Melâl

Melâl

Ne sen, Ne ben, Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ, Ne de âlâm-i fikre bir mersâ Olan bu mâi deniz, Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz. Sana yalnız bir ince tâze kadın Bana yalnızca eski bir budala Diyen bugünkü beşer, Bu sefîl iştihâ, bu kirli na

A+A-

 

 

Ne zaman canım her neredeyse oradan çıkacak kadar sıkılsa, ne zaman usanıp bıksam olan bitenden ve bir hüzün tam olarak tarif edemediğim bir yerlerden zuhur edip çöreklense yüreğimin üzerine, Haşim’in “O Belde” şiirinin muhteşem mısraları yetişir imdadıma:

 

Ne sen,

Ne ben,

Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,

Ne de âlâm-i fikre bir mersâ

Olan bu mâi deniz,

Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.

Sana yalnız bir ince tâze kadın

Bana yalnızca eski bir budala

Diyen bugünkü beşer,

Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,

Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,

Ne bu akşamda bir gam-i nermîn

Ne de durgun denizde bir muğber

Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

 

Şiirin ritmi tek tek kelimeleri anlamayı gereksiz kılsa ve hemen ele geçirse de okuyanı, manaya vâkıf olmanın katlayacağı hazzı tatmak için yeni Türkçeden yardım dilenmek maalesef farzdır. Melâl, hem can sıkıntısı, hem usanç, hem de hüzündür. Haşim, bunların manasına varamayan kendi neslinden şikâyetçidir aslında. O da, seslendiği meçhul muhatap da, hatta hüzünlü düşüncelerin limanı olan o mai deniz de bu nesle aşina değildir; bu nesille tanışmamışlardır, onu anlamaları namümkündür. Bu nesil, Haşim’in hayallerini süsleyen o beldedeki aşkın derinlerine nüfuz edemez asla. Onun aşık olduğuna baktığında yalnızca taze ve ince bir kadın görür; ona aşık olan Haşim ise tarihin tozlu, sararmış sayfalarından fışkıran, çağ dışı bir budaladır. Bu nesil, Haşim’de, onun duyduğu aşkta ve o aşkın muhatabında herhangi bir mana bulma ehliyetinden yoksundur. Onun gözleriyle bakarsanız, o akşamda hafif bir üzüntü, denizin durgunluğunda bir dargınlık, inadına kendini ele vermeyen gizli bir dalgalanma, bir kimseye muhtaç olmama hâli bulunduğunu fark etmeniz mümkün değildir.

Hülasa Haşim, yalnızca anlaşılmamaktan değil, anlamamaktan da muzdariptir. Onunla ötekiler arasında bir irtifa farkı vardır. Ya ötekiler Haşim’den çok daha yükseklerde ya da o ötekilerden çok daha derinlerdedir. Her iki durumda da sonuç değişmez: Haşim ve ömrünü paylaşmak zorunda kaldığı nesil her hâlde aynı yerde değillerdir.

“Kirli bir nazar”la bakarsanız, bir tevazu yoksunluğu da görebilirsiniz şiirde. Haşim’in o nesli aşağıladığı, bir manada tahkir ettiği zannına kapılabilirsiniz. Oysa o, iki dünya arasındaki farkı ortaya koymaya, kendisinin hissettiklerini o neslin hissedemediğini, o neslin düşündüklerini de kendisinin düşünemediğini anlatmaya çalışmaktadır. Tabir-i caizse Şair, eski zamanlardan bir yerlerden, ya da belki daha doğrusu muhayyel bir beldeden kendi yurduna sürgüne gönderilmiştir. Orada sürgünün atılmaz kederini[1] yaşayarak ömrünü tüketmek onun için mukadderdir. Bu nedenle, belki bir tevazu yoksunluğu olarak değil ama bir tür kendini koruma çabası olarak da okunabilir mısraları.

Haşim, sembollerle içli dışlı bir şairdir. İster aşk anlayışını, ister düşünce ve duygu dünyasını, isterseniz ideallerini koyun onun “ince, tâze kadın”ının yerine, her durumda bu çağın dışından (belki gerisinden, belki ilerisinden ama asla bu çağdan değil) bir yerlerden konuştuğu aşikârdır.

İçinde yaşadığı topluma ecnebidir Şair. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın, muhayyel cenneti ne kadar tahayyül ederse etsin, onun dışında nefes alıp vereceği başka herhangi bir yer de yoktur. O derin melâlin sebebi tam da budur işte. Ve Şair’in payına düşen, bu melâli anlatma çabasıyla ömrünü tüketmekten başka hiçbir şeydir.   



[1] “Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış onulmaz gediktir. Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir”. Edward Said, Kış Ruhu, çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yayınları, 2000, s. 28. 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 2060 defa okunmuştur