1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. PİÇ DEĞİLSİN (aşk) LAFININ ÜSTÜNE GELDİN…
PİÇ DEĞİLSİN (aşk) LAFININ ÜSTÜNE GELDİN…

PİÇ DEĞİLSİN (aşk) LAFININ ÜSTÜNE GELDİN…

Gülfidan Erhürman: Önce sesini duydum; konuşmuyordun ama seni duyuyordum. Sınırıma bir sıra ağaç gibi dizilmiştin, yeşildin, heyecanlıydın, ümit esiyordun ve beni soruyordun

A+A-

 

 

                                                                           Gülfidan Erhürman

                                                                           gul_fidan_2@hotmail.com

 

 

Önce sesini duydum; konuşmuyordun ama seni duyuyordum. Sınırıma bir sıra ağaç gibi dizilmiştin, yeşildin, heyecanlıydın, ümit esiyordun ve beni soruyordun. Dağda taşta değildi aklın, paylaşmakta, insandaydı… “Ayşe vardı komşum” diyordun, “köpekçi Ahmet” öldü dediğimde ağlıyordun, göremediğin göremeyeceğin için… Piç değildin işte lafının üstüne gelmiştin… Bir akşamüstü sanki kopmuş da tekrar bağlanmış, o telgrafın tellerinden bir haber ulaştı bana… “Kardeşin seni aradı” dediler ve ben seni arıyordum bıkmadan usanmadan senelerdir… Ölmeden görmekti arzum… Savaşların, bölünmenin, hep sömürge olmanın içinde kaybolmuştuk işte… Ve sen konuşurken ağlıyordun. Savaşta sana öldüğümü söylemişler, hiç görmediğin bilmediğin bir kardeşe ağlayarak anlatıyordun bunları bir telin ucundan ve durmadan da “seni seviyorum, sağabo, i love you” diyordun beni görmeden… Ve benim yüreğim seni bulmanın sevinciyle çarpıyordu deli gibi… Yermasoya’da buluştuk. Benim çocukluğumun Leymosun’unda yaşamışız meğer yıllarca, birbirimizi bilmeden… Denizden esen meltem gibiydik birbirimize, içinde ne taşıdığını bilmeden ikimiz de sevgiyle serinliyorduk, o suların üstünde sektirilen taşlar gibiydik ferahla… Kıbrıslıydık ve üzerimizde ne ararsan vardı… Şehitler, gaziler, ganimetler, savaşlar… Bizi konuşmaya herkesin hakkı vardı bizden başka ve onlar konuşurken biz bu garip bölünmeleri yaşıyorduk.

Çocukluğumuz karmakarış, oyuncaklarımız doğadandı. Tahta atımız, lingirimiz, bebeklerimiz kamıştan ve tam da o gölge oyunu gibiydik… Hiçbir şey perdeye yansıtılan gibi değildi. Garagöz ve Hacivat ilişkiler yaşıyorduk işte, devamlı birbiriyle çatışan, biri diğerine vurup da kızan ama gülmüyorduk, devamlı ağlıyorduk… Sevindiğimizde bile, sevinç hep bir yaranın ucunda kanıyor, acıyor, ağlatıyordu ve hâlâ en pis huylarımızdan doğan oyunlar oynuyorduk “köşe kapmaca” gibi “kapıcı başı aç kapıyı bezirgân girsin bezirgân çıksın” diyerek veya güzellik mi çirkinlik mi oynuyorduk… Galiba oynadığımız oyunlarla da bozulmuştuk birbirimize! Hep bir rekabet vardı, hep birbirimizi yenmek, daha üst olmak sanki pirilide enek olmak arzusu…

Ama kucaklaştık ve kucaklaştığımızda kanlı dere kurumuş, tüm o toz bulutu da oturmuştu sanki gözlerimizi kör eden… Yermasoya bile susmuş, sanki bizi dinliyordu sittin sene yorgun o sevgisizlikten. Durgun sularla doğaya dalmıştık elele ve birbirimizde nefesleniyorduk… Sen bana şarkılar besteliyordun gitarınla ve başını dizime koyuyordun bir çocuk gibi. Benle uyumak, kaybettiğimiz seneleri tekrar yaşamak, rüyanda görmek istiyordun… Kirlenmeyen ya da kir göstermeyen o çocuk ruhumuz konuşuyordu içimizden birbirimizle ve doğa başka bir dilde dinliyordu bizi… Anılarıma şöyle bir not düşmüşüm işte: Yermasoya’da bir gün/ve ne yazık kuşlar yoktu ne de yeşil bir örtü/ne kavga ne sınır ne öfke/aralıktan bir sonbahar sızıyordu sulara,/ve artık ilham nafile/“bana da bir şiir yaz” diyorsun/zamanı değil artık şiir yazmanın,/yaşamanın zamanı/bir şiir ısmarlama olur mu?/ Bulut yahut da rüzgâr?/Yazacaksa artık insan suya yazmalı,/nasıl akıp gittiyse kocaman zaman/iki insan nasıl yitirmişse çocukluğunu/içindeki çocuğa yazacak kadar…

Piç değildik biz. Doğan, yaşayan ve yaşatan hiçbir şey piç değil zaten… Ama bir bakıma da piçtik işte, belki de bizi piçleştirmişlerdi… Bizi analarımızın adına yazmışlardı. Babalarımız harpteydi çünkü ve bir türlü sahip çıkamıyorlardı bize. Kapılarımızı dışa kapatıp savaşmaya gitmişler, ölmüşler, öldürmüşlerdi hiçbir şeyi kurtarmadan… Ve biz zamanın ardında kalmıştık hep ne olduğumuzu bilmeden. Birbirimizi hep düşman gibi görerek, birbirimize beddualar yakmıştık, yine bizi bulan… Hiçbir şey göremiyorduk çünkü karartma vardı; tüm ömrümüzü karartmışlardı, hatta içimizi de. Birbirimizin yüzüne kapanmıştık, sese, dile, dine, her şeye, hatta birbirimizin acılarına bile bakamıyorduk artık. Acıları bile ırklarına göre ayırıyorduk, silah sesiyle, postal rengiyle, bölüşülmeyecek doğayı bile yarımlara dilimliyor, buz kesiyor, devamlı üşüyorduk bir yanımız açık… Dilimiz de dönmediğinden meramımızı anlatamıyorduk sesimizle…

Çelik kapıların ardından görebilmek mümkün mü?/Terse çevirmek yaşamı/yahut, farklılıklarından arındırmak hayatı./Akşam kızıllığındaki yarım hilal'le/artı gelir mi hayatımıza sence/ruhtaki acıları/nereye kadar siler ki/iki ayrı dille konuşan sevgi…/ Kaybettiğimiz zamanı yerine/ne o var koyacak, ne de öteki/ne sen benim masallarımda vardın/ne ben senin acılarında,/gözyaşımı gördün mü/senin ezik ruhuna dokundu mu yüreğim/bahar çiçekli yorgan mı çektin üstüme/nafile bir akşamda… Bir mumun ışığında önce okumaya çalıştım seni, sonra yüreğinin sesini duydum, yüreğime yatırdım sakinleş diye… Sonra sınırıma bir aşkla geldin, ben acemiydim, anlayamıyordum işte… Kapalı yaşamaktan hislerim körelmişti. Aşk mıydı bana duyduğun, yoksa bedenime duyduğun bir arzu mu anlayamıyordum… Ama yollar açılmıştı işte, kardeşler buluşuyordu, arkadaşlar, komşular, gençler ve içimizdeki çocuklar… Ve birbirine düşman olamaz aşk aynı yere, aynı anda duyulursa… Belki de bir ormana, belki de bir ummanaydı ama en kötüsü neydi biliyor musun? Yüzümüzü silmemiştik daha… Kendimizi boyadığımız o bize ait olmayan renklerdeydik doğal olmayan ve karaydı, kapkara bir barutla boyanmıştık… Kızıl derilileri oynuyorduk. İkimiz de yerliydik ama hâlâ kamuflajdık… Kör kurşundan korkuyorduk, tam isabet olacak oktan sakınıyorduk kendimizi… Aynı yollardan geçiyorduk, aynı mahallede oturuyorduk hâlbuki! Her gün bir hayalet gibi geçiyorduk birbirimizin yanından, ama tanımadan, tanınmadan birbirimizden korkuyorduk…

Nedeni? Aşıktık ya! Hep savaşa hazırdık, hatta hiç bitmeyen bir savaş hazırlığındaydık ayrı düştüğümüzden beri… Birbirimizi bırakıp da çekip gittiğimizden, içimizde biriken o arzunun acısından bir intikam ateşi vardı içimizde yanıp tutuşan… Köşeyi döndüğümüz an karşılaşacak kadar yakındık hâlbuki. Aynı yere bakan kapılarda kalmıştık birbirimize açılmayan ve sanki kaderden birileri yolları kesmişti, karşılaşamıyorduk, göremiyor, anlayamıyorduk. Ne yaptığımızı bilmeden ve aşk kavgaların en büyüğü olduğundan daha güzel olmak için devamlı uğraşıyorduk, kendimize çeki düzen veriyorduk silah zoruyla… Tecavüzden korkuyorduk hep tecavüze uğradığımızın farkına varmadan. Bıçaklar taşıyorduk ayrı dilde kesen. Kimse diğerinin ne dediğini anlamıyordu, ağzımızı bıçak da açmıyordu zaten. Zaman sonbahardı, aşkın en zor mevsimi… Çoktan kaybetmiştik oyuncaklarımızı ikimiz de ve çoğu da bize ait değildi zaten, birbirimizden çaldığımızla oynuyorduk… Ve hasret her yerimize sinmiş, aşk depreşmişti. Birbirimizden kaçmaya sebep mektubun ucu yanıktı işte… Hani bir dağ gibiydik, yükü üstüne yığılmış, eteği çiçeklenmiş dikenli çalılarla… Gözümüzde soyu tükenmiş tüm o kökler gibiydik. Gözyaşımız kan rengiydi, gözlerimiz mavi. Bir Afrodit’e vuruyordu güneş, sonra bir büstte batıyordu… Biz boynu bükülmüş yar gibiydik işte! Denize iki parça savrulmuş, yüzemiyorduk. Bir elimiz, bir ayağımız, en çok da hevesimiz, nefesimiz kesikti… O gözyaşıydık akan birbirimize. Bilmeden ormanlarımız yanıyordu, varlarımız çalınıyordu, yağmalanıyorduk. Birinin kaybı diğerini de götürüyordu içinde, öteki bilmeden… Çok acemiydik çok… Bu memleket meselesinde birbirimizle sınıfta kalmıştık işte… Ve hasretin bağından toplanmış üzüm daneleri gibi eziliyorduk hatıralarımızla. Rengârenk giyiniyor, hazır bekliyorduk, güzelliğimizi görsün, kıskansın ve dönsün istiyorduk artık; barışmak için canını yesin, can atsın…

Nafile hayaller içindeydik nedense ve parmağımızı kıpırdatacak hâlimiz de yoktu zaten. Seneler üstümüze çökmüştü ve ne yapsak olmuyordu çünkü başkalarının kazanması için bir kör dövüşü lazım ve sen beni yenmeye çalışıyorsun, ben seni. İçimiz yanıyorken ayrılıktan bedenimiz liğme liğme parçalara bölünmüş, onları birilerine sunuyoruz bin ümitle, belki bizi sarıp sarmalarlar da birbirimizi unuturuz diye... Bunun sebebi ne bilmem ama çare değil… İçimden geçen her şeyin içinden sen geçiyorsun bana rastlayarak, ben senin içinden geçerken de bana rastlıyorum… Sanki… Deyip de üç nokta koyarken de korkuyorum başıma geleceklerden… Sen o kıraç taşlı tarlanın medoş lalesi soyu tükenen/işte o doğmadan herkese öteki olan,/kökü kuruyan sevgi dilenen/sus pınarların çatladı ağlamaktan,/temeline aktı nem verdi/yaşadığın o kerpiç evin, yıkılması ondan./'Sağabo' demek kolaydı/seni seviyorum demek da…/Ama ispatı…/Yaşanmamış onca şey var/nasıl toplayabilir insan kurumuş anıları/zamanın rüzgârından/ve nereye sığdırır, hangi dilde anlatır/ancak birbirine dokunabilirse insan,/duvarlar aciz kalır…

Ve birbirimizdeydik hâlâ. O duvarların içine örülmüş harçtık. Ruhumuzla düşündükçe, görüyor, tanıyorduk birbirimizi… Kapatıldığımız o Pandora’nın kutusundaki kötülüktük ikimiz de, aynı mezarda yatıyorduk. Havasından mı suyundan mı bilmem açıldığında çalan müziğinden mi, maki gibiydik işte doğallığında ve çok benziyorduk birbirimize… Aynı yerde doğmuştuk ve piçsek ikimiz de piçtik işte çünkü anıldığımızda aynı yere gelmiyor, buluşamıyor, barışamıyorduk aynı kaderi paylaştığımız hâlde… Ve yazdığımız aşk şarkılarıyla, çağırdığımız türkülerle ve içimizde birbirimize hiç sönmeyen o aşk yangının üstüne durmadan paylaşamadığımız o toprağı atıyorduk küreklerle söndürmek için ama sönmüyor ve sönmeyecek de galiba! Kirimizden soyunup yatamıyoruz çünkü birbirimizin koynuna… Eksik kalıyoruz. Neden mi? Birbirimize yaptığımız fenalıkları ve açtığımız yaraları konuşup kapatamadık, özür dileyemedik birbirimizden ve aşk hep suçlu ve hep muğlak kaldı ikimizde de… Bölünmüş bedenlerimizde hep başkaları işgal etti bizi; sever gibi göründüler ve aldattılar ikimizi de… Ve biz hâlâ düşünüyoruz gerçekten âşık mıyız diye. Yoksa zorlamalardan, yasaklardan mı bu hâldeyiz? Sen benim seninle büyümemi istiyorsun, ben de seninle birleşirsem başıma geleceklerden korkuyorum… Keşke büyüklük sende kalsa da beni korumaya alıp eşitleseydin diyorum ve keşke kimseyi dinlemeseydik. Önümüzde bulup da içine düştüğümüz yüreklerimizin içinde kaybolup kalsaydık keşke, çıkmamacasına… Hatta dili, dini, ırkı, liberal ekonomisi olmayan o Barış denen çocukla tüm sokaklarında sevişseydik bu adanın; Afrodit’in inadına fanteziyle kalmasaydık…

O sonbaharda, ne ileri ne geri ansız bir ironi/kapılar duvarlara çarpar açılır,/iki dilden şarkılar süzülür içeri/kopar yüreğimizdeki iki sazın telleri/zaman dolar can titreşir/ve o ne ah çekiştir ki/beni benden alır sende eritir./Deniz mor olur her şey olağan/sarı safran geçmişi uzun havadan,/sarhoş toprağa kusacağız/bir zemin kaldı aynı olmayan./Oysa en zor olan özeldi,/parmaklarımızın ucundan dokunabilmek, birbirimize/güzeldi…Ve biz konuşamadık, yazamadık birbirimize. Kendi dilimizde konuşamıyoruz, sevda sözcüklerimiz boğazımızda kalıyor… Üçüncü, dördüncü ve bir de beşinci dil var bizi koparan. Ruhumuzu içine katamıyoruz kelimelerimizin. Geçmişimizde o kadar çok dağınık yerden bitme sevgililer var ki şinya gibiyiz işte, pürçiçek açıyoruz gözlerimizden yağmur gelince… Kuraklığı sezince kuruyup kayboluyoruz birbirimizden… Şimdi de o kadar karışık ve kalabalığız ki kimse birbirini yemiyor, yiyemiyor, yenecek gibi değiliz çünkü. Tatsızız, ne idüğü belirsiz bir kazan kaynatıyoruz, baharsız, bayatlamış hikâyelerle kendimizi anlatıyor, avutuyoruz biz böyle böyleyiz diye ve hâlâ bir “ben beni sorguluyor…”  Beni seviyor muydun, bana âşık mıydın bilemiyorum! Hep bir şüphe var içimde. Beni kendine katmak, köklerimden kopararak bana beni unutturmak mı niyetin, bilmediğimden korkuyor, kendimi sana bırakamıyorum. Kararsız mevsimler gibiyim işte esip yağan ne diyeceğimi bile bilmiyorum… Ben, sınırlar ötesi kahırla buharlaşan, katran yazgılı bulut/esintiyle sana doğru savrulan/ince, ince yağan çillice yağmur yüzüne damlayan/ve sen sınıra doğan çocuk,/ iki dilde ağlayan./Yetti artık, sevgisizlik kapısını kapatsın/pınarlarımızdan akan gözyaşı,/sürüklensin nehir olsun çoğalsın/senin yanlışların önünde,/ benim doğrularım böğrümde/bir kadife duygu olsun asude/aykırılıklar erisin… Ne yazlar yazdı/ne ilkbahar yaşandı,/son-bahar kısaydı/ve  hep kışta kaldı ömür…

Ve buluşacağımız güne sen hayır dedin zaten ve mazeretin de yoktu. Mazeretin ipe sapa gelmezdi, o sonunda ağlaman da inandırıcı değil… Sen piçsin lafının üstüne gelmedin ve hâlâ gelmiyorsun. Ağlıyorsun gibi de, niye ağladığını anlatmıyorsun ve galiba anlatamayacaksın da… Belki evinin kapısı yüzüne çarpmıştır benim gibi, belki de yediğimiz haram bilemiyorum… Her şeyin var zaten ve aşktan sarhoşsun devamlı. Ben, o zenginliğini, hürriyetini elinden alan, eşit olmadığından başına bela olacağını düşündüğünüm… Aynı dildeki ruhumuzla konuşabilsek ve içimizdeki çocuğa baksak diyorum… Ve anlasak…

İki insan bir akşamüstü sıvışıp,

su gibi birbirinin ruhuna akıp,

nasıl da tanıdı gözlerini tutmadan ellerini,

zamana karşı yarışan insan kalbi

giysilerden arınıp… 

 

Keza; iki çocuk ayrı pencerelerden

hep aynı yerlere bakıp

ayrı dilde aynı şarkıları çağırdı.

Aynı acıyı yaşayıp,

ayrı dinde dualar yaktı…

Halbuki yüreklerimiz tıpatıp.

 Yermasoya’da zengin evleri sulara hâkim ve senden dinlediğim hepsinin bir masalı var… Ama en zengin benim; benim neyim mi var; sen kardeşim… Ve sonunda seni bulmuştum hayatımın sonuna doğru ama çaremiz bulunmamıştı hâlâ…

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 2266 defa okunmuştur