1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. İNCİ KANSU’NUN SANATI ÜZERİNE
İNCİ KANSU’NUN SANATI ÜZERİNE

İNCİ KANSU’NUN SANATI ÜZERİNE

Ülkemiz sanatının yüz aklarından biri... "Kağıt Sanatı"nı da iyice öğrendikten sonra, sanatının tüm estetik boyutlarına ulaşmış

A+A-

SANAT… SICAK İLİŞKİLER… VE

İNCİ KANSU’NUN SANATI ÜZERİNE

İnci Kansu… Ülkemiz sanatının yüz aklarından biri… “Kağıt Sanatı”nı da iyice öğrendikten sonra, sanatının tüm estetik boyutlarına ulaşmış… ve, sadece bizde değil, yurt dışında da ününü duyurmuş bir sanatçı. Son başarısı, Hacettepe Üniversitesi Kültür Merkezi, Ahmet Göğüş Sanat Galerisi’nde açtığı, Sıcak İlişkiler” sergisi.

RESİM ve SICAK İLİŞKİLER NE OLA Kİ…

Bunu ona sordum ve her zamanki ağırbaşlı haliyle tane tane yanıtladı ve davetin Üniversiteden geldiğini, bir katalog yanında, bir eserinin de, “Hacettepe Üniversitesi Müzesi”ne alınacağını” da ekledi.

İnci’nin ben bir sanatçı olarak hep, “yüzeysel bir varoluş yerine derinliği ve estetiği olan boyutlarda dolaştığına inanırım… Sanatta, bireyin, kendisiyle olan ilişkisi ise çok önemli; çünkü, bilinç ve bilinçaltının derinliklerinde gezinen biridir de sanatçı… Serginin oluşumunu anlatmayı ise şöyle sürdürüyor:

-          “Sıcak İlişkiler” sergisini 2 sıcak konuyla oluşturdum. Bunun gerisindeki düşüncem: “Biz insanların yaşamla ilişkilerimizi, hangi boyutta olursa olsun – sevinç, keder, savaş, barış – her boyutta da ömür boyu sıcak tutma gayreti içinde olmamız, hep, yaşama tutunmaya, ondan kopmamaya çalışmamızdır…”

 

***

Sıcak İlişkiler Sergisi” iki ana konudan oluşmuş. Bunların nedenini de şöyle izah ediyor sanatçımız:

1-   “Cuprum Bakır Madeni” Taa, antik çağlardan yakın geçmişimize kadar gelen. Ada’nın ismiyle bütünleşmiş, tarihini, coğrafyasını ve sosyal yaşamını etkilemiş bir potansiyel. Ve şimdi, asırlar boyu doğal sürecini yaşayarak tamamlayan bu madenin atıklarının çevreyi / doğayı kirleten kötü bir mirasa dönüşmesinin tedirginliğini yaşıyoruz…

Sanatçının, gören ve duyan bir yüreği var. O… Yakın veya uzak, yerel ya da evrensel tüm olumsuzluklarda, en çok duygulanan, en çok huzursuz olan ve en çok çözüm arayan direnendir.

 

2-   “Medoş Lalesi”

Lale, insanoğluyla yaşıt kabul edilir. Çok farklı simgesel anlamlarla donatılan bu çiçek doğayı, baharı, yaşamı, ateşi, kanı, güzelliği, aşkı, sevgilinin dudaklarını, yanaklarını simgeler. Gittikçe, tükenmekte olan, Ada’nın endemiği, “Medoş Lalesi”, benim çalışmalarımda da bir simgedir. Bu simge ile, “doğa – insan” ilişkilerindeki sorunları irdelemeye çalıştım.

Yok oluşlar, elbette yaşamın döngüsünde vardır; fakat, günümüzdeki yok oluşlar… insanın gezeğenin kaynaklarını, güzelliklerini, doğallığını, bir tüketim çılgınlığıyla, bencilce kullanmasından kaynaklanır…

 

ADI ÜSTÜNDE…

-          Sanal bir dünyamız var artık. Adı üstünde… Doğallığın, gerçekliğin yerini alan… Var olmayan ama var olduğunu sandığımız bir dünya…

Bir yanımızla, bu dünyanın yaşantımıza getirdiği kolaylıkların cazibesine kapılmışken… Diğer yanımızla da, geçekliğe, doğallığa tutunmaya, ondan kopmamaya çalışıyoruz…

… Kağıtla ilişkisini ise şöyle tanımlıyor:

-          Her kağıt sanatçısı gibi benim de yüzüm, doğaya, doğallığa dönük. Yaratıya doğal bir malzeme olan “kağıt üretim pratiğinin içinden” yaklaşıyor… bir “el sanatı” ile, bir “plastik sanatı” buluşturuyorum.

Çalışmalarımın temelindeki, “zaman ve bellek” konusunda, kağıda yaklaşımımla mükemmel bir uyum sağlar; çünkü, kağıdın da, katmanlarında, değerleri ve kötülükleri biriktirdiği ve korumaya aldığı doğal bir “belleği” vardır.

Picasso’nun, “Aslolan, bulmak değil, aramaktır” sözü, benim için çok geçerli; çünkü, sürekli, arayış içinde, deneye yönelik, yeniliğe açık, aceleci olmayan, bir sanatsal tavırla çalışıyorum…”

 

ONU DİNLERKEN…

Onu dinlerken, sanat ve bilimin bileşkesi gelip kuruluyor kafama… Çünkü, İnci’nin, bir sanatçı olarak, “insan – toplum” ve “insan-doğa” ilişkisi… sadece ‘estetik’ değil, ‘düşün ve kaygı’ taşıdığı için önemsiyorum.

Ve sahi, bir düşünelim bakalım:

“Estetik olan” öncelikle doğanın kendisi değil midir.

Evet, ben, “Sanatın, doğal olanın estetiği + kendi estetiğini yansıtması gereğine” inanıyorum…  

Ve, bir şey daha:

“Sanatın amacının, güzeli yansıtmaktan çok, çağı yansıtmak olduğu da bir başka inancım.

Çağın amacının da, klasik anlamda estetizm yaratmaktan öte… Çağın gerekleri doğrultusunda: Çirkinden – güzele varmak ve düzensizlikten – kendi içinde bir düzene ulaşmak…

***

Evet, sanat bugün, bilimden etkileniyor; belki, yarın bilimselleşebilir ya da bilimle özdeşleşebilir…

Sanat ve bilim, ikisi de gerçeği aramakla birlikte… Bilim, yalnız akılla hareket ederken… Sanat, aklın yanında duyguları da kullanır… Belki bu yüzden, sanatın, ileride bilimin katılığına ulaşacağına da asla inanmıyorum…

 

SIRADAN İNSAN…

Bana göre, teknoloji, insan ve topluma konfor sağlamakla birlikte çok fazla şeyi de götürüyor; bu ise, yanlış organize edildiğinden kaynaklanıyor.

Bu konuları sadece yakın dostlarımla değil, kendi kendimle de tartışıyorum. Benim inancım şu ki:

***  Ya, bugünkünden daha dinamik bir “insan tipi” ve yeni bir “yaşam biçimi” ortaya çıkar… Ya da insan, kendi “yok oluşunu” hazırlar!

Ben, bu durumdan ciddi endişe duyuyorum… Ve, “sanatçının misyonunun” da, bu aşamada ortaya çıktığına inanıyorum… (Neden mi? çünkü)…

“Sıradan insanlar, bu yok oluşu kabul eder; ama sıradan olmayan insanlar (eylem ve bilim insanları, sanatçılar) buna tepki gösterir…

Sanatçının, toplum dışılığı da buradan geliyor; ama, bu toplumdan dışlanmışlık hastalık ya da delilik anlamında dışlanmışlık değil; çünkü, hasta, her şeyi sineye çeker ve kabullenir… Oysa sanatçı, direnir ve tepki gösterir sanatıyla…

 

 


ÖLÜMDEN ÖNCE FİNİŞ İPİNİ GÖĞÜSLEYEN ZORLU BİR DELİKANLIYDI...

 

SÜLEYMAN ULUÇAMGİL…

“Süleyman Uluçamgil ölüme üreterek kafa tutan sayısı az kişilerdendi. Kısacık hayat yarışında ölümden önce finiş ipini göğüsleyen zorlu bir delikanlıydı…”

21 Temmuz 1964’te Dillirga Bölgesi’nin Boğaz köyünde şehit olmuştu…

Aradan 47 yıl geçmiş.

Yaşasaydı, kimbilir şiir ve hayat hanesine daha neleri yazacaktı… O kısacık hayat soluğunu onca yoğun ve üretken yaşadığına göre…

20 yaşında şehit olan bu delikanlı geriye çok yoğun bir hayat defteri bırakarak gitti…

 

***

Bunları yazarken, Onat Kutlar’ın kaleminden okuduğum bir Bulgar masalı geldi aklıma:

“Masalda bir dev vardı. Bu dev kendisinden çok küçük ama kendisine karşı savaşan bir kahramanı kılıcıyla ikiye bölüyordu; ama, ikiye bölünen kahraman, biraz sonra iki kahraman olarak canlanıyordu. Bu acımasız dev, yeniden canlanan iki kahramanı bir daha öldürüyordu; ama, birer tane daha olarak canlanmalarını önleyemiyordu…”

***

Sözü O’na, Süleyman’a veriyorum:

“Buraya  geleli ancak iki şiir yazabildim… çünkü, eskisi kadar kendimi zorlayamıyorum. Biri uzun diğeri ise kısa ve canımın sıkıntısından başka bir şey değil sebebi. Hakikaten bu günlerde çok canım sıkılıyor. Kendi kendime, bir şey için sabrediyormuşum gibi geliyor. Sonra da, “galiba aşık olacağım” diye korkuyorum.

Bir bakıma “çığlık gibi” şiir yazmaktan bıktım diyebilirim…”

***

“Sanatçı, toplumun hoşa gitmeyen olaylarına, sanatçı olması dolayısıyla değil, ulusal ve insancıl duygularından ötürü eğilmelidir. Yalnız, onun niteliği sanatçı oluşudur. Elbette halka katkı amacıyla yaratılan sanat yüksek bir düzey taşımalıdır.

Hiç olmazsa sanatçının içten oluşu onun sanat yönünden zayıflığını örtecektir.”

 

***

“Eskiden şiiri yorgunluk gideren, kafa dinlendiren bir arkadaş sayardım. Şimdi, onunla da uğraşmak gerektiğini  duyuyorum.

“Ölümden niçin korkacak mışım?” Ya da, “Bitiremeden ölmekten” demişti genç yaşta ölen Zonguldaklı şair Muzaffer Tayyip Uslu. Haklıydı ama yine de şiirlerinde acelecilik emareleri var. Bak, o antolojide birisinin bir şiiri var. Çocuk, bu kısacık şiirde baştan aşağı ‘zırhlı ve cesaret’ dolu:

“Gel ölüm

Gel seninle birer sigara içelim…

Karanlığa doğru…”

 

***

Ve, onun kaleminden:

“Bir azgan girer ara yere

Bir kötü azgan

Bir sarı azgan. Girer…

Girer de kardeşi kardeşin

karşısına kor…

bir sarı azgan. Bilerek…”

 

***

 

Süleyman Uluçamgil’i

47. ölüm yıldönümünde

Sevgiyle…. Saygıyla ve özlemle anıyoruz…

 


PARANTEZ

İnsan, önce sözü buldu…

Sonra yazıyı…

Kağıt daha ortalıkta yokken, sözün uçup gitmesini engellemek için çeşitli yöntemler geliştirdi… Ölçülü, uyaklı dizeler, kağıt üzerine yazılmış gibi belleğe işliyordu. Roma hukukunda, “sözlü sözleşme” vardı: İki kişi, belirli sözleri yineleyince, yasaya göre anlaşma gerçekleşiyor, yükümlülük oluşturuyor, yaptırım gücüne erişiyordu…

Uygarlık gelişti, yazı yaşamın girdisinde çıktısında kullanılmaya başlandı; ama söz, hiçbir zaman önemini yitirmedi…

Günümüzde, bir insan / bir makam için en büyük övgü nedir?..

“Sözüne güvenilir olmak…”

Verdiği sözü tutmayan kişi gözden düşer, değerini yitirir, aşağılanır…

Ettiği yemini hiçe sayan, onursuz sayılır…

 

 

Bu haber toplam 2146 defa okunmuştur