1. YAZARLAR

  2. Niyazi Kızılyürek

  3. Öz-Bilinçli Madunlar, Gönüllü Kulluk Edenler ve Sinikler
Niyazi Kızılyürek

Niyazi Kızılyürek

Öz-Bilinçli Madunlar, Gönüllü Kulluk Edenler ve Sinikler

A+A-

Kıbrıslı Türkler bugün kurallarını kendilerinin koymadığı bir ortamda yaşıyorlar. Giderek daha büyük oranda “hesap-dışı” kalıyorlar ve kendilerini en çok ilgilendiren konuların bile “dışında” tutuluyorlar. Kendi hayatlarını adeta dışarıdan izlemeye itiliyorlar.

Bu durum toplumun giderek “madun” konumuna düştüğünü gösteriyor. Gerçekten de, Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs Sorununun seyri içinde uluslararası hukukun, ticaretin ve politikanın dışında kaldılar. Özne olma kapasitende ciddi kayıplara uğradılar ve dışarıdan bir güce bağımlı olmaya zorlandılar.

Bu noktada, “madun” sözcüğüne kısaca değinelim. Sözcüğü siyaset bağlamında ilk defa Antonio Gramsci dile getirdi. Gramsci’de “Subalterno”, yani  madun, siyasi, kültürel, ekonomik kaynaklara erişimi kısıtlı olan toplumsal kesimler anlamında kullanılıyordu. Kendini ifade edemeyen, ifade ettiği zaman da duyulmayan kesimlerdir bunlar.

Daha sonra, madun (subaltern) araştırmaları, kavrama farklı bir derinlik kazandırdı ve özellikle sömürge toplumlarında öznenin konumu, arzusu ve tavrına dair önemli saptamalar yapıldı. 

Özellikle Hintli sosyal bilimci Gaytari Chakravotary Spivak, “Madun Konuşabilir Mi?” başlıklı incelemesinde asimetrik ilişkiler içinde yer alan öznenin kendini nasıl ortaya koyduğu konusunda değerli katkılarda bulundu.

Madunlar

Her şeyden önce bir gerçeğin altını çizelim: Madun konuşurken net, sarih, açık, keskin ve saydam bir dil kullanmaz. Söylemek istediğini doğrudan söyleyemez. Güç sahibiyle asimetrik bir ortamda karşı karşıya olduğundan konuşmakta zorlanır. Kendini açıklıkla dile getiremez. Kalıp sözlere başvurur. Dil sürçmeleri yaşar, kusurlu cümleler kurar. 

Madunun arzularını açıkça ortaya koyabilmesi için, Franz Fanon’un da belirttiği gibi, “güçlü bir pasaport sahibi, sağlam bir para birimi ve yasal haklarına sorunsuzca erişebilen bir özne olması” gerekiyor. 
Asimetrik ilişkiler ortamında bu mümkün olmadığı için, öznenin arzusuyla tavrı arasında bir mesafe oluşur ve bu durum, madunun konuşmasına yansır.

Kıbrıs Türk toplumunda dönüştürücü özne olmak için çabalayan insanların konuşmalarında gördüğümüz bu durumu yadırgamak veya garipsemek, sanki üst-belirlenim yokmuş gibi konuşmalarını beklemek, asimetrik ilişkileri görmezden gelmek ve toplumsal ve bireysel öz-farkındalıktan yoksun olmak demektir.

Dönüştürücü özne olma çabası içinde olmayanların madunların “kekeleyen” konuşma biçimlerini eleştirmeleri, “kesin ve keskin” sözcükler duymak istemeleri kötü bir ironidir! 

Bunlar arasında gönüllü kulluk edenlerle siniklerin başı çekmesi tesadüf değildir. Çünkü, onlar maddi ve ideolojik olmak üzere ayrı ayrı “konfor alanlarında” yaşıyorlar ve değişim için ortaya hiçbir çaba koymazlar!

Gönüllü Kulluk Edenler

Kendini dışarıdan dayatan gücün (Türkiye’nin) karşısında “gönüllü kulluk” yapanlar genellikle “kesin” ve “keskin” cümlelerle konuşurlar. Vatan, millet, Sakarya gibi boş-gösteren sloganlarla ve “milli soslu” güzellemelerle, boyun eğişlerini “meşrulaştırıcı” anlatılara çevirmeye çalışırlar. 

Biat ile koltuk arasında doğrudan bir ilişki kurmuş bulunuyorlar ve kendilerine bir “konfor alanı” yaratıyorlar.

Acizlik onları rencide etmiyor!

Bunların Kıbrıs Türk toplumuna dair bir gailesi yoktur. Hamasetle vakit geçiriyorlar ve Kıbrıslı Türklerin etno-politik bir toplum olarak varlığının tehlikeye düşmesini zerre kadar umursamıyorlar. 

Onlara, kendilerine “ayırılan” koltuklarda oturmaları yetiyor. Bu yüzden, Kıbrıslı Türklerin genel çıkarları açısından lüzumsuzdurlar.

Sinikler

Sinikler, görünüşte acizlikten ve iktidarsızlıktan, toplumun içine düştüğü durumdan rahatsızlık duyuyorlar ama Kıbrıslı Türklerin kaderini değiştirme çabalarını kayıtsızlıkla karşılıyorlar. Hatta, değişim için çabalayanları alaya alıyorlar.

Bunlar genellikle farklı sinizmlere başvururlar ve gidişatı değiştirecek irade sergilemekten uzak dururlar. 
Bazıları “gücümüz yetmez, başkaldıramayız” diyerek acizliği içselleştiriyor ve kötü bir pragmatizm sergileyerek acizliği yaratan gücün karşısında boyun eğiyor. 

Doğru olanın ne olduğunu, ne yapılması gerektiğini biliyorlar ama bunu engelleyen güce boyun eğdiklerinden, yapılması gerekeni zaten yapılamazmış gibi gösterip sorumluluktan kaçıyorlar.

Bu eğilim onlara yaramasa da -ki bazen yarıyor- son kertede hükmeden güce yarıyor! Onlar da gönüllü kulluk” örneğinde olduğu gibi, kendilerine bir tür “konfor alanı” yaratıyorlar!

Bazıları da daha farklı bir sinizme kapılmış durumdadır.

Bunlar, topluma acizliği dayatan güce yaranmak istemezler. Hatta, bu durumu teşhir ederler ve bütün açıklığıyla, bazen de karikatürleştirerek gözler önüne sererler. Fakat, durumu değiştirmek için bir şey yapmazlar. “Keskin” ve “kesin” cümleler kurarlar ve ruhlarını rahatlatıcı sloganlar atarlar. Aralarında “radikal” görünmeyi narsis kişiliğin bir özelliği sayanlar vardır. Bunlar kendileri için kahramanlık taslamaktan hoşlanırlar.

Genel olarak “Arif Hocanın dediğinden” demeyi severler ve “söyledim ve ruhumu kurtardım” tavrı içine girerler.

Bunlar da aslında “ideolojik bir konfor alanında” yaşarlar. Durumu değiştirmekle iştigal etmezler. En büyük zevkleri, bir şeyleri değiştirme çabası içinde olup da “net, kesin, keskin ve saydam” konuşmayanları alaya almaktır.

Yeni Başlangıcı Kim Yapabilir?

Kıbrıslı Türklerin yeni bir başlangıç yapmaya ihtiyaç duydukları ortadadır. Umarım, önümüzdeki seçimler buna vesile olur. 

İnsanlar Hannah Arendt’ın belirttiği gibi, “başlangıç” yapabilme yeteneğine sahip olan varlıklardır. Doğmuş olmaları onlara başlangıç yapma imkanı sunar. Nitekim, Arendt, “kendimizi insani dünyaya söz ve edimle sokarız ve bu dahil oluş, ikinci bir doğuş gibidir” der. 

Fakat, “başlangıç” doğuşa içkin olmakla beraber kendiliğinden gerçekleşmez. Ancak eylemle mümkündür. 

Dünyaya dahil olmak ise kendi inisiyatifimizle harekete geçerek, olayların akışına karşılık vererek gerçekleştirilir. Başka türlü söylersek, yeni bir başlangıç için eyleme geçmek, inisiyatif almak, bir şeyleri harekete geçirmek gerekir.

Bu, gönüllü kulluk edenlerle siniklerin yapacağı iş değildir! 

Hannah Arendt eylemi politikayla bir tutar. Politika, insanları özneye dönüştüren insanlar-arası bir edimdir ve insanlar ancak bir birleriyle konuşup birbirlerinin haklarını tanıyarak, birbirleriyle anlaşıp uyum içinde eyleyerek güç sahibi olabilirler. 

Kuşkusuz, Marks’ın dediği gibi, bunu kendi seçtikleri koşullar içinde değil, var olan, miras olarak buldukları koşullar içinde yaparlar.

Ve yine Arendt’ın belirttiği gibi, burada çoğul anlamda insanlar ve farklı iradeler szm konusu olduğundan kesin veya belirgin bir sonuca ulaşılmak mümkün olmayabilir. 

Böyle bir garanti yoktur!

Hele, asimetrik ilişkiler içinden yer alan öznelerin kendi eylem ve inisiyatifleriyle kesin sonuç almaları hiç kolay değildir. Bunun için, bazen farklı iradelere eklemlenmek, bazen de karşı karşıya gelmek gerekir.

Özellikle, “kesin ve keskin” sözcüklerle konuşamayan ama bir şeyleri değiştirmek ve sesini duyurmak için çabalayan “madun”, istişare etmek zorundadır. 

Gönüllü kulluk edenlerle sinikler bu dili bilmez! 

Madunun arzularıyla tavırları arasında belli bir mesafenin olması anlaşılır bir durumdur. Yeter ki, varmayı istediği, arzuladığı bir yer olsun! 

Arzu ile tavır arasında var olan mesafe ille de “madunun” bireysel zaafının değil, öz-bilincinin de bir göstergesi olabilir...

Bu yazı toplam 2755 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar