1. YAZARLAR

  2. Asım Akansoy

  3. Mühürlenmiş Coğrafyanın Açmazları: Bir Varoluş ve Tükeniş Manifestosu
Asım Akansoy

Asım Akansoy

SİYASET MEYDANI

Mühürlenmiş Coğrafyanın Açmazları: Bir Varoluş ve Tükeniş Manifestosu

A+A-

Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik gerçekliği, uluslararası ilişkiler literatüründe eşine az rastlanan bir anomali olarak karşımızda duruyor. Tanınmamışlık zırhının yarattığı siyasi aforoz, Türk Lirası’nın para politikası araçlarından yoksun bir şekilde "fiili para birimi" olarak kullanılması ve ölçek ekonomisinin getirdiği yapısal kısıtlar… Tüm bu boğucu parametrelere rağmen, ortada şaşırtıcı, hatta paradoksal bir dinamizm de var. Ancak bu dinamizmi bir "başarı hikayesi" olarak okumak, mevcut patolojileri görmezden gelen bir körlükten başka bir şey değildir.

Bugün "ekonomi" diye adlandırdığımız yapı, devlet aklının stratejik planlamasından ziyade, toplumun hayatta kalma refleksine yaslanıyor. Hizmetler alanı, bilhassa yükseköğretim ve turizm, ekonominin lokomotifi olarak sunulsa da, bu alanların nitelikten ziyade niceliğe odaklanan birer "nakit akışı" mekanizmasına dönüşmesi ciddi bir eleştiri konusudur. Girişimci KOBİ tabanımız ve görece kalifiye insan kaynağımız, siyasi erkin vizyonsuzluğuna rağmen ayakta kalmaya çalışan, sistemin tek gerçek "direnç noktasıdır".

Jeopolitik körlüğümüz ise en çok Avrupa Birliği ile ilişkilerde kendini gösteriyor. Coğrafi determinizmin bize sunduğu AB’ye fiziksel yakınlık ve Yeşil Hat Tüzüğü üzerinden Güney Kıbrıs –dolayısıyla Tek Pazar– ile entegrasyon şansı, siyasi hamasetin gölgesinde heba edilen bir fırsat penceresi olarak durmaktadır. İdeolojik saplantıları bir kenara bırakıp, bu hattı bir "ekonomik rasyonalite" zeminine oturtmak, adanın kuzeyini global pazara bağlayacak yegane çıkış kapısıdır. Keza, güneş enerjisi potansiyeli gibi "tanrı vergisi" bir kaynağın ortasında, fosil yakıt lobilerine ve enterkonnekte sisteme dair vizyonsuzluğa teslim olmak; dijital hizmetler ve ada içi entegrasyon gibi kaldıraçları görmezden gelmek, basiretsizliğin daniskasıdır.

Ancak tabloyu asıl karartan, yapısal çürümüşlük ve görmezden gelinen sert tehditlerdir.

Enflasyonun sadece "yüksek" değil, aynı zamanda para politikasına müdahale şansımızın olmaması nedeniyle "yıkıcı ve oynak" olması, ithalata bağımlı üretim modelimizi bir "fakirleşme makinesine" dönüştürmüştür. Mali sistemimiz ise kelimenin tam anlamıyla geriletici bir yapıdadır ; yani gelir adaletsizliğini besleyen, dolaylı vergilere yaslanan, sermayeyi kollarken emekçiyi ezen dağınık bir yapı arz etmektedir. Büyüme modelimiz; katma değer üreten teknolojik bir dönüşüm yerine, rant odaklı inşaat sektörüne ve niteliksiz hizmetlere hapsedilmiştir. Bu, betonlaşmayı "kalkınma" sanan arkaik bir zihniyetin ürünüdür.

Orta vadede bizi bekleyen tehlikeler ise artık birer "risk" değil, kapıdaki düşmandır. Siyasal belirsizliğin yarattığı öngörülemezlik, hukuki tanınma eksikliğinin getirdiği uluslararası hukuktan dışlanmışlık ve kangrenleşmiş mülkiyet ihtilafları, ekonominin altındaki zemini her geçen gün biraz daha oymaktadır. Daha da vahimi, nitelikli insan kaynağımızı kaybediyoruz; yaşanan beyin göçü, toplumun entelektüel sermayesinin erimesidir. İklim krizinin ve çevre baskılarının yarattığı tehditler ise artık lüks bir tartışma değil, bir varoluş sorunudur.

Açıkça ifade etmek gerekirse; Kıbrıs Türk ekonomisi, "sıkışmışlık" ile "potansiyel" arasında, Araf’ta bir sarkaç gibi sallanmaktadır. Eğer kurumsal kapasiteyi güçlendirecek meritokratik bir reform* yapılmazsa, ada içi ve dışı entegrasyon cesurca, hamasetten uzak bir reelpolitik ile ele alınmazsa; ve hepsinden önemlisi yeşil-dijital dönüşüm ciddiye alınmazsa, elimizdeki bu kırılgan yapı çökmeye mahkumdur. Mevcut kırılganlıkları avantaja çevirmek mümkündür; ancak bu, mevcut statükonun konforunu bozacak radikal bir zihniyet devrimini şart koşmaktadır.

Peki, tüm bu retorik ve iddialar karşısında, sözün bittiği yerde ne kalıyor? Geriye sadece cevapsız üç büyük soru kalıyor; bu sorular, siyasetin değil, bizzat gerçeklerin masaya koyduğu sorulardır.

  1. Egemenlik Paradoksu ve Ekonomi: Siyasi egemenlik söylemini her fırsatta kutsayan yönetim erki; para politikasında 'yok hükmünde' olduğu, halkını ithal bir enflasyona ve kaçınılmaz bir fakirleşmeye mahkûm ettiği gerçeğiyle ne zaman yüzleşecek? Yoksa bu 'fiili bağımlılık' modeli, artık tartışılmaz, değişmez bir kader olarak çoktan kabullendiğimiz yeni bir 'devlet aklı' mı haline geldi?
  2. İzolasyon ve Kendi Ambargomuz: Yıllardır 'ambargo' ve 'izolasyon' mağduriyetinin konforlu gölgesine sığınanlar; burnumuzun dibindeki AB pazarını ve Yeşil Hat fırsatlarını ideolojik bir körlükle reddederek, aslında kendi toplumuna en büyük 'ekonomik ambargoyu' bizzat kendilerinin uyguladığını ne zaman itiraf edecekler? Bu gönüllü tecrit, daha ne kadar sürdürülebilir?
  3. Rant Ekonomisi ve Geleceğin İpoteği: Ülkenin geleceğini teknolojiye ve yeşil dönüşüme değil de 'beton mikserlerine' ipotek edenler; nitelikli gençlerin adadan kaçışını seyrederken, yarattıkları bu 'niteliksiz ucuz iş gücü cenneti'nin ve rant düzeninin tarihsel vebalini ödemeye hazır mı? Gelecek nesiller, bu vizyonsuzluğun hesabını sormayacak mı?

Bu sorular, siyaset üstü bir yüzleşme çağrısıdır. Artık mazeretlerin arkasına saklanmak yerine, aynaya bakma ve gerçeklerle hesaplaşma zamanı gelmiştir.

* En basit hâliyle, bir kurumda ya da devlet yapısında liyakat ilkesini güçlendirmek için yapılan köklü değişikliklerdir. Yani kararların, atamaların, terfilerin ve kaynak dağılımının kişisel ilişkiler, siyasi yakınlık, aile bağları veya sadakat yerine yetkinlik, performans, bilgi, deneyim ve etik standartlar temelinde yapılmasını sağlayan reformlardır.

Bu yazı toplam 489 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar