
Evliysem nesne miyim?
Aslı Murat: İçinde yaşadığımız siyasi sistemi doğru algılayabilmek ve onu dönüştürebilmek için feminizme ihtiyaç vardır. Birçok kesim tarafından “modası geçmiş bir ideoloji” ya da “sınıf mücadelesini bölen ayrımcı bir yaklaşım” şek
Aslı Murat (FEMA Aktivisti)
İçinde yaşadığımız siyasi sistemi doğru algılayabilmek ve onu dönüştürebilmek için feminizme ihtiyaç vardır. Birçok kesim tarafından “modası geçmiş bir ideoloji” ya da “sınıf mücadelesini bölen ayrımcı bir yaklaşım” şeklinde tanımlansa da, eşitsiz güç ilişkilerinin varlığı devam ettikçe, feminizmin ışığının sönmeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kadına yönelik şiddet tüm yıkıcılığı ile devam ediyorsa, cinsiyetler kamusal alanda eşit bir şekilde temsil edilmiyorsa, özellikle özel sektörde kadınlar eşit işe eşit ücret almıyorsa, kadının ev içindeki emeği görünmez kılınıyorsa, kadın ticaretine bağlı seks köleliği varlığını koruyorsa, evlenmek ve çocuk sahibi olmak kadınlığın tamamlayıcı parçaları anlamına geliyorsa ve daha birçok alandaki adaletsizlikler varlığını sürdürüyorsa, feminizme karşı olmak yerine, onu anlamaya çalışmak elzemdir.
Yukarıda sayılan hususlar, ataerkil sistemin yeniden üretilmesine hizmet eden noktalardan birkaçını oluşturur. Bunlar arasında yer alan evlilik[i] deneyimi, özcü yaklaşımlar temelinde doğallaştırılır ve politik olarak kurgulanmış olduğu görmezden gelinir. Evliliğin, milliyetçilik, militarizm ve kapitalizm gibi ideolojiler çerçevesinde şekillendiği gerçeği yok sayılır. Bir feminist olarak erkek egemen sisteme eleştirel yaklaşan bir ailenin kurulabileceğine dair inancıma rağmen, konuyla ilgili radikal görüşlerin de gözden kaçırılmaması gerektiği kanaatindeyim.
Bu bağlamda, anarşist feminist Emma Goldman’ın evliliğe dair yaklaşımlarına göz atmak, meseleye farklı pencerelerden bakma olanağını yaratacaktır.
Goldman, evlilik ve aşkı birbirinden ayrı olarak değerlendirip şu tanımlamaları yapar : “Aşk, ezelden beri insan ilişkilerinin en güçlü faktörüdür; aşk, insan eliyle yapılan her türlü yasadan üstün gelmiş ve Kilise’yle ahlâkın dayattığı demir parmaklıkları her çağda kırıp atmıştır. Evlilik ise genellikle salt ekonomik bir düzenlemedir; kadına süresi ömür boyu olan bir sigorta poliçesi sağlar, erkeğe de kendi türünü devam ettirmesini sağlayan tatlı bir oyuncaktır”[ii]. Goldman, bir başka makalesinde daha radikal bir çıkış sergileyerek, “Evlilik kurumu kadından bir asalak, mutlak anlamıyla bağımlı bir insan yaratır. Evlilik kadını hayat mücadelesinde aciz bırakır, toplumsal bilincini yok eder, hayal gücünü felç eder ve lütufkâr himayesini zorla kabul ettirir, ki bu da gerçekte insan karakterine kurulmuş bir tuzak, onu aşağılamayı amaçlayan bir hicivdir”[iii] der. 1908 ve 1911 yıllarında kaleme alınan her iki makalede söylenenler, aile kurumunun bileşenlerini sorgulama ve evlilik içerisindeki kadının konumuna dair değerlendirme yapma zemini yaratır.
Aşk, muhafazakârlar tarafından “yaradana”, otoriter solda duranlar ve milliyetçiler tarafından da “kavgaya – devrime- davaya- ülküye” duyulabilen bir his olarak tanımlanır. Bu gibi yaklaşımlar, toplum içerisindeki dirlik ve düzenin kurulabilmesi için, aşkın da belli kalıplar içerisinde yaşanması gerektiğini söyler. Bu uğurda da devletin belli başlı ideolojik aygıtlarından olan evlilik temelinde kurulan aileyi kutsar. Böylece bireyler arasında yaşanan cinsellik kontrol edilecek, erkek egemen sistemin kodları toplumun “en temel birimi” olan ailede yeşerecek, kadınlık ve erkeklik ritüelleri eksiksiz bir şekilde yaşanacak, özel mülkiyete dayalı kapitalist sistem beslenecektir.
Goldman’ın “Evlilik ve Aşk” isimli makalesinde yer verdiği kadınlık hâlleri, Simone de Beauvoir’ın varoluşçuluk temelinde şekillendirdiği feminist yaklaşımlar ile birlikte değerlendirilmelidir. De Beauvior “İkinci Cins/ Genç Kızlık Çağı” isimli çalışmasında Hegel’e gönderme yaparak, “bir özne ancak başka öznelere karşı çıkarak ortaya koyar kendini; temel varlık olarak kendini olumlamak, öteki varlığıysa temel olmayan varlık, nesne konumuna sokmak ister”[iv] diyerek kadının, ataerkil sistem tarafından nesneleştirildiğine, “öteki” olarak kurgulandığına dair görüşlerini temellendirir. Efendi – köle diyalektiğinden zuhur eden “öteki”lik konumu, evlilik içerisindeki kadının Goldman’ın da tarif ettiği üzere varoluş sorunu yaşayan bir “hiç” konumunda bulunmasına neden olur.
Evli bir kadının öncelikli mekânı hane içidir. Günümüzde kadınların, yasal düzlemde kamusal alana dair söz söyleme hürriyeti olmasına rağmen, ev içindeki “karılık” ve “annelik” görevleri onların sadece “yönetilen öteki” olarak tanımlanmalarına neden olur. Erkekliğin avantajlarından yararlanan kişiler ise bu durumu sorgulamayıp, ev içindeki görevsizliklerini padişah buyruğu gibi içselleştirirler. Böylece Goldman’ın tarifinden yola çıkarak tanımladığımız aşkın, örgütlenme, egemen olana karşı birlikte mücadele etme, sınır tanımama gibi özellikleri masal diyarına uğurlanır. Bundan sonra aşkın değil, evliliğin gereklilikleri uygulanacaktır.
Tabi ki var olanı kabullenmeyip dönüşümü sağlamak mümkündür. Bunun için kadınların, nesneleştirildiğinin farkına varabilmesi gerekir. De Beavoir, annesinin ölümünü anlattığı romanda, sözü edilen nesneleştirmeyi okura edebi bir dille aktarır:“Çocukluğunda, bedeni, gönlü, kafası ilkelerle yasaklardan örülü bir koşumun içine sıkıştırılmıştı. Kolanlarını, kendi eliyle çekip iyice sıkması belletilmişti ona. Kanlı canlı, ateşli bir kadının varlığı sürüp gidiyordu içinde: Ama eciş bücüş, sakatlanmış, kendine yabancı kesilmiş bir varlıktı bu”[v].
Dünyaya gelinen andan itibaren (hatta anne karnından başlayarak), bireylere, kadınlık ve erkekliğin ne şekilde yaşanacağı öğretilir. Bu süreç giydiğimiz kıyafetler ile başlayıp, oynadığımız oyunlara, toplum içerisindeki hâl ve davranışlarımız ile evlenmeden önce aşk yaşayıp yaşayamayacağımıza kadar uzanıp gider. Hâlâ geleneksel ahlâk kodları içerisinde şekillenen bir toplum yapısı içerisinde yaşanılması hasebiyle, kadınların cinselliği evlilik ile meşrulaştırılır. Bunun dışında yaşanan deneyimler hoş karşılanmaz, ayıplanır. Diğer bir anlatımla kadın cinselliği, dizginlenmesi gereken bir at gibi adlandırılır. Çünkü ataerkil sistemin temel yapısını korumanın yolu, milletin geleceğini oluşturan nesillerin geleneksel aile kalıpları içerisinde yetişmesinden geçmektedir. Böylece kız çocuk anne, erkek çocuk ise baba örneği üzerinden kendini inşa etmeye başlar. Sağlıklı nesillerin, “düzenli aileler” içerisinde yetiştirilebileceği vurgulanır ve boşanma sayısındaki artışın tersine çevrilmesi için ne yapılması gerektiği tartışılır. Hâlbuki küçük bir gözlem aracılığıyla, şu anda var olan sorunlu evlilikler içerisinde son derece sağlıksız bireylerin yetiştiğini söylemek mümkündür. Tüm bu senaryoyu tersine çevirmek için özne olmakta diretmek ve alternatif ilişki kurma biçimleri olabileceğine inanmak gerekir. “Nesne olmayı reddetmek kadınları nesne olarak görenleri, onların varlığını özne olarak tanımaya zorlayacaktır”[vi]. Kadın âşık olduğu bireyle birlikte özgür bir ilişki kurabilmeli ve bu macerada özne olduğunu da aklından çıkarmamalıdır. Tüm anlatılanlar “aşk” diye tanımlanan steril bir duygunun var olduğu anlamına gelmez. Kamusal alanda demokrasi, adalet ve eşitlik mücadelesi verdiğini iddia eden birçok erkek, kendi özel yaşamı içerisinde maço karakter özellikleri sergiler[vii]. Unutulmaması gereken bir gerçek bireyler arasında yaşanan “aşkın” kalp çarpıntısı ve cinsel arzu kadar, politik bir duruşu da içerisinde barındırdığıdır. Bu sebeple ataerkil sistemin dişlilerinin, hayatın her alanına gizlenmiş suretlerini gözden kaçırmamak gerekir.
[i] Yazı boyunca evlilik kelimesi, aile kurmak anlamına gelecek şekilde de kullanılır.
[ii] Emma Goldman, “Benim İnandığım”, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir, (çev: Necmi Bayram), Feminist Kitaplık 1, Agora Kitaplığı, s. 16, 1. Baskı, Ağustos 2006.
[iii]Goldman, “Evlilik ve Aşk”, a.g.e, s. 29.
[iv] Simone de Beauvoir, İkinci Cins/ Genç Kızlık Çağı, (çev: Bertan Onaran), Payel Yayınevi, s. 18, 7. Basım, Ocak 1993.
[v] Simone de Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm, (çev: Bilge Karasu), s. 50, İmge Kitabevi, 4. Baskı, Nisan 2009.
[vi] Josephine Donovan, “Feminizm ve Varoluşçuluk”, Feminist Teori, (çev: Aksu Bora, Meltem Ağdut Gevrek, Fevziye Sayılan), s. 242, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2005.
[vii] Gülhan Davarcı, “Birinin sessizliğini dinleyeceksek artık kendimizinkini seçelim”, dosya: Pek tabii aşka veda, feminist politika, Sonbahar 2012, sayı: 16, s. 27.

















