1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Korno köyünden George Michael’ın hikayesi...” (2)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Korno köyünden George Michael’ın hikayesi...” (2)

A+A-

Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, Avustralya’dan araştırmacı-yazar, grafik sanatçısı ve akademisyen Konstantinos Emmanuelle, Korno köyünden George Michael’ın hikayesini, kendi yaratmış olduğu “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” sayfası için üç bölüm halinde kaleme aldı. Biz de bu değerli arkadaşımızın bu çok ilginç yazısını okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, “Tales of Cyprus”ta devamla şöyle yazıyor:

***  Pirelerle bu talihsiz macera ardından Darwin’deki yetkililer, onları otobüsle kente götürmüşler... “Aslında oraya bir kent denemezdi bile” diye gülüyor George... “Orada hiçbir şey yoktu, birkaç bina vardı ve 50 kadar da insan, hepsi de bekar erkeklerdi. Ev yoktu, okul yoktu... Hatırlarım da askeri bir hastane vardı, hastanede tek bir doktor vardı... 30 kadar insan onu görmeyi bekliyordu... Sana şunu söyleyebilirim ki yerliler bizi görmekten memnun değillerdi. Defolup gitmemizi istiyorlardı. Ancak Darwin’de sıkışıp kalmıştık. Hepimiz onluksuzduk, paramız yoktu... Andreas’a, “Şimdi ne yapacağız? Şimdi başımıza ne gelecek?” diye sormuştum... O da bana bakıp başını sallamıştı...”

***  Darwin’de sıkışıp kalmalarının ikinci gününde yerli yetkililer George’u ve diğer Kıbrıslı yolcuları Darwin Oteli’ne götürmüşlerdi, onları ne yapacaklarına karar verinceye kadar burada kalacaklardı. “Otele gitmiştik ancak odalar için ödeyecek paramız yoktu, bir hafta sonra hepsimizi sokağa atmışlardı. Çok üzülmüştüm bu duruma... Kendi kendime neden Kıbrıs’ı terketmiş olduğumu soruyordum... Neden bu Allahın belası yere gelmiştim? Sonra uzun boylu bir kovboy geldi oraya, çiftliğindeki öküzleri toparlayacak güçlü genç insanlar arıyordu. Avustralyalı bir kovoydu bu. Bana ve bir diğer Kıbrıslı erkeğe yanaştı çünkü grup içinde en uzun boylu bizdik ve çatçut İngilizce de konuşabiliyorduk. Onunla çiftliğine gidip bir bakmaya razı olduk. Oraya vardığımızda onun için çalışan altı siyah, altı da beyaz kovboy olduğunu gördüm. Küçük bir tahta kulübede yaşıyordu ve Aborijin bir çift de orada kalıyordu, yemekleri pişirip herkesle ilgileniyorlardı. Bana, ‘Eğer burada kalırsan ve işlersen, birkaç seneye kalmaz benim gibi olursun’ dedi. Bize ödeme yapmak yerine her senenin sonunda bize ikişer genç hayvan vermeyi teklif etti. Birkaç senenin sonunda kendi sürümüz olacak ve böylece hükümet de bize onları otlatmak üzere beleşe arazi vereceğini anlattı...”

***  George kafasını sallıyor ve kendi kendine gülümsüyor devam etmeden önce anlatmaya... “Bu kovboy bizlerin at üzerinde Kuzey Toprakları’ndan Melburn’daki mezbahaya kadar sürüsünü götürmemizi istiyordu. O günlerde danaları bu şekilde ulaştırıyorlardı. Yanımdaki Baflı ile birlikte çiftliğe baktık ve böyle bir hayatın bize uygun olmadığına karar verdik. Ayrıca kovoylukla ne alakamız vardı ki bizim? Korno’dan bir mobilya yapımcısıydım ben, o da Baf’tan bir marangozdu... Avustralyalı kovboya “Hayır, teşekkürler” dedik, o da bizi Francis Kampı’na geri götürdü...”

***  1948 yılının Ağustos ayında kampta işçi aramaya gelen bir başka şahıs George’a yanaşmıştı... “Benim mobilya yapımcısı olduğumu ve biraz İngilizce anladığımı biliyordu” diyor George... “Bölgede yaptığı tahta evlere pencere ve kapı takacak birisine ihtiyacı vardı. Ona ‘Kaç para?’ diye sordum. O da ‘Ev başına beş lira’ dedi. O zaman neden olmasın, bir deneyim bakayım diye düşündüm. Meğer pencereler zaten takılmıştı, bunları tam olarak yereştirmem gerekiyordu... Bu işin ne kadar kolay olduğuna inanamıyordum... Haftasonu iki evi tamamladım ve o da bana on lira verdi. O günlerde bu çok paraydı... Neredeyse Darwin’in yarısını alırdınız on liraya... Herşey o kadar ucuzdu ki... Kısa pantolonlar iki şilindi, potinler iki şilindi, gömlekler iki şilindi ve büyük bir tabak yemek de iki şilindi...”

***  “Kendi alet edavatından herhangi birini Avustralya’ya götürmüş müydün?” diye soruyorum George’a... “Sadece baltamı getirdiydim” diyor... “Herşeyimi bırakmıştım ve köydeki insanlara da istediklerini alabileceklerini söylediydim” diyor. Para ve iş bolluğuna rağmen, George Darwin’den ayrılmak istiyordu... “Buradan nefret ediyordum” diye anlatıyor... “Yalnızca çok çalışıp para kazanmak istiyordum ki Kıbrıs’a dönebileyim... Bir gün bir Çinli adamla tanıştım. Darwin’de çok Çinli vardı. Bu Çinli adam bana “Üzülme George, ben sana yardım edeceğim” dedi. Beni askeri barakalara götürdü, burada büyük bir soğuk hava deposu vardı, depo donmuş hayvan gövdeleriyle doluydu... Beni ustabaşıyla tanıştırdı ve derhal işe alındım. Donmuş etleri çıkarabilmek için buzları kırmam gerekiyordu. Saati on şilin ödenen bir işti bu. Evet, çok iyi paraydı. Bana deri bir önlik, eldiven, bir palto, özel bir şapka, bir kazma ve kürek ile dizlerimin üstüne kadar gelen deri çizmeler verdiler. Sonra da beni derin dondurucunun içine itip kapıyı kapattılar! İnanılmaz derecede zor bir işti... Önümde buzdan bir duvar vardı... Dondurucu bir soğuk olmasına karşın terliyordum... Gün boyu buz kırıyordum ve donmuş hayvan gövdelerini çıkarmaya başlıyordum... İnanır mısınız, hepsi de kanguruydu! Ertesi günü tekrar buz kırmaya başlıyordum ancak hayvanlar buzların içinde gömülüydü, başı da, sonu da yoktu bu işin... “Bu çok büyük bir dana ya da inek olmalı” diyordum... Durmadan buz kırıyordum ve yorgunluktan öleceğimi sanıyordum ama sonuçta hayvanı görebilmiştim. Aman Tanrım, bu bir fildi! Avustralyalı askerlere fil ve kanguru yediriyorlardı!”

geor.jpg

*** George Michael, Temmuz 1948’de Darwin’e vardığı zaman burası çok küçük ve izole bir yerdi. İkinci Dünya Savaşı esnasında Japon bombardıman uçakları, kentin büyük bölümünü yerle bir etmişti. “Ben geldiğimde Darwin’in esamesi okunmazdı” diye anlatıyor George... “Bir ana yol vardı, 12 tane dükkan yolun bir tarafında, üç dükkan da diğer tarafındaydı. Burası emelde bir askeri kamptı. Çevrede pek çok Aborijin vardı, Çinliler vardı, tek tük de beyaz Avustralyalı vardı. Kenttekilerin çoğu erkeklerdi. Bekar erkekler. Biz geldiğimizde ne okul vardı, ne de ailelere ait evler çünkü ortada hiç çocuk yoktu...”

***  George, Darwin’de bir grup Çinli’nin dışında hiç başka göçmen olmayışına şaşırmıştı. “Çoğu göçmen Melburn ya da Sydney’ye gitmişti” diyor. “Görebildiğim kadarıyla Darwin’de Avrupalı tek göçmenler bizlerdik. Haftasonları diğer Kıbrıslı erkeklerle bir araya gelerek anayolda aşağı yukarı yürüyorduk. Yapacak hiçbir şey yoktu. Bazan polis gelip bizi ayırıyordu, o kadar büyük bir grup olmayalım diye... Avustralyalılar bizden korkuyordu ve biz de onlardan korkuyorduk. Bazan bize kızıyor ve “Evinize dönün be Allahın belası dagolar!” diyorlardı (Dago: Büyük Okyanus adaları yerlisi... S.U.) Gerçekten de orada bizi istemiyorlardı ve biz de orada olmak istemiyorduk. Ne yapabilirdik ki? Bir gün Avustralyalılar gidip polise şikayette bulundular, polis de bizi toplayıp otobüse bindirdi ve gerisin geri Francis Kampı’na götürdü – orada mahkumlar gibi bir süre kaldık...”

***  Yerli nüfusa gelince, George onlarla dostça bir ilişkiye sahipti ama temkinliydi. “Çok tuhaftı” diye anlatıyor George... “Her gün saat 4’te bir otobüs gelip onları kent dışına götürüyordu, 50 mil kadar uzağa ve onları ovalık yerde bırakıyordu. Avustralya yerlisi bu insanlar orada geceleyin kalıyor ve ertesi sabah yürüyerek kente dönüyordu... Aynı gün saat 4’te otobüs gelip onları gene kent dışına götürüyordu. Karanlık bastıktan sonra neden yerlilerin kentte kalmasını istemiyorlardı, bilmiyorum ancak her gün güneş batmadan önce, Darwin’den ayrılmaya mecbur ediliyorlardı...”

***  1949’da, Darwin’e geldikten altı ay sonra Daly Waters denen Darwin’den 500 mil kadar uzakta bir yerde George inşaat işi buldu. “O günlerde Darwin kentine pek ender giderdim. Ovalık yerde o kadar sıcaktı ki, sürekli olarak üstümüz çıplak biçimde çalışırdık ve ecek böcek bizi ısırırdı. Sülükler korkunçtu...” Nihayetinde George işinde kullanmak amacıyla kendisine 3 tonluk bir Chevrolet kamyon satın alacak kadar para biriktirebilmişti. Bu kamyonla özellikle kereste ve diğer inşaat malzemelerini, inşaat alanına taşıyacaktı... “Bazan kamyonumla Alice Springs’e gidiyor ve inşaat malzemesi satın alıyordum... Bin mil gidiş, bin mil gelişti... Yolda benzin almak üzere büyük metal konteynerler alıyordum... O günlerde neredeyse hiç benzin istasyonu yoktu... Benzin pahalıydı. 8 lira galonuydu... Bir keresinde kamyonum ısınmış ve soğuması için yolun kenarına çekip durmak zorunda kalmıştım. Nereden çıktıkları belli olmayan iki polis belirmişti derhal... At sırtındaydılar... “Bu senin kamyonun mudur?” dedi bir tanesi bana... Ne söylediğini zar zor anlıyordum, kibarca başımı salladım. “Bize ehliyetini göster” diye bağırdı diğeri. Hiç sesimi çıkarmadım. Kamyonumu ehliyetsiz sürmekte olduğumun bilincindeydim... “On şilinin var mı?” diye sordu polisin biri. Başımı salladım gene ve cebimden on şilin çıkardım. Bir kağıt parçasına birşeyler karaladı, paramı aldı ve orada bana ehliyetimi verdi. Sorgusuz sualsiz...”

***  Pazar günleri George Kıbrıslı dostlarından bazılarıyla buluşup kamyonuyla taşrayı dolaşmaktaydı... “Bir gün otlaklıklarda düzinelerce karpuz bulunca şaşırmıştık... Kovboylar bu otlaklarda büyükbaş hayvanlarını otlattıklarından, oralarda gübre vardı... Yağmurlardan sonra karpuz çıkıyordu her yerde... Çok lezzetliydiler...” Yerlilerin teşvikiyle George kendine koruma amaçlı bir de silah satın almıştı. “Otlaklıklar tehlikeli bir yerdi” diye anlatıyor. “Otlaklıklarda pek çok insanın silahı vardı... Çevrede vahşi hayvanlar vardı. Dikkatli olmak zorundaydınız. Bir gece kamyonumun üstünde uyurken, kapıya vurulduğunu duydum. Bir siyahtı, sigara istiyordu... Bana söylenen her zaman üstümde çiğnenebilecek tütün taşımamdı, yerli Aborijinler bunu benden isterse diye... Sigara pahalıydı – paketi altı şilindi. Eğer bir Aborijin’e bir parça çiğnenebilecek tütün verirseydiniz, bütün gün onu çiğnerdi ve sizi rahat bırakırdı. Yerliler çoğunlukla bize iyi davranıyordu... Küçük Aborijin çocuklar bizi takip ediyor ve otlaklıkta biz öğle yemeğimizi yedikten sonra, geride bir şey kaldı mı diye bakınıyorlardı. Bu zavallı çocuklar, açtılar...”

***  Darwin’e gelişinden bir sene sonra George, Wessel Adası’na gitmeye davet edilecekti. Bu ada, Darwin’den 600 mil uzaktaydı... “Orada çok inşaat işi olduğu söyleniyordu” diye anlatıyor George. “Adaya gemiyle varmamız üç gün, üç gece sürdü. Vardığımızda burasının bir çöl gibi olduğunu ve bir tür askeri üsse benzediğini gördük. Çok sıcaktı. Hem gece, hem gündüz 40 derecenin üstündeydi. Hiç böyle bir sıcak görmemiştim. Güneş çok alçaktaydı... Dört ayak derinliğinde ve dört ayak eninde trençler kazdırdılar bize. Bu, marangozluk işi değildi ya da bana söz verildiği gibi kulübe yapma işi değildi. Diğer adamlarla birlikte bütün gün hendek kazıyordum... Wessel adasında tek yaptığım buydu... Bana aluminyum bulmak için kazdığımız söylendi ama onlara inanmadım... İnanıyorum ki bir tür askeri maksatla kazdırılıyordu bu trençler. Küçük bir gölde yüzmeye gitmiştim. Kıyıya döndüğümde giysilerim gitmişti... Bir baktım ki bir timsah almış giysilerimi... Çok şükür yakınlarda bir Aborijin vardı... Ona biraz çiğneme tütünü verdim ve timsahın peşine düşerek giysilerimi geri aldı. Gerçekten görülmeye değer birşeydi bu!”

***  George kısa sürede Wessel adasına gitmenin bir hata olduğunu anlamıştı... “Bana söz verilen para hiç gelmemişti. Hiçbir zaman ödenmedim. Düzgün yiyecek de yoktu... Bize bolibif veriyorlardı. Kahvaltıda, öğle yemeğinde ve gece yemeğinde bolibif yiyorduk. Her gün bunu yiyorduk. Açlıktan ölüyordum, kendimi çok zayıf hissediyordum. Suyumuz da bitmişti. Otlaklıklarda gidip su arıyordum, adada yaşayan Aborijinler’le birlikte... Bu adaya geldiğime pişman olmuştum...”

***  Üç ay sonra artık George’un canına tak demişti... “Çaresiz biçimde oradan ayrılmak istiyordum. Patronum sürekli olarak bana yalan söylüyor, uçağın gelip bizi anakaraya götürmek üzere yola çıktığını anlatıyordu ancak uçak hiç gelmedi. Bir gün Avustralyalı arkadaşımla plaja gittim, adını unuttum, elektrikçiydi... Uzun bir değyeğin ucuna beyaz bir çapıt bağladı, uzaktan bir tekne geçtiğini görünce, bu bayrağı sallıyorduk. Bütün gün sahilde durduk ama kimse bizi görmedi. En nihayet biyük bir teknenin kaptanı bizi gördü ve bizi kurtarmaya geldi. Bizi Darwin’e götürmeyi kabul etti ancak teknede benzin varilleri olduğu konusunda bizi uyardı. O teknede altı kişiydik... Üç yerli, kaptan, Avustralyalı elektrikçi ve ben. Başlangıçta seyahat güzeldi. İki gün, iki gece olaysız yol aldık. Ancak üçüncü gün kaptan bize bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu haber verdi, varillerin sıkıca bağlı olduğundan emin olmamızı istedi. “Variller çözülürse ve oraya buraya vurursa patlayabilirler ve biz de diri diri yanarız” dedi. Sonra fırtına vurdu bizi ve tekne ters döndü... Bir tenekeyle teknedeki suyu boşaltmaya çalışıyordum, sırılsıklam olmuştum...”

***  “Teknedeki Aborijinler ‘Bize yardım edin!’ diye bağırıyordu... Varilleri kurtarmaya çalışıyordular. Elektrikçi arkadaşım onlara yardıma koştuğunda dev bir dalga tekneyi havaya kaldırıp sonra da burnu suya gelecek şekilde geri çekildi... Elektrikçi arkadaşım suya düşüp kaybolmuştu! Mutlaka köpek balıkları yemişti onu... Onun için o kadar üzüldüm ki... Cebinde opal taşlar vardı, karısına verecekti... Wessel adasında tütün verip bazı Aborijinlerden bu opal taşları almıştı...”

***  Ölümle karşı karşıya kalan George en kötüsünü bekliyordu... “Herşey mahvolmuştu. Tekne suyla doluydu... Gemi direği kırılmıştı. Makine çalışmıyordu. Tam bir felaketti... Dua etmeye başladım... ‘Ayyorgi lütfen karaya ulaşmamıza yardım et, Kıbrıs’ta senin adına bir kilise yaptırayım’ diye dua ediyordum. Ben Kıbrıs’tan ayrılmadan bir fırtına, Ayyorgi kilisesini yıkmıştı... Sonra bir mucize oldu. Teknemiz Aqua adası denen bir yere vardı ve kurtulduk...”

***  George’a göre Aqua adasında pek çok yasadışı göçmen vardı... “Savaştan sonra Avustralya’ya sızmaya çalışan göçmenlerdi bunlar, Avustralya donanması onları yakalayarak burada tutuyordu. Kırık dökük bir tekneyle yaklaştığımızı görmüşlerdi ancak yardım etmek için hiçbir şey yapmadılar. İki Aborijin gelip bizi kurtardı... Hatırlıyorum tamamen çıplaktılar. Bize yiyecek ve su verdiler ve kendimizi toparlamamız için yardım ettiler. Çok şükür nihayet Darwin’e varacaktım Ayyorgi sayesinde. Avustralyalı elektrikçi arkadaşımın bedeni hiçbir zaman bulunmadı... Ne büyük felaket... Hiçbir zaman Wessel adasına gitmemeliydim..”

***  Darwin’e döndükten sonra George Johnny Midler adlı bir İngiliz’le tanıştı... “Beni otlaklıklara dönüp iş aramak için ikna etti. ‘George, seninle ben iyi bir ekibiz. Ben dili biliyorum, sen de marangozluk yeteneklerine sahipsin...’ Üç gün araba sürdük, Elliot diye çorak bir yere varıncaya kadar... Darwin’den 500 mil uzaktaydık... İnşaat seslerini takip ederek tahta kulübeler yapılan bir inşaat alanına geldik. Bize derhal iş verdiler. Ustabaşı, “Haftada 13 lira öderim size, burada beleşe yer içer, yatır kalkarsınız, yakındaki nehirde de yıkanırsınız” dedi. Hatırlarım da nehir, timsahlarla doluydu. Korkutucuydu. Nehire gireceksen beş kişiyle birlikte girerdin, uzun tahta değnekler tutardılar. Siz nehirde yıkanırken, öteki erkekler de suyun içinde, çevrenizde durur ve değnekleriyle timsahları uzağa kaktırırlardı... Timsahlar altı ayak uzunluğundaydı... Ağızlarını açtıklarında korkuyla titrerdiniz... Hayatımda hiç bu kadar korkutucu başka bir hayvan görmedim...”

***  Johnny Midler ve George gerçekten de iyi bir ekiptiler. George keresteleri istenen uzunlukta ölçüp keserken, Johnny de bunları yerlerine yerleştirip çakıyordu. Ancak birkaç ay sonra patronlarının kendilerine vermesi gerekenden daha az para verdiğini keşfedince Elliot’tan ayrılmaya karar verdiler. John Stubbs İnşaat Şirketi’nde iş buldular, bu iş Larrakeyah denen bir yerdeydi, Darwin kent merkezinden yarım mil uzakta... “Stubbs, İkinci Dünya Savaşı ardından Darwin’i yeniden inşa etmek üzere hükümet tarafından seçilmiş bir İngiliz’di... Japon bombardıman uçakları kenti tümüyle yok etmişti... Stubbs çok iyi bir patrondu ve bana çok yardım etti. Beni büyük bir binaya götürdü, makineler ve testerelerle doluydu burası, benden inşaat için kereste kesimine ebistadlık etmemi istedi. Yakıcı güneş ve aşırı sıcaktan uzakta, nihayet içeride çalışmak beni rahatlatmıştı...”

(TALES OF CYPRUS’tan Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

(Devam edecek)

goerge-michael-kendine-ait-chevrolet-kamyonun-ustunde-oturuyor-ve-guvenlik-maksadiyla-bir-silah-tasiyor.jpg

Bu yazı toplam 1041 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar