“Hükümetin acil durumlarda bile Kıbrıslıtürk toplumuyla işbirliği yapma konusundaki isteksizliği, kabul edilemez ve anlaşılmazdır…”
Yeni Kıbrıs Derneği, yangınlar nedeniyle Kıbrıslıtürkler’in yardım önerilerinin reddedilmesine tepki göstererek “Kıbrıslıtürk toplumunun yardım teklifini geri çevirme, kabul edilmez bir karardır” şeklinde açıklama yaptı.
Yeni Kıbrıs Derneği’nin açıklamasında şöyle denildi:
“Yeni Kıbrıs Derneği, Kıbrıs hükümetinin Limasol ve Baf ilçelerini vuran yıkıcı yangınlar dolayısıyla Kıbrıslıtürk toplumunun yardım etme teklifini geri çevirme yönündeki kabul edilemez kararı için duyduğu hayal kırıklığını dile getirmektedir.
Kıbrıs'ın -gerçek ve mecazi anlamda- yandığı bir dönemde, ortak vatanımızı vuran trajediden duydukları acıyı ve yardım etmeye hazır olduklarını her şekilde dile getiren yurttaşlarımızın yardım teklifini kabul etmeyip işbirliği yapmayı reddetmeleri, bir başka kabul edilemez siyasi duruştur.”
“GÜVENSİZLİK POLİTİKALARI…”
“Kıbrıs hükümet yöneticileri, ülkemizin kurtuluşunu her şeyin üstünde tutmak yerine, Kıbrıslıtürklere karşı sürekli olarak güvensizlik politikaları uygulamakta ve bu da Kıbrıs sorununun çözümüne ve iki toplum arasında güven ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunmamaktadır.
Hükümet Sözcüsü Konstantinos Letimbiotis'in 3 Haziran 2025'te "Bu yılki yangın sezonu Kıbrıs Cumhuriyeti'ni her zamankinden daha hazırlıklı ve güçlenmiş buluyor" şeklindeki kamuoyuna verdiği güvencelere rağmen, gerçekler onun yanıldığını acı bir şekilde kanıtladı, ayrıca hükümetin acil durumlarda bile Kıbrıslıtürk toplumuyla işbirliği yapma konusundaki isteksizliği kabul edilemez ve anlaşılmazdır. Yardımların reddedilmesi, yıkıcı yangınlarla mücadele için değerli zamanın çalınmasını ve kurtarılabilecek malların kaybını ve insan hayatlarının tehlikeye atılmasını önlemiş olabilirdi.”
“İNSANİYETİN ÜSTÜN GELMESİ GEREKTİĞİNİ DESTEKLİYORUZ…”
“Yeni Kıbrıs Derneği, iki toplum arasındaki işbirliğinin bir zorunluluk olduğunu ve ülkemizin çözümü ve yeniden birleşmesi için bir anlaşmaya varma çabalarına önemli bir katkı sağladığını vurgulamaktadır. Ayrıca, milliyetçilik ve rekabeti besleyen politikalara karşı mantık, dayanışma ve insaniyetin üstün gelmesi gerektiğini destekliyoruz.
Tüm Kıbrıslıların güvenliği, yaşamı ve ortak geleceği, yalnızca nihai bölünmeye katkıda bulunan ve ortak bir vatanda yeniden birleşme vizyonunu daha da uzaklaştıran milliyetçi politikalar tarafından baltalanmamalıdır.”
KIBRIS BARIŞ KONSEYİ’NDEN ÇAĞRI…
Öte yandan Kıbrıs Barış Konseyi de bir çağrıda bulunarak şöyle dedi:
“Kıbrıs Barış Konseyi'nden yıkıcı yangınlarla ilgili duyuru: Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk gönüllü örgütlerine doğal çevreyi ve ortak çevre mirasımızı koruma ve rehabilitasyon çağrısı!
Kıbrıs, tarihinin en büyük doğal afetini, iki can kaybı, yaralanma ve büyük maddi hasarla sonuçlanan yangını yaşıyor. Yaşanan insani kayıplardan duyduğumuz üzüntüyü ifade ediyor, mağdur yakınlarına en içten taziyelerimizi iletiyoruz.
Yok olan 120 kilometrekarelik bir alanı kaplayan ormanlık alan, tarım ürünleri, nadir nehir kıyısı bitki örtüsü ve çok sayıda yerleşim yeri trajik bir manzara oluşturuyor. Geçim kaynaklarını, mallarını ve mülklerini kaybedenlere en derin üzüntülerimizi ifade ediyoruz.
İtfaiyecilere, pilotlara ve binlerce gönüllüye özverili ve fedakâr çalışmalarından dolayı hayranlığımızı ve şükranlarımızı ifade ediyoruz.
Kıbrıslıtürk toplumunun gösterdiği büyük dayanışma dalgası, halkımızın zor zamanlarda birlik olduğunu ve Kıbrıs'ı bölünmez bir bütün olarak gördüğünü de kanıtlıyor.
İki toplumun bölünmüşlüğü geleceğimiz olamaz. Doğal çevreyi korumak ve sürdürülebilirliğini sağlamak için ortak faaliyetlerimizi sürdürmeliyiz. Çevre sorununu Kıbrıs toplumunun, Kıbrıslırumların ve Kıbrıslıtürklerin temel önceliği olarak öne çıkarmak görevimizdir.
Kıbrıs Barış Konseyi Çevre örgütlerini ve diğer ilerici örgütleri, doğal çevreyi ve paha biçilmez çevre mirasını rehabilite etme yolundaki büyük çabada iş birliği yapmaya çağırıyor.”

*** YÜREKTEN GELEN BİR ÇAĞRI…
“Aynı alevde yandık, aynı umutla doğabiliriz…”
Birgül Kılıç YILDIRIM
O gün gökyüzü suskundu.
Oysa biz, onun ağlamasını bekledik.
Bir damla yağmur düşseydi toprağa,
belki ateş dinerdi…
belki umut biraz daha yaşardı.
Ama gökyüzü bile sessiz kaldı.
Kara dumanlar sardı ufku.
Rüzgar, sadece yaprakları değil, dualarımızı da savurdu.
Ve biz…
O alevlerin kıyısında, elimizden hiçbir şey gelmeden…
Sadece seyredebildik.
Bir ev yandı Limasol’da…
Sonra bir orman…
Sonra bir başka ev, bir başka yürek…
Kök salmış çam ağaçları devrildi bir bir.
Hayvanlar korkuyla kaçıştı.
Bir baba çocuklarını sırtına aldı,
bir anne, yıllarca biriktirdiği anıları bir çantaya sığdırmaya çalıştı.
Ama o çanta hiçbir zaman yeterli olmadı.
Ne çocuklarının ilk çizdiği resmi,
ne düğün albümünü,
ne de annesinden yadigâr o örtüyü alabilmişti yanına.
Ve sonra…
Sadece baktı,
evinin—yıllarca “yuva” dediği yerin—alevler içinde yok oluşunu izledi,
sessizce ağladı.
O gözyaşları, yalnızca kül olan duvarlara değil,
parçalanan hayallere, silinen geçmişe aktı.
Ve bir yaşlı çift…
Hayatları boyunca yan yana yürümüş, her fırtınayı birlikte atlatmışlardı.
O gün de birbirlerinden ayrılmadılar.
Alevler hızla yaklaşırken arabalarına bindiler, kaçmaya çalıştılar. Ama zaman yetmedi…
Yollar kapalıydı, duman göz gözü görmüyordu.
Son bir umutla birbirlerine baktılar — belki bir çıkış vardı…
Ama olmadı.
O araç, bir ömürlük sevdanın son durağı oldu.
Birlikte bindiler… birlikte yandılar…
Külleri birbirine karıştı, tıpkı hayatları gibi.
Ve biz şimdi yalnızca onların sessiz vedasını değil,
bir daha anlatılamayacak hikâyelerini de yüreğimizde taşıyoruz.
Çocuklar…
Alevlerin gürültüsünde korkuyla titreyen,
bir yabancı kucakta taşınırken dahi “evimiz nerede?” diye soran çocuklar…
Küçük kalpleri o gece, büyümek zorunda kaldı.
Çünkü o korku, oyun oynarken değil,
yaşarken öğrendikleri ilk dersti:
Her şey bir anda yok olabilir.
Ve biz tüm bunlara sessizce tanıklık ettik.
Ama bu sessizlikte bile bir şey vardı:
Derin bir ortak acı.
Sınır tanımayan, dil seçmeyen, taraf tutmayan bir sızı…
Çünkü yangın sadece Güney’i yakmadı.
Çünkü gözyaşı, Kuzey’de de aynı renkte aktı.
Çünkü bu acı, bize ait değil…
Hepimize ait.
Bir çocuğun korkusu, hangi dilde ağladığına bakmaz.
Bir annenin gözyaşı, hangi bayrağın altında döküldüğüyle ilgilenmez.
Bir evin yanışı, hangi sokakta başladığının önemi yoktur.
Ateşin dili yoktur…
Ama acının sesi vardır — ve o ses bu adanın her köşesinden yükseldi.
Bugün yas içindeyiz.
Ama bu yas bizi ayırmadı…
Yaklaştık birbirimize.
Birbirimizin gözünde, kendi hüznümüzü gördük.
Birbirimizin korkusunda, kendi çaresizliğimizi hissettik.
Çünkü birlikte yandık.
Ve şimdi,
birlikte ayağa kalkma zamanı.
Bu adayı yeniden yeşertmek mümkün.
Ama sadece doğayı değil…
İçimizdeki güveni, merhameti, kardeşliği de yeniden büyütebiliriz.
Çünkü bu ada bizim sadece geçmişimiz değil, geleceğimiz de.
Ve o geleceği ancak birlikte kurabiliriz.
Belki bugün elimiz kül içinde,
belki kalbimiz paramparça…
Ama hâlâ buradayız.
Ve hâlâ umut edebiliyoruz.
Bugün yitirdiklerimize ağlıyoruz.
Ama yarın, birlikte dikeceğimiz bir fidanın gölgesinde,
belki de yeniden gülümseyebiliriz.
Çünkü birlikte yandık…
Ve şimdi, birlikte küllerimizden doğabiliriz.
Geçmiş olsun KIBRISIM…
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR DÜNYADAN EDEBİ ESERLER…
“Ötekilerin sesi…”
“…Süreyya Deniz’in “Hâl Bu Ki” öykü kitabı iyi bir edebiyatın güzel başlayan ilk basamağı gibi. Toplumsal duyarsızlıklarınızı bir daha gözden geçirmenize vesile olabilir…”
Hüseyin BUL/BİANET
Süreyya Deniz’in Metinlerarası Yayınlarından çıkan “Hâl Bu Ki” öykü kitabını okuyana kadar böyle bir öykü yazarının farkında değildim. Oysa daha önceden birçok mecrada yazıları, öyküleri yayınlanmış biri.
Hâl Bu Ki’deki öyküleri okuduktan sonra bunun bir ilk kitap olduğuna inanamadım; oldukça titizlikle üzerine çalışılmış bir eser. Fazlalıklardan arındırmış öyküleri; eklenecek bir şey kalmadığında mı tamamlanır öykü yoksa atılacak bir şey kalmadığında mı? Her iki kapının da rafine bir esere çıkacağının farkında yazar. Bu bilinçle, bu hassasiyetle oluşturmuş eserlerini.
ÖTEKİYLE KURULAN BAĞ…
Hâl Bu Ki’yi okuduktan sonra hâlbuki böyle de olabilirmiş ya da hâlbuki böyle insanlar da varmış düşüncesi oluşuyor. Zira yazarın en güçlü yanı sanıyorum ötekiyi görmesi. Ötekiyi iyi görmesi, ötekiyle kurduğu güçlü bağ; bunu okuyucunun gözüne sokmak yerine kendi doğal akışı içinde habitatına uygun bir vurguyla aktarması, vermesi ve dildeki pürüzleri gidererek aracı olması. Dilin her şeyin üstünde olduğunun farkında olarak yazıyor.
Şu açık ki Hâl Bu Ki’deki öykülerin bir kadın gözüyle, duyarlılığıyla, inceliğiyle yazıldığını fark etmemek mümkün değil. Erkek bir öykücünün ya da erkek bir dil emekçisinin bu kadar ince ayarda görebilir miydi emin değilim. Elbette ki mümkün, fakat kastettiğim cinsiyetçi bir yaklaşımdan azade yaradılışından elde ettiği yetiyi iyi kullanması.
Peşkir öyküsünde ev gezmesine giden kadınların arasına düştüğümü hissettim. Çok sert bir öykü, bu öyküdeki öteki Elif. Engelli birine reva görülenler karşısında yazar Elif’in gözüyle nasıl da acımasızca dışlandığını, hor görüldüğünü hatta ve hatta aşağılandığını anlatırken acındırmadan duygu sömürüsüne girmeden o kadar olağanca anlatıyor ki, yan kanepede oturup kulak misafiri olduğunuzu hissedersiniz.
ÇEVRECİ BAKIŞ AÇISI…
Yazar, mekân tasvirlerinde ağırlıklı olarak karakterlerin habitatına uygun bir renk tercih eder; eğreti durmaz. Atmosfer yaratırken ki becerisi de yine bu minvalde canlanır; dokuya hakim bir yazarla karşı karşıyayız. Karakterleri ekseriyetle kadınlarda oluşuyor; çaresiz, sevecen, kırılgan ve lafını esirgemeyen tipler. Çevreci, organik bir bakış açısı var yazarın. Çocukla çocuk, ağaçla ağaç, ormanla orman oluyor. Eşyaları, nesneleri konuşturuyor, mekânla, insanla yarenlik ediyor. Ses veriyor eşyalara; yalnızlığın uzantıları. Sokağı çiziyor, sokaktakileri anlatıyor, ötekileri iyi tanıyor, kaçmıyor onlardan, yakınlaşıyor, yakınlaştırıyor.
TOPLUMSAL TRAVMALAR…
Şiddeti güzelleyen toplumda yetişen bireylerin kendini şiddetle ifade etme şekilleri, kabul görme biçimleri Yakari öyküsünde oldukça ironik bir dille irdelenmiş. Çembere dahil olma güdüsü ve zayıflığını beklentiyle hayal kırıklığının akrabalığında vermiş.
Buzdolabı’nda yakın dönemde bir halkın toplumsal hafızasında ebediyen silinmeyecek sokakta ölen yakınlarına müdahaleye, sahip çıkmaya müsaade edilmeyen, bodrumlarda öldürülen insanların kokmasın diye buzdolaplarında sakladığı cesetlerinin travmasını, Tohum’da kim bilir belki de 6-7 Eylül olaylarında kendisine miras kalmış komşularının her an canına kastedebileceği travmasını bir mektup üzerinden Ermeni Meryem Hanım’ın tetiklenen çocukluk korkularını, İmdat Freni’nde Gül Hasan’ın cinsel tercihlerinden dolayı kendini ifade etmeye kalkarken agresifleşmesini irdelerken yazarın sesini duymayız; vicdanın sesini duyarız. Yazarın sesi (fikri) duyulursa eğreti, yavan ve mayhoş olacağını bilir.
En başta da söylediğim gibi kitap bittiğinde, 'hâlbuki yapılanlar yanlıştı', 'hâlbuki böyle de mümkünmüş', 'hâlbuki elde malzeme var', 'neden daha iyisi olmasın', 'hâlbuki durum hiç de iç açıcı değil' duygularını uyandıracak bir eser. Hâl Bu Ki iyi bir edebiyatın güzel başlayan ilk basamağı gibi. Toplumsal duyarsızlıklarınızı bir daha gözden geçirmenize vesile olabilir.
(BİANET.ORG – Hüseyin BUL – 26.7.2025)
Zamanın ve Hafızanın İzleri: “İstanbul Edebiyat Haritası…”
Artful Living internet sitesindeki bu kitapla ilgili tanıtımda şöyle yazıyor:
“Bahriye Çeri’nin Nâzım Hikmet’ten Cemil Meriç’e, Sait Faik’ten Hüseyin Rahmi’ye, Suat Derviş’ten Tomris Uyar’a birçok edebiyatçının adreslerinin izini sürdüğü çalışması İstanbul Edebiyat Haritası, genişletilmiş baskısıyla Masa Kitap’tan çıktı.
Sadece yazarların yaşadığı evleri değil, edebiyatın sosyal ve kültürel buluşma noktalarını da kapsayan İstanbul Edebiyat Haritası; edebiyatın mekânla kurduğu bağı görmek ve şehri yeniden okumak isteyenlere zaman, edebiyat ve şehir üçgeninde bir keşif çağrısı yapıyor. Kitap, okuru yazarların izinde; Suriçi’nden Beşiktaş’a, Şişli’den Beyoğlu’na, Boğaziçi’nden Üsküdar’a, Kadıköy’den Adalar’a uzanan zengin bir edebiyat yolculuğuna çıkarıyor.
Yüzlerce adresin izini sürerek titiz bir araştırmanın ürünü olan bu kitap; mektuplar, biyografiler, anılar ve unutulmuş röportajlar aracılığıyla kentin edebiyatla yoğrulmuş belleğini ortaya koyuyor. Nâzım Hikmet’in Beyoğlu’ndaki dairesinden Suat Derviş’in Şişli’deki evine, Selim İleri’nin dünyaya gözlerini açtığı Kadıköy’deki apartmandan Halide Edib’in Milli Mücadele’ye katılmak üzere saklandığı tekkeye kadar birçok özel mekân bu haritada bir araya geliyor…”







