
‘’Anneme ve babama gitmek istiyorum… Cennette oynamak istiyorum…’’
(...) Ölen ya da uzakta olan mazluma karşı hissedilen o iyicil duygular/duygulanımlar, aynı mazlumlar canlı kaldığı, kapıya dayandığı, taleplerde bulunduğu, paylaşmak ve adalet istediği anda kötücül olanlarla (nefret, öfke, kin) yer değiştiriyor.
Hakkı Yücel
[email protected]
-Bir/bin gerçek acı hikâye…
Usame, tıpkı diğerleri gibi, İsrail saldırılarının kustuğu ölümün peşini bırakmadığı Gazzeli bir çocuk. 12 yaşında. Bitmek bilmeyen o saldırılar karşısında iki kez ölümden döndü, ancak ailesinin diğer fertleri onun kadar şanslı(!) değillerdi, hepsi hayatlarını kaybetti. Birinci saldırıda annesi, büyükannesi ve kızkardeşleri, ikincisinde babası ve yedi amcası öldüler. Evet, hayatta kalmayı başardı ama bunun diyeti ağır oldu, şimdi O artık bir bacağından yoksun. Usame’nin acılı hikâyesini, kendisi de saldırılarda yaralanan ve aynı hastanede yatan Filistinli yazar Eman Abu Zayed yazdı. (https://www.perspektif.online/gazzede-olmek-sakat-kalmaktan-daha-iyi/) ‘’’Ampütasyon travması ve acısıyla yapayalnız’’ yaşayan bu yaralı ve yalnız çocuğa -henüz daha on iki yaşında, önünde yaşayacağı uzun bir hayat ihtimali/imkanı olan çocuğa- en büyük dileğinin ne olduğu sorulduğunda verdiği cevap insanın yüreğine bıçak gibi saplanıyor: ‘’Anneme ve babama gitmek istiyorum… Cennette oynamak istiyorum….’’
İsrail saldırganlığının Gazzelilere armağanı(!) bu zalim kader sadece Usame ile sınırlı değil, BM kaynaklı verilere göre, bölgede günde en az on çocuğun bir uzvu bu saldırıların kurbanı oluyor. Bombanın, kurşunun öldüremediklerinden geriye kalanları ise ‘açlık’ öldürüyor. Guardian gazetesi köşe yazarı Nesrine Malik ‘’Gazze İçin Boşluğa Çığlık Atmak’’ başlıklı yazısında bir hafta içinde 100’ü aşkın insanın açlıktan öldüğünden söz ederken, bunların 80’ninin çocuk olduğunu belirtiyor. (Açlıktan ölenlerin sayısı bu yazının yazıldığı sırada 281’e ulaşmıştı ve bunların 114’ü çocuktu) Bölgede çalışan bir yardım görevlisinin, açlık içinde kıvranan çocukların ebeveynlerine ‘’en azından cennette yiyecek var’’ diyerek ‘’ölmek ve cennete gitmek istediklerini’’ söylediklerine dair satırlar ise insanlık adına bir başka utanç ve azap vesilesi. (https://www.perspektif.online/gazze-icin-bosluga-ciglik-atmak/)
Gazzeli çocuklar, dünyanın gözü önünde, öyle bir yeryüzü cehenneminde yaşıyorlar ki, onlar için ‘ölüm’, cennet olarak tahayyül ettikleri, bile isteye arzuladıkları tek kurtuluş haline geliyor. Bu arada gelen haberler açlığın boyutlarının giderek genişlediğini, şimdi artık Gazze’de yaşayan hemen herkesin açlıkla yüz yüze kaldığını söylüyor. Nitekim küresel açlık izleme kuruluşu Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması (IPC) verilerine göre, geniş bir bölgede geçerli olmak üzere resmen ‘kıtlık’ ilân edilmiş durumda. Gelinen aşamada, bir yandan Netanyahu tarafından açıklanan ve yardım konvoyuydu, okuldu, hastaneydi demeden bomba yağdırarak devam eden ‘işgal’ planı, diğer yandan kıtlık ve açlık, Gazze gün güne 500 000 kişinin mezarı oluyor.
Gazze toplu mezara dönüyor da bu toplu kıyım karşısında dünya/insan(lık) ne yapıyor? Ekim 2023’ten bu yana devam edegelen, en kör gözün, en sağır kulağın, en duyarsız yüreğin bile kayıtsız kalamayacağı bu vahşet karşısında, malûmun ilâmı, uluslararası sistem/devletler/yetkili ve güya etkili kurumlar ve de hatta bölge özelinde din ortaklığı nedeniyle arada ünsiyet bağı olan İslam dünyası, güya karşı çıkmak ve mezalimi önlemek adına, gayrı samimi uyarılarda, içi boş söylemlerde bulunmaktan öte tavır sergilemiyor. Buna karşılık, yine de bir umut, ‘vicdanın sesi’ diyebileceğimiz, ‘merhamet, şefkat, dayanışma, paylaşma’ gibi iyicil duyguları içkin sivil toplum hareketleri, giderek daha geniş katılımlarla bu vahşete karşı tepkilerini artırarak sürdürüyorlar ve de siyasetin katı sınırlarını da zorluyorlar. Ancak, kayda değer hareketler/gelişmeler olmakla beraber şunu da unutmamak gerekir: Özellikle geleneksel siyasetin tıkandığı/etkisiz kaldığı (buna geleneksel ideolojileri eklemek de mümkün) yerde, mahiyetleri ve etki güçleri itibarıyla, insani ilişkileri yumuşatma, geniş kesimleri kucaklama, çözüm üretme potansiyeli taşıyan iyicil duyguların taşıyıcıları olarak sivil toplum örgütleri hayati önem taşısalar da, tek başına duygular/duygulanımlarla sınırlı tepkilerin, hele aşırı bireyciliğin/bencilliğin öne çıktığı, ‘’insanın haz/arzu makinesine dönüştü(rüldü)ğü’’, duyguların gösteri amaçlı performatif icraatlar olarak sergilendiği ve çok hızlı tüketildiği, ‘sosyal-ahlâki’ çürümenin yaygın olduğu bugünün dünyasında, saman alevi gibi parladıkları ve aynı hızda söndükleri de bir vakıa. Misal, Eylül 2015’te, bu kez Suriye mahreçli faciada, (cehennemin adı: ‘Ortadoğu’) yaşadığı cehennemden kurtulmak için ölümü değil oradan kaçmayı ve ilk etapta Yunanistan’a gitmeyi seçen Suriyeli ailenin küçük kızı Aylan, trajik sonu nedeniyle bir anda, dünya ölçeğinde geniş kesimlerin paylaştığı o iyicil duyguların muhatabı oluyor. Kapasitesinin üstünde göçmen taşıyan lastik botun batması sonucu cesedi sahile vuran üç yaşındaki kız çocuğunun kumsalda sürüklenen cansız bedeni, dünyayı ayağa kaldırıyor. Bu hassasiyetin/tepkinin ne denli sahici/samimi/sürekli olduğu ise, aynı botta karısını ve iki oğlunu kaybeden baba Abdullah Kurdi’nin, gazetelerde yayınlanan milyonlarca insanın şahit olduğu bebeğin fotoğrafının bir şeyleri değiştirip değiştirmediği sorusuna verdiği cevapla açığa çıkıyor: ‘’İlk iki ay çok sayıda insan kalplerini açtı. Ama sonra her şey eski haline döndü. Avrupa’da duvarlar yükseldi, göçmen taşıyan gemilerin limana yanaşmasına izin vermiyorlar. Savaştan kaçanlar kendi kaderlerine terk ediliyorlar.’’ Bilindik gerçek(lik) bir kez daha kendini gösteriyor: Siyaset, ‘ideolojik/stratejik/güç-çıkar’ eksenli aklı ve uygulamalarıyla çoktan beridir sınıfta kalıyor da, Küçük Aylan’ın trajik ölümünün bireysel-toplumsal düzeyde yaktığı yürekler, sağ kalsa kendisinin de aynı kervana katılacağı soydaşları karşısında çok geçmeden buz kesiyor; ölen ya da uzakta olan mazluma karşı hissedilen o iyicil duygular/duygulanımlar, aynı mazlumlar canlı kaldığı, kapıya dayandığı, taleplerde bulunduğu, paylaşmak ve adalet istediği anda kötücül olanlarla (nefret, öfke, kin) yer değiştiriyor. O kadar ki, bu kötücül duygular kolaylıkla ve hatta çoğu yerde gönüllü olarak siyasal/ideolojik manipülasyonlara uğruyor ve ırkçı/faşist zihniyetleri -hem de demokrasinin ve de medeniyetin beşiği olduğu iddia edilen Batı’da- ardı sıra iktidara gelecek seviyelere çıkarıyor. Sonuç ortada.
Artık apaçık görünen şudur: Bugün içinde yaşadığımız dönem (çağ), modernitenin daha güzel, daha gelişmiş, daha müreffeh günler vadeden ‘ilerlemeci’ anlayışının ve de bu anlayışla örtüşen her şeyi ölçüp biçen hesaplayıcı, araçsallaştırıcı, faydacı, sağlamcı (her türlü) modern aklının -‘güç ve iktidar’ mücadelesinin belirlediği, stratejik hesaplarla kaim saldırgan ‘siyasal aklın’; ‘doğruyu’ ve ‘haklılığı’ kendine mal eden ve ötesine geçemeyen, hangisi olursa olsun, ‘ideolojik aklın’; bilgiyi köşeli kavramların içine hapseden ya da ‘al sana reçete’ kıvamında sunan ama hayata dokunmakta yetersiz kalan, ruhsuz/soğuk ‘bilimsel aklın’ ve nihayet özgürlüğü, yaratıcılığı ve düşünce ufkunun genişliği, ‘organik aydın’ın ’taraf olmayan bertaraf olur’’ sınırına kadar çalışan ve orada kelepçelenen, bir tarafa ait olmanın konformizmi ile yetinen entelektüel aklın’…- iflas ettiği, adıyla sanıyla bir (post/modern) ‘Barbarlık Çağı’. İnsanlık tarihinin uzak-yakın geçmişinde az ya da çok benzer vahşet tablolarının (soykırımların), arka planda yaşanan radikal değişiklikler ve oluşan yeni koşullar kapsamında, güya artık sona ereceği umuduyla girilen 21.yüzyılda, sadece Gazze’de, sayıları her gün daha da artan (ahh canlı varlıklar olarak insanları nesnelere dönüştüren ve de ‘bilimsel’ veriler olarak okunup değerlendirilen -istatistik tabloları, oranlar vs-, buradan hareketle bir o kadar ‘bilimsel’ sonuçlar/çıkarsamalar üretilmesine vesile olan sayılar) ve yaşadıkları cehennemden kurtulmak için tek çare olarak ‘’ölmek ve cennete gitmek istediklerini’’ söyleyen çocukların ve bütünüyle bir halkın günahını taşıyan bir dönem (çağ), ‘barbarlık’tan başka nasıl nitelendirilebilir/adlandırılabilir ki? Adını anmanın yeridir, kendisi de ‘barbarlık’ mağduru olan W.Benjamin, 20.yüzyılın ortalarında, insanlık tarihi üzerine tezleri yazarken şu can alıcı tespitte bulunur:
‘’Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.’’
-’Duygusuz Akıl’ & ‘Akılsız Duygu’
Eğer tablo buysa, o zaman şu soruyu sormak da farz oluyor: Kuramsal ve kurumsal, daha somut bir ifadeyle sistem ve bilinç olarak bu ‘vahşet/dehşet’ tablosundan sorumlu olan zihniyet/akıl(lar)la onu aşmak ne kadar mümkün? Ya da şöyle: Barbarlıkla kaim bu tabloyu aşmak adına, bizatihi sorumlusu olan cari zihniyet ve akıl(lar)la, gerekçe(lendirme)ler sıralamak; ‘kavramlar’, ‘tanımlamalar’, ‘yorumlar’ yapmak, ‘reçeteler’, ‘siyasetler’ üretmek ne kadar anlamlı, ne kadar işlevsel olabilir? Tam da burada, yakın bir geçmişte, sanki tarihin döngüsel seyrinin kanıtı sayılabilecek, yine çıkmaz/kriz dönemlerini işaret eden ve de mevcut sınırları/anlayışları zorlayan, bugünle olan benzerlikleri yüzünden de şimdilerde yine dillere pelesenk olmuş, iki kültür/düşünce insanına ait o iki aforizmatik söylem akla geliyor:
İtalyan A.Gramsci’nin 1920’lerin ikinci yarısında başlayıp 1929’da zirve yaparak dünyayı sarsan, ekonomik ölçekli ‘Büyük Bunalımı’, o dehşet dönemini tanımlamak üzere yaptığı, çarpıcı betimleme : ‘’Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarlar zamanı.’’ (Her ne kadar, ‘Sağın Kasveti -Otoriter Liderler ve Çalınan İsyan/İletişim Yayınları’- kitabında Zafer Yılmaz, bu betimlemede yer alan ‘canavar zamanı’ nitelemesinin orijinal metinde ‘hastalıklı semptomlar’ olarak geçtiğini söylüyorsa da ‘canavarlar zamanı’nın -belki de yaşanan dehşete daha bir vurgu yapıyor ve daha bir açığa çıkarıyor olmasındandır- ısrarla tercih edilmesi anlaşılabilir bir ‘tahrif’ olsa gerek.) Ve Alman Adorno’nun 1949 yılında Nazilerin Yahudilere yönelik gerçekleştirdikleri soykırım vahşetinden hareketle söylediği: ‘’Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.’’ Kendisi de bir Yahudi olan Adorno’nun, vahşeti ve boyutlarını hatırlatmak ve de sonrasının ne olması gerektiğini ima etmesi bakımından, soykırımın yaşandığı sembol mekânlardan Auschwitz’i merkeze aldığı, devamında ilk anda sadece şiirle (sanatla) sınırlı kalsa, öyle algılansa da, buna ilave felsefenin de artık söyleyecek sözünün kalmadığını ifade ettiği bu özlü deyiş, beraberinde farklı tartışmaları/eleştirileri/yorumları da gündeme getirdi. Bir yanda bu tespite onay verip ‘evet, bu kadar vahşetten sonra artık söylenecek söz kalmadı’, ‘’imgelem gücü gerçekliğin karşısında susmak zorunda kalır’’ diyenlerle; beri yanda ‘hayır, asıl şimdi söylenecek sözlerin zamandır, görünen ve görünmeyen biçimiyle vahşeti en çok söz/yazı dile getirebilir’ diyenlerden müteşekkil olan ayrışma, zaman içinde devam etti. Bu doğrultuda Adorno’nun kendisi de, kesinliği/keskinliği itibarıyla ağırlığı altında ezildiği söylemini ileriki tarihlerde birkaç kez yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı, deyim yerindeyse nispeten yumuşattı. Ancak süreç içinde revizyona tabi tuttuğu bu söylemini, misal, Cezayir’in Fransa karşısında verdiği bağımsızlık savaşında katliama uğrayan Müslümanları görmezden gelerek, sadece Yahudilere yönelik mezalimle sınırlı tutmaya devam etmesi, -yoksa modern aklın en eleştirel olanının bile yaşadığı çıkmazın işareti miydi bu- ciddi bir eksiklik olarak eleştirildi. (Benzer durum -çıkmaz- bir başka Yahudi filozof, ‘öteki’nin filozofu Levinas’ın, kuramsal düzeyde çerçevesini oluşturduğu ve ‘Ben’le kaçınılmaz/zorunlu ilişkisini, bunun varoluşal anlamda önemini vurguladığı ‘öteki’yi, kuramsal alandan yaşamsal alana -pratik hayata- geçtiğinde ve de Filistinli Araplar gündeme geldiğinde, onları bu ‘öteki’nin dışında/aşağısında tutmasında, söylersem çok mu abartılı olur, ‘filozof’ Levinas’tan adeta ‘siyonist’(!) Levinas’a dönüşmesinde gözlendi). Gramsci ve Adorno bu özlü ifadeleriyle, içinde yaşadıkları dönemin ‘akıl (bilinç, zihniyet) ve ‘ahlâk’ (vicdan) olarak çöküşünü ortaya koyarlarken, aynı nedenlerle bir dönemin sona erdiği ve yeni bir dönemin başlıyor olduğu gerçeğini de dile getirmiş oluyorlardı. O günlerden bugünlere gelende, -bu bağlamda arayışlar düşünce/fikir eksersizleri devam etse de- çok şeylerin değişmediği, hatta daha da zor zamanların yaşandığı aşikâr. Soru ise hâlâ geçerli: İnsanlığın özlenen müreffeh, adil, huzurlu geleceğini inşa etmek adına, hükmü biten akıl (bilinç, zihniyet, siyaset olarak genişletilebilir) ve çürüyen ahlâk (vicdan), bu yeni dönemde ‘ne’ ile, ‘nasıl’ ikame edilecek? Ve asıl acıyı doğrudan yaşayanların duygu/algı dünyasıyla (şimdilerde Gazze(liler,) o acıya uzaktan tanık olanlar/izleyenlerin (bireysel olandan toplumsal olana her kesimiyle dünya kamuoyu) duygu/algı dünyalarında arasındaki boşluğu doldurmak, birbirleriyle buluşmayı sağlayacak sahici ilişkiyi, yani sahici empatiyi, sahici duygu ortaklığı ve nihayet birlikte varolmayı sağlayacak bilinç/zihniyet/ahlâk dünyasını inşa etmek nasıl mümkün olacak?
Buraya kadar (modern) akıl, olayları/olguları çözümler, tarif eder, tanımlar, kavramlaştırır, bilmeyi, öğrenmeyi ve ‘anlamayı’ sağlar ama taviz vermez soğuk yüzüyle yüreklere dokunmakta, ‘öteki’ ile ilişkilerde ortak duygusallığı temin etmede, yani ‘hissetmekte’, eksik/yetersiz kalır (duygusuz akıl); beri yandan aklın birikimini, oluşturduğu bilinci sahiplenmede/içselleştirmede eksik/yetersiz kalan duygular, tam da bu nedenle, olaylar/olgular karşısındaki tavırlarını, daha çok refleksiv, birden parlayan saman alevi gibi, yoğun ama kısa süreli tepkiler olarak ortaya koyar, öteki’ ile onu ‘hissetmek’ düzeyinde -kısa süreli- yakınlık kurabilse de bu yakınlık maddi bir zemine (bilinç) oturmadığından sahici olmaktan, ‘anlamak’tan uzak, geçici bir mahiyet arz eder (akılsız duygu). Bundan sonrası ‘anlayabilen’ ama yeterince ‘hissetmekten’ (duygudan) uzak aklı (duygusuz aklı), ‘hissedebilen’ (en azından o potansiyeli taşıyan) ama yeterince ‘anlamaktan’ uzak duyguları (akılsız duygu) aynı anda buluşturmak ve birlikte hareket etmelerini sağlamak olsa gerektir. Bunun bir hayal olacak kadar uzak ve bu yüzden zorlu bir süreç olduğu/olacağı aşikâr. Ama insanlık adına sonu karanlık olan bu ‘barbarlık çağı’nı aşabilmek için (yeni) hayallere de illa ki ihtiyaç var.
Unutmamak gerek, nihayetinde gerçek aynı zamanda hayallerin çocuğudur.
















