Anten Düzelince, Memleket de Düzelir mi?
Geç kaldığımın farkındayım. Hem de çok.
Oysa İstanbul’da, Beyazıt’taki o mütevazi evimizde, ekranı taş çatlasın 45 santim olan siyah beyaz televizyonda gece gündüz maç izleyen dostumun halini biraz olsun anlayabilseydim… belki bugün başka bir memlekette yaşıyormuşum hissiyle dolmazdım. Devrime hazırlanmak varken insanların 90 dakikalık bir oyuna nasıl gönül verdiğini çözebilseydim yani… Ama nerde!
Hatırlıyorum da, televizyonun anteni memleketin kurumlarına benzerdi: Ha şimdi düzelecek, ha birazdan… Yıllarca öyle bekledik. Ama ev arkadaşım Okan Dağlı, o antenle bile hiçbir maçı kaçırmazdı; ne Dünya Kupası’nı, ne yerel ligleri. Siyah beyaz, parazitli, cızırtılı olsa da…
Kulağında küçük pilli radyo, evin içinde Chelsea ha şimdi kazanacak ha şimdi diye dolaşır; bizden de devlet ciddiyetiyle mutlak sessizlik isterdi.
Hafta sonları Eskişehirspor İstanbul’a uğradı mı, maçın yolu bizim evden geçerdi. Sonrası da klasik: Ergün, Vargın, Erbil Arap, Denizer ve diğer dostlarla bitmek bilmeyen maç tartışmaları… Siyasi tartışmalar gibi, hararetli ama sonuçsuz.
Benim aklım almıyordu o zamanlar:
“Yahu bu maç denen şey, halkı oyalamak için kullanılan bir afyon değil miydi? İnsanlar, benim gibi teori çalışsa, örgütlense, aklını başka şeyle meşgul etse…”
Ama ben körmüşüm. Okan’ın topun felsefesine aşkla bağlandığını, futbolla sevgiyi, birlikte üretimi, birlikteliği, ortak hedefe doğru çok çalışmayı, emeği, mücadeleyi birleştirdiğini yıllarca fark etmemişim.
Şimdi sağa sola bakıp anlamaya çalışıyorum. Geç kaldım, evet; ama memlekette geç kalmak zaten kronik bir hastalıktır. Yapacak bir şey yok, hayat devam ediyor.
Artık fanatik olmayan bir Mağusa Türk Gücülü ve Galatasaraylı olarak oyunu çözmeye çalışıyorum.
Ve gördüm ki futbol, tıpkı siyaset gibi inanılmaz bir kolektif akıl oyunu. Amaç belli; oraya giderken taktik, uyum, liyakat—evet, müthiş bir kelime—şart.
Anladığım, Galatasaray’da herkes birbirine güveniyor. Pas atmayı biliyor. Çok iyi şutlar görüyoruz. Kimse “Ben kaptan olmazsam, oynamam!” diye kriz çıkarmıyor. İster çıkar ister çıkarma, takım eksilmez; çünkü as oyuncular kadar başarılı yedekler var. Bu denge, gizli ajandaları sıfırlıyor. Ya oynarsın ya da mahalleye. “Topu ona vermem, küstüm, dargınım” yok. Boşalan her kademe için, ben her yerde oynarım, yeter ki sahada kalayım demek, kimin haddine. Hırs, bireysel bir yıkım aracı değil; ortak hedefe kanalize olunca büyük sonuçlar getiriyor.
Siyaset böyle olsa memleket uçardı, ama neyse…
Taktik tarafına gelince… Cryuff’u aşmak isteyenler var, Mourinho mu daha iyi, sosyalist Jurgen Klopp mu, Guardiola mı derken Okan Hoca Galatasaray’da kendi yolunu çizmiş görünüyor. Hem hakkıyla hem liyakatla; evet, bu coğrafyada mucize sayılır. Takımı hem hazırlıyor hem motive ediyor.
Ben anlamam dedim ya; anlamam ama en çok yedek kulübesine takılıyorum.
85.dakikada Osimhen çıkıyor, İcardi giriyor. İcardi de dönüp “Beni 5 dakika oynatmak için mi tuttunuz?” diye isyan etmiyor. Yani bakın: adalet var, disiplin var, amaç birliği var. Ülke yönetiminde bile zor bulunan kavramlar.
Çünkü amaç sadece gol atmak değil.
Hem gol atacaksın hem milyonlara keyif vereceksin.
Hizmet yani. Hem üretim hem mutluluk.
Osimhen’e ise ayrı bir parantez açacağım. Sanki kırk yıldır Galatasaray’da. Metin Oktay’ın torunu sanırsınız. Hem mücadele ediyor, hem arkadaşlarını ateşliyor. Kızıyor, seviyor, deliriyor ama kimse de “Sen bana geçen ay kızmıştın Osi” diye kin tutmuyor.
Ah be memleket… keşke sendeki insanlar da böyle olsaydı.
Takım olmak büyük iş vesselam.
Ve bana kalırsa bu iş Okan Hoca’da başlıyor ve bitiyor.
Düşündüm de, diyelim Galatasaray, takımı eski anlayışla yöneten birinin etkisi altında kalsaydı ne olurdu…
Kadroyu darmadağın eder, oyun sistemini çökertir, taraftarı da kahverengi bir melankoliye gömerdi.
Dediğim gibi, bu hikâyede benim için küçük bir suçlu var.
Okan Dağlı bu oyunu bana zamanında sevdirseydi…
Belki bugün sadece daha iyi bir taraftar değil; daha mutlu bir yurttaş bile olabilirdim.
Neyse…
Bu takımın şampiyonluk yolu, sadece futbolun değil; aklın ve emeğin şampiyonluk öyküsüdür.
Peki ya Şampiyonlar Ligi?
Orası, tıpkı memleketin büyük hedefleri gibi, daha zor, daha karmaşık bir yol.
Ben ne desem eksik kalır; onu da ancak Okan Hoca’nın kararlılığı, takımın ortak aklı ve kurumların sağlamlığı belirler.







