İsrail ve İran Arasında Sıkışan Hakikat: Yaşamdan Taraf Olmalıyız
7 Ekim’den bu yana Gazze’de yaşananlar, yalnızca bir savaş değil, insanlık değerlerinin sistemli biçimde yok sayıldığı bir süreci ortaya koyuyor. Bombalanan hastaneler, yıkılan okullar, enkaz altından çıkarılan çocuklar. “Siviller hedef alınmıyor” söylemi artık sürdürülemez. UNICEF verilerine göre yalnızca Mart–Haziran 2025 arasında 1.300’ü aşkın çocuk yaşamını yitirdi. Toplamda 50.000’den fazla çocuk ya öldü ya da yaralandı. Kuzey Gazze’de 2 yaş altındaki çocukların %15,6’sı şiddetli yetersiz beslenme yaşıyor; %3’ü hayati risk altında.
Bu tablo, bir savaşın ötesinde, sivillere yönelik sistematik bir yok oluş sürecine işaret ediyor. Ancak krizin yalnızca İsrail’in saldırgan politikalarıyla açıklanması yetersiz kalır. Aynı coğrafyada, aynı suskunluk İran rejimi içinde de hüküm sürüyor.
Mahsa Amini’nin başörtüsünü “doğru takmadığı” gerekçesiyle gözaltında hayatını kaybetmesiyle başlayan toplumsal tepki, İran devletinin baskı aygıtlarıyla bastırıldı. 2024 yılında en az 975 kişi idam edildi; bunların 31’i kadındı. Amini protestoları sırasında 524 kişi öldürüldü, 71’i çocuktu. 19.400’ün üzerinde kişi gözaltına alındı. Haziran 2025’te Mojahed Kourkouri’nin infazı ise, işkenceyle alınan bir ifadeye dayanıyordu.
***
Hem İsrail hem İran örneğinde görüldüğü gibi, bu yıkımın ardında yalnızca silahlar değil, sistemli politik tercihler bulunuyor.
İsrail, Gazze’ye gıda, ilaç, yakıt ve temiz suya erişim sistematik olarak engelleniyor. Filistinlilerin mülkiyet hakları yerleşim politikalarıyla gasp ediliyor. Batı Şeria’daki yasa dışı yerleşimler her geçen gün genişletiliyor. İsrail içinde ise ifade özgürlüğü ciddi biçimde bastırılıyor; iktidar karşıtı protestolar şiddetle dağıtılıyor, gazeteciler ve hak savunucuları hedef alınıyor.
İran’da da benzer şekilde hukuk sisteminin araçsallaştırıldığı, ifade özgürlüğünün sistematik biçimde bastırıldığı bir düzen söz konusu. Kadınlar başta olmak üzere, rejim karşıtı diğer toplumsal gruplara ve azınlıklara yönelik ayrımcılık ve şiddet sistematik. Mahkemelerde işkenceyle alınmış ifadeler kullanılıyor, sanıklara savunma hakkı tanınmıyor.
***
İsrail’in “güvenlik” gerekçesiyle yürüttüğü yok etme politikaları da, İran’ın “anti-emperyalist” iddiasıyla meşrulaştırdığı baskıcı yönetimi de insan hakları ihlalleri karşısında geçerli bir mazeret oluşturmuyor. Her ikisi de, insan haklarını yalnızca araçsallaştırdıkları sürece tanıyorlar. Birinde siviller bombalanıyor, diğerinde halk kendi devletinden korunmak zorunda kalıyor. Her iki rejim de uluslararası hukuku yalnızca kendi çıkarına hizmet ettiği noktada tanıyor.
Orta Doğu’da bugün yeniden şekillenen dengeler içinde barış ve özgürlük kavramları yine göz ardı ediliyor. Oysa barış, bir güvenlik projesi değil; özgürlük de yalnızca egemen sınıfların tekelinde kurulabilecek bir düzen değil. İran’daki kadınlar, Gazze’de hayatta kalmaya çalışan çocuklar, sınırları aşarak yaşam arayan mülteciler, susturulmak istenen hak savunucuları… Onlar inat ve ısrarla hayata tutunuyor, mücadele etmeye devam ediyorlar.
***
Uluslararası hukuk mekanizmaları ise ya sessiz ya da zaten güçlü olanın hizasında konumlanıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Birleşmiş Milletler ve diğer yapıların ya geç kaldığı ya da işlevsizleştiği açık. Bu sessizlik yalnızca ahlaki bir kırılma değil; aynı zamanda bir suça ortaklık biçiminde karşımıza çıkıyor.
Bu nedenle tarafsızlık söylemi, böyle bir tabloda hak ihlallerine sessiz kalmak anlamına gelir. Bu, bir vicdan meselesi olmaktan çıkmış; hukuki ve siyasi bir sorumluluk halini almıştır.
Orta Doğu’nun haritaları yeniden çizilirken, esas sorun sınırlar değil haklardır. Barış, sivillerin sesiyle kurulabilir. Özgürlük, ancak kadınların mücadelesiyle anlam kazanabilir. Adalet, çocukların yaşam hakkına sahip çıkılarak mümkün olabilir.
Ama gelinen aşamada yalnızca Orta Doğu değil, tüm dünya yeni güç dengelerinin kurulduğu bir yeniden yapılanma sürecinden geçiyor. Bu denklemde yalnızca Gazze, Lübnan ya da İran değil; Hindistan–Pakistan hattı da kaynayan fay hatlarından biri olarak öne çıkıyor. Bu çok kutuplu belirsizlik çağında Kıbrıs da, egemen devletlerin bölgesel politikalarında bir araç olarak konumlandırılmaya açık bir coğrafya hâline geliyor.
Tam da bu nedenle, Kıbrıs’ta çözüm çabaları yalnızca bir “uzlaşma” değil, aynı zamanda dış müdahalelere karşı irade ve gelecek inşasının temelidir. Kıbrıslı Türklerin siyasal iradesinin güçlenmesi, barışa, adalete ve gerçek anlamda eşitliğe ulaşmanın en önemli dayanaklarından biridir. Mevcut yönetim kadrosu ve zihniyeti ile bunu gerçekleştirmek mümkün değil. İlk etapta Ekim’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde, ardından da genel seçimlerde değişim şarttır.