.jpg

Raif Toluk, kardeşleriyle...


BASINDAN GÜNCEL…

“Kıbrıs’ın yarısı için Schengen?...”

Pambos Haralambus/ALITHIA

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Schengen Bölgesi’ne katılma yolunda çokça gündeme getirilen süreci, hem hükümet hem de muhalefet tarafından güvenlik, normalleşme ve Avrupa entegrasyonu yolunda atılmış bir adım olarak coşkuyla lanse ediliyor. Ancak pratikte bu süreç, ulusal çıkarlara hizmet etmekten ziyade bölünmeyi pekiştirebilecek ve devletin kendisini zayıflatabilecek jeopolitik “tek taraflılık” mantığıyla işliyor.

CİDDİ SORUNLARI GÜNDEME GETİRİYOR…

Schengen Anlaşması’nın Yeşil Hat geçiş noktalarında öngördüğü sıkı kontrollerin uygulanması ciddi soruları gündeme getirmektedir. Bu süreç, gümrük kontrolleri, biyometrik verilerle kimlik doğrulama, sınırdan geri çevirme ve yasadışı geçişlerin önlenmesini içermektedir. Başka bir deyişle, ülke içinde fiilen sınırlar oluşturulmaktadır. Bu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yararına mıdır, yoksa nihayetinde fiili bölünme ve işgal altındaki bölgelerdeki varlığın yararına mıdır?

SON DERECE SİYASİ BİR MESELE…

Yeşil Hat 180 kilometre uzunluğundadır. Schengen gerekliliklerine uyulması halinde bu hattın gözetimi, politika değişikliği ve devlet sınırlarına uygulanacak altyapının oluşturulmasını gerektirir. Bu gerçeklik teknik bir meseleden ziyade son derece siyasi bir meseledir. BM tampon bölgede Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğini tanıdığı için UNFICYP, mültecileri geri çevirme gibi keyfi uygulamalar nedeniyle Hristodulidis hükümeti ile zaten çatışma halindedir. Bu sırada, işgal altındaki bölgelerde yaşayan Kıbrıslıtürkler ile ilgili sorular da ortaya çıkmaktadır: Kimler geçişe hak kazanacak, Kıbrıs vatandaşlıkları nasıl tanınacak, karma evliliklerden doğan çocuklar veya Kıbrıs’ta aile bağları olan Türk vatandaşları için ne geçerli olacak?

“SINIR KAPISI…”

Kıbrıs Türk yönetimi, geçiş noktalarına şimdiden “Sınır Kapısı” yazılı tabelalar yerleştirmiştir. Mesaj açıktır: Kıbrıs Rum tarafının kontrolü güçlendirmesi, ayrı bir devletin varlığı söylemini “meşrulaştırır”. Hükümet, bu konuyu siyasi duyarlılıkla ele alma niyetinde değil. BM’nin himayesinde imzalanan ilgili anlaşmaya rağmen cumhurbaşkanının dört yeni geçiş noktasını açmayı reddetmesi, olumsuz değilse de garip bir yaklaşımdır.

Avrupa’ya katılım örneği, ulusal stratejinin ne anlama geldiğini göstermektedir. Ancak o zamanlar bir plana sahip sorumlu bir liderlik, partiler arası uzlaşı ve Türkiye üzerinde uluslararası baskı vardı. Bugün ise cumhurbaşkanlığı “vatandaşlarımızın güvenliği”ni dile getirse de retorikle yetiniyor. Güvenliğin Kıbrıslılar arasında engeller ve bariyerler ile inşa edilemeyeceğini, bölünmeyi pekiştiren kararlarla da sağlanamayacağını görmezden geliyor.

Schengen bir araç olabilir. Ancak siyasi bir bütünlük ve yeniden birleşme perspektifi olmadan, bir sınır haline gelme riskini taşır. Yeniden birleşme perspektifi terk edilirse, sorun teknik bir sorun olmaktan çıkacak ve devletin varlığı için hayati bir sorun haline gelecektir.

(ALITHIA’da 2.6.2025’te yayımlanan Pambos Haralambus’un yazısı, PENNE tarafından Türkçeleştirildi…)


GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR…

“İki Günlük, Bir Şehir: Etty Hillesum ve Anne Frank’ın kaleminden…”

Özlem Karakuş/AVLAREMOZ

sayfa-16-anne-frank.jpg

Anne Frank

Etty Hillesum & Anne Frank’in kaleminden, 1940-45’e bakış:

Amsterdam, gri bir Mayıs sabahı, 1940.

Rotterdam’dan yükselen duman bulutları kuzey rüzgârıyla kente sürüklenirken Dam Meydanı’ndaki güvercinler bir anda havalanıyor. İnsanlar başlarını kaldırıp “Bu da nereden çıktı?” diye bakıyor ama yüzlerine vuran barut kokusunu hemen tanıyorlar: savaş kapıya dayandı.

O sırada, Sarphatistraat’taki üst kat dairesinde genç bir kadın, kalın kapaklı defterinin ilk sayfasını usulca açıyor: Etty Hillesum. Masasında yarım fincan kahve, pencerede hışırtılı yağmur ve uzaklarda sirenler… Kulağını dışarıdaki kaosa kapatıp kalemini yüreğine yaklaştırıyor.

“Gerçek savaş içimizde kopacak, içimi korumazsam dışarı ne yaparım?”

9 Mart 1941

Etty, bir yandan Rilke’nin dizelerini hatmederken bir yandan da Nazi emirlerinin kentte açtığı yeni yarıkları seyrediyor: “Yahudilerin parka girmesi yasak”, “tramvaya binmeleri yasak”, “akşam sekizde evde olacaklar.” Kaldırım taşları bile yasak listeleri kadar soğuk şimdi.

ÇATIDA BİR BAŞKA DEFTER AÇILIR…

İki tramvay durağı ötede, Prinsengracht’taki yüksek kanal evlerinden birinin arka tarafında eski bir kitap rafı dönüyor, çıtırtıyla yana kayıyor. Üst üste bavullar, çuvallar, eski gazetelerin ardında sıkışık bir merdiven var. Merdivenin ucunda Anne Frank ayaklarını sessizce basıyor tahtalara; yanında annesinin hınzır bakışı: “Ses etme, kızım.”

Anne’nin yaşı on üç. Elinde çiçekli kilitli bir günlük- daha doğrusu, en yakın arkadaşı “Kitty”. Aynı akşam Anne deftere hızlı harflerle şunu yazar:

“Kâğıdın insanlardan daha çok sabrı var. Dışarı çıkamıyorum, o zaman gökyüzünü cümlelerle isteyeceğim.”

8 Temmuz 1942

Dışarıda gökyüzü de yasak artık; sarı yıldızlı ceketini pencereden sarkıtmak bile tehlike. Ama defterin sayfalarında yasak yok.

sayfa-16-etty-hillesum.jpg

Etty Hillesum

ŞUBAT GREVİ…

İşgalin ilk kışı geçip de soğuk 1941 Şubatı gelince, Amsterdam bir sabah ansızın duruyor. Melkmarkt’ın süt kamyonları, tersanenin vinçleri, tramvay rayları… Hepsi kilit: Şubat Grevi. Yahudi komşuları toplu tutuklamaya karşı “biz buradayız” diyen bir günlük isyan. Etty bu sahneyi balkonundan izliyor, dudaklarında titrek bir gülümseme:

“Bütün şehir sustu. Bazen susmak en gürültülü başkaldırıdır.”

Grevin ertesi günü ise Nazi pankartları yeniden yükseliyor. Suskunluk dağılıyor, yıldızlı kolluklar sıkılaşıyor. Anne gizli dairenin menfezinden sokaktaki sessizliği dinliyor, kalbi biraz daha küçülerek.

WESTERBORK’A GİDEN YOL…

1942 yazında Etty, “çaresizlikten şikâyet etmek yerine, çaresizlerin yanında durayım” deyip gönüllü olarak Westerbork transit kampına gittiğinde doktor önlüğünün ceplerini aspirini, mektupları ve dualarıyla dolduruyor. Vagon listeleri okundukça kamp avlusunda bir uğultu yükseliyor: “Sobibor… Auschwitz…”

Etty geceleri barakaların karanlığında küçük mumlar yakıyor. Bir gün, tren raylarının kenarına bıraktığı minicik kartına şöyle sıkıştırıyor:

“Trene binsek de ben, yanımdakiler için şarkı söyleyeceğim. Belki sözlerimiz raylardan uzun sürer.”

7 Eylül 1943

O tren üç gün sonra Auschwitz’e varacak, Etty şarkısını orada kaybedecek. Ama kartı bulan asker, cebine atıp eve götürecek; savaştan sonra torunu kartı bir müzede görecek ve Etty’nin sesi yeniden duyulacak.

GİZLİ TAVANARASINDAKİ RADYONUN SESİ…

Prinsengracht 263’teki gizli evde zaman, tavanarasının alçak tahtalarıyla ölçülüyor: “İki kere başımı çarptım,  sabah oldu.” Anne, Peter’la yavaşça yakınlaşıyor, saçlarını kız kardeşi Margot’dan gizlice tarıyor, radyo haberlerini kulak kesiliyor. Derken 6 Haziran 1944’te gizli kapıda sevinç dalgası:

“İngilizler Normandiya’ya inmiş! Baba, özgürlük trene benzemez; yolda durmaz, gelir.”

Anne’nin D-Günü notu

O gün tavan arası kahkahalarla çınlıyor, ama birkaç hafta sonra şehir gazsız, elektriksiz kalmaya başlıyor. Lale soğanı çorbaları kaynıyor kaplarda; herkes “Hunger Winter”(Açlık Kışı) denecek kışı hissetmeye başlıyor.

VE…

4 Ağustos 1944 sabahı, merdivenden gelen bot sesleri saklanma evinin duvarlarını titretiyor. Gestapo polisleri rafı yana itiyor. Anne’nin defteri açık kalıyor, mürekkebi kurumadan. Frank ailesi de Westerbork, oradan Auschwitz, sonunda Bergen-Belsen… Margot ile Anne, Şubat 1945’te tifüsten yan yana yatarken Anne son gücüyle kardeşine fısıldıyor: “Gökyüzünü görmesek de var, biliyorsun.”

AMSTERDAM’A NİSAN GELMİŞKEN…

Nisan 1945’te ilk Kanada tankı Dam Meydanı’na girerken şehir hâlâ suskun; köprü kemerlerine Etty’nin şarkısı, kanal sularına Anne’in kahkahası karışıyor sanki.

Otto Frank, kamptan geri döndüğünde eline tutuşturulan bir tomar defter sayfasıyla merdiven basamaklarında uzun süre oturuyor. “Anne hâlâ konuşuyor,” diyor. Yıllar sonra bir başka şehir kütüphanesinde Etty’nin yazıları bulununca, iki defter sesleriyle buluşuyor.

ORTAK SON…

Bugün Prinsengracht’taki müzenin önünde beklerken taş kapının gölgesine bakarsanız: Çocuk kahkahası mı, yoksa vagon gıcırtısı mı duyuyorum? diye sorabilirsiniz.

Westerbork’ta paslanmış raylar boyunca yürürken Etty’nin kartını düşünün: “Şarkı söylüyorduk…”

Bu iki kadın, öldüklerinde yaşları toplam 43 bile değildi. Biri içsel sessizliğe, diğeri gökyüzüne tutundu. Ve ikisi de en karanlık gecede, bir defterin yaprağı kadar ışığın yeterli olabileceğini kanıtladı. Bu ışık, Amsterdam’ın yağmurlu kaldırımlarında hâlâ yankılanan Etty’nin dualarıyla Anne’in umutlarının ortak kalp atışı.

(AVLAREMOZ – Özlem KARAKUŞ – 12.6.2025)

Bu yazı toplam 521 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar