Kıbrıslı olmak
Kıbrıs, Akdenizin tam kalbinde, Asya, Avrupa ve Afrika’nın birleştiği noktada yüzyıllardır yıkılmayan, ayakta duran bir ada. Bu kadar stratejik bir noktada olmasından dolayı kaderi, daima büyük medeniyetlerin gözdesi olmasını sağlamıştır. Fenikelilerden Bizans’a Osmanlıdan, Britanya İmparatorluğuna birçok kültür bu adada tarih boyunca iz bırakmıştır. Her bir medeniyet Kıbrıslı kimliğinin bir tuğlasını koymuştur.
Kıbrıslı olmak doğduğun andan itibaren kendini oraya ait hissetmektir. Sokakta gelen kahve kokusunda çocukluğunu bulmak, sabahın erken saatlerinde portakal bahçelerinden gelen hafif esintide annenin sesiyle uyanmak demektir. Bu coğrafyada hayat, yavaş akan bir dere gibidir. Aceleye gerek yoktur, çünkü her şey vakti gelince halledilir. Burada sabah kahvesi uzun sürede içilir, selamlar samimiyetle verilir, ve bir işin “şimdi” yapılması yerine “birazdan” yapılması yadırganmaz. Adalı, sabırsız değildir. Çünkü adada zaman akar ama acele etmez.
Adanın insanı denize bakarak düşünür, dağlara yaslanarak bekler. Kıbrıslı olmak demek, rüzgârın yönünü sezmek, toprağın kokusunu tanımak, zeytin ağacının gölgesini paylaşmaktır. Adalılar misafiri çok sever, iyi ağırlar. Haddini aşmadığı sürece başının tacı yapar. Kıbrıslı olmak, biraz nostaljiktir. Dünle barışık yaşar bugünü. Her köşe başı bir hatıradır, her taşın altında bir hikâye vardır. Zamanın yavaş aktığı yerlerde, hafıza güçlü olur.
Adalı olmanın belki de en çarpıcı yönü, aynı toprakta farklı dillerde ama ortak duygularla yoğurulmuş bir geçmişin varlığıdır. Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar’ın hikayeleri birbirlerinden ayrı değil, iç içe geçmiş, bir zamanlar aynı masada yemek yemiş, aynı bahar sabahını paylaşmış, aynı türküyü söylemiş bir hikayedir.
Dillirga işte bu ortak kalbin seslerinden biridir. Hem Kıbrıslı Türkler hem de Kıbrıslı Rumlar tarafından söylenmiş, oynanmış, hissedilmiş bir şarkıdır. Bu ortaklık sadece dizelerde değil; sofralarda da görülür. Hellim, hem "halloumi"dir hem "hellim". Kolokas, hem Rum mutfağının hem Türk mutfağının vazgeçilmezidir. Molehiya’yı tavuklu mu kuzu etli mi istersin diye sorar annelerimiz. Mangal yandığında yapılan şeftali kebabı, Rumların “sheftalia” sı aynı tarifin çocuklarıdır aslında. Ortak olan bu lezzetler, ayrılıkların değil, geçmişteki birlikte yaşanmışlıkların sessiz tanıklarıdır.
Bir zamanlar köy kahvelerinde “kıbrıs kahvesi” yudumlarken aynı tavlaya zar atılmış, aynı zivaniya’nın yanında köfter paylaşılmıştır. Diller farklı olsa da, kahkahalar aynı dilde atılır. Ovalarda çocuklar aynı topun peşinden koşmuşlar, turunç çiçekleri iki evin de penceresini aynı kokuya boğmuştur.
Bugün farklı kimliklere sahip olsak da, adanın kalbindeki o eski harman yerinde hala ortak ayak sesleri yankılanır. Çünkü Kıbrıslı olmak, geçmişin ayrılıklarını değil, ortaklığın hafızasına tutunmayı gerektirir. “Benim” kadar “bizim” i de sevmeyi öğrenmektir.
Ve belki de bu yüzden “dillirga” hala çalınır düğünlerde. Çünkü hangi yarısında büyürsek büyüyelim, o şarkının nakaratında bir araya geliriz.
Kıbrıslı olmak, işte bu yüzden hem gururlu hem hüzünlü bir kimliktir. Bir yanı geçmişin iç içe geçmişliğine özlem duyar, diğer yanı geleceğin ortak paydasını kurmak ister. Ve belki de asıl mesele, bu ikisini birleştirebilmekte yatar.
Yüzyıllarca aynı köyde yan yana yaşayan Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, kimi zaman birbirlerinin acısını ve sevincini paylaştılar, kimi zaman çatıştılar. 1960 yılında kurulan ortak Cumhuriyet, ne yazık ki kalıcı bir barışı getirememiştir.
Yıllar içinde yaşananlardan sonra ne çizilen sınırlar nede dikenli teller, halkın hafızasında yer etmiş ortak kültürü silebilmiştir. Çünkü ortak yaşanmışlık, haritalarda değil kalplerde kurulur.
Bugün adanın kuzeyi ve güneyinde farklı yönetimler olsa da, geçmişin sesi her iki tarafta da aynı ezgiyi fısıldar. “ Dillirgadan gece geçtim suyundan içtim, badem gözlü bir yar gördüm kendimden geçtim.”…