Dönemin ruhu: Aydınlanmaya karşı restorasyon ve yeni kutsal ittifak (3)
18. ve 19. yüzyılda Aydınlanmaya nasıl kapitalizm ve liberalizm damgasını vurduysa, bu sürece de neo-liberalizm damgasını vurdu. Kapitalizm, küreselleşmeyle bir dünya sistemine dönüştükten sonra içine sürüklendiği krizlerden çıkmak için neo-liberal politikalara sarıldı.
Neo-liberalizm liberalizmden oldukça farklıdır. Liberalizm, feodal düzeni, inanç sistemlerini, hiyerarşik toplum yapısını hem ideolojik olarak, hem de pratikte altüst etmişti. Devletin aktif katılımıyla oluşan refah devletini önemsiyordu. Neo-liberalizm ise fetişist bir serbest piyasa anlayışıyla refah devletini ortadan kaldırmaya yöneldi.
Neo-liberal taarruz Thatcher ve Reagan ile başladı ve işçi sınıfının gücünü kırmak ve sendikaları etkisiz hale getirmekle işe koyuldu. Sendikaların zayıflamasıyla fabrika işçileri güvencesiz ve korumasız kaldı. Maaşlar düşürüldü, kamu hizmetleri özelleştirildi. İmalat sanayii işçilik maliyetinin daha az olduğu başka ülkelere taşındı. Refah devleti ve ücretsiz kamu hizmetleri çöktü. Çöküş sürecine paralel olarak otoriter Sağ popülizm güçlendi ve göç “en büyük sorun” olarak gösterildi.
Neo-liberalizm kapitalist sistemi korumak için gelmişti ama demokrasiye karşı tehdit oluşturmaya başladı. Bu aynı zamanda otoriter-popülist liderlerin yükseliş hikayesidir. Theodor Adorno 1957 yılında kaleme aldığı bir incelemede, daha o zamandan liberal demokrasilerin yurttaşların ihtiyaçlarına cevap vermeyince radikal Sağın yükselişinin kaçınılmaz olacağına işaret etmişti. Öyle de oldu. Eşitsizlikleri derinleştiren, refah devletini ortadan kaldıran neo-liberalizmin öfkeli kurbanları tam bir yanılsama içinde bir zamanlar makineleri döven işçiler gibi, demokrasiye karşı çıkmaya başladılar. Trump’a, Orban’a, Merine Le Pen’e ve AFD’ye destek vererek liberal demokrasiyi tehlikeye attılar.
Oysa, popülist sağın neo-liberal politikaları desteklediği biliniyor. Küreselleşme ile beraber sermayenin emrine giren ulusal ekonomileri yabancı yatırımcılardan, küresel anlaşmalardan, uluslararası finans hareketlerinden, işçi hareketliliğinden korumayı düşünmüyorlar. Fakat, gerçek sorunlarla uğraşmak yerine, “kültürel-saflığa” ve “kimlik stratejilerine” önem veriyorlar. Sonuç itibarıyla, kültürel ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve otoriter eğilimler neo-liberalizmle paralel gelişiyor. Popülist demagoglar, ulus-devletlerin ekonomik bağımsızlıklarını koruma konusunda alan kaybetmesini, nüfus hareketleri sonucunda ülkelerin demografik yapısının değişmesini, iş bulma korkusu ve iş güvencesinden yoksun olmayı ve göçmenler meselesini istismar ederek güç kazanıyorlar. Eşitsizliklerin büyümesi ve sosyal güvencenin küçülmesi karşısında kalabalıklara ulusun etnik saflığı ve kültürel üstünlüğünü vaat ediliyor.
Aşırı sağ adeta Kutsal İttifak kurarak birlikte hareket ediyor. Elon Mask ve Steve Bonn gibi isimler Avrupa’da yükselen aşıra sağa destek veriyorlar ve Avrupa demokrasilerini eleştiriyorlar. Geleneksel Sağ, bu iktidar kavgasında ya aşırı sağa daha çok yaklaşacak ya da neo-liberalizmden önce olduğu gibi, refah devleti politikalarına geri dönecek! Şu ana kadar ana akım sağın, aşırı sağa daha yakın durduğunu görüyoruz.
Sola gelince. Neo-liberalizmin yarattığı eşitsizliklere rağmen sol güçlü bir çıkış yakalayamadı. 1999’da Seattle Savaşı, 2001’de de “Başka Bir Dünya Mümkündür” sloganıyla düzenlen Dünya Sosyal Formu, 2008’de finansal kriz esnasında da “Occupy Wall Street” ve Küresel Adalet Hareketi gibi neo-liberalizm karşıtı sol hareketler ortaya çıktı ama maalesef başarılı olamadılar. Ya da başarıları sınırlı kaldı. İspanya’da İndignados, Yunanistan’da SYRIZA geçici başarılara imza attılar ama kalıcı bir miras bırakamadılar.
Solun kültür alanına yönelmesi, toplumsal cinsiyet, LGBTQ haklarına yönelmesi, çevrecilik ve feminizmin öne çıkması olumlu olmakla beraber, işçi sınıfının durumu, eşitsizliklerle mücadele gibi konular ikinci plana düştü ve bu da solun başarılı olmasını engelledi. Ayrıca, reel sosyalist devletlerin bıraktığı kötü miras bir hayalet gibi sol hareketlerin peşinden gelmeye devam ediyor. Yine de, önümüzdeki dönemin iktidar çekişmelerinde neo-liberal politikalara karşı solun geliştireceği programalar etkili olabilir. Solun şimdilik mesai alanı sosyalizmden çok, refah devleti ve adil bölüşüm politikalarıyla sınırlı kalsa da, Otoriter Sağ karşısında liberal demokrasileri korumanın Sola düşeceği anlaşılmaktadır...







