1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Bugün Hellimli Bulla günüydü: Kullis amcanın naneleriyle barışın ve dostluğun kokusu…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Bugün Hellimli Bulla günüydü: Kullis amcanın naneleriyle barışın ve dostluğun kokusu…”

A+A-

Birgül Kılıç Yıldırım

(Değerli arkadaşımız, Barışsever Birgül Kılıç Yıldırım, ‘Bugün hellimli bulla günüydü: Kullis amcanın naneleriyle barışın ve dostluğun kokusu’ diye yazıyor… Yazısını teşekkürlerimizle paylaşıyoruz. S.U.)

Bugün yine bizim evde hellimli bulla günüydü.

Bilmem neden… ama ne zaman bulla yapsak, evde sadece hamur değil, bir şeyler daha yoğruluyor sanki.

Annemin sesiyle, elleriyle, mutfağın sıcağıyla birlikte çocukluğum da gelir mutfağa.

Fırın yakılır, hamur kabarır, nane kokusu duvarlara siner…

Ve ben her seferinde içimden "İyi ki buradayım," derim.

Küçükken annemle birlikte yoğururdum bu bullaları. O da kendi annesinden öğrenmiş.

Şimdi sıra bende. Gelenek gibi değil, sanki bir duyguyu taşıyormuşum gibi.

Bulla bizim için sadece bir hamur işi değil.

Bir sevgi dili.

Bir geçmişe sarılma hali.

Ve bazen de barışa açılan bir kapı...

 

MİRANDA’NIN BABASI KULLİS AMCA’NIN VERDİĞİ NANECİKLER…

Sabah erkenden kalktık bugün.

Hellimleri doğradık, biraz da soğan kattık. Ama en önemlisi: taze nane…

Ve o nane öyle marketten alınmış sıradan bir şey değildi.

O nane, çok sevdiğim arkadaşım Miranda’nın babası, Kullis Amca’nın verdiği bir fideden büyüdü.

Kullis Amca…

Sadece bir komşu değil, sadece Miranda’nın babası da değil…

O, bu adanın en güzel yanlarını taşıyan bir insan.

Sıcacık yüreğiyle, hiç yükseltmeden sesini, ne çok şey anlattı bana... En çok da can dostum dediği arkadaşí  õgretmen Mustafa'yı anlattı.

Geçtiğimiz Mayıs ayında Paskalya’da onların evine gittiğimizde, bahçesinden kendi elleriyle koparıp uzatmıştı nane dallarını:

“Al, suya koy… köklensin. Sonra ek o sapları, tutar onlar.” demişti.

Ben de öyle yaptım.

22 Mayıs 2025’te bu ziyaretle ilgili şöyle yazmıştım:

“…Bu yıl Paskalya’yı güneyde, can arkadaşım Miranda’nın köyü Kliru’da geçirdik. Miranda’nın annesi Litsa teyze ve babası Kullis amca bizi öyle içten karşıladılar ki, insan kendini evinde hissediyordu.

Litsa teyze mutfakta harikalar yaratmıştı o gün. Sofra, çeşit çeşit yemekle doluydu. Ama en çok aklımda kalan, mis gibi kokan pilavunacıklardı. Litsa teyze onları mutfaktan gülümseyerek getirdi, yanına da kendi sıktığı limonatadan koydu. Pilavunacıkların tadı bir başka güzeldi. Öyle lezzetliydiler ki, insan bir tane yedikten sonra duramıyor, bir tane daha istiyordu. “Nedir bu lezzetin sırrı?” diye sorduğumda, Litsa teyze göz kırparak anlattı: “Sadece Paskalya’da satılan özel bir peynir… ve olmazsa olmazı Kullis’in naneleri.”

Sonra Miranda’yla birlikte bahçeye çıktık. Naneleri görmek istedim. Limon ağaçlarının gölgesinde, rengârenk çiçeklerin arasında capcanlı nanecikler dizilmişti. O kadar tazeydiler ki dokunmaya kıyamadım. Belli ki Kullis amca onları sadece sulamamıştı… Onlara sevgisini vermişti. Her yaprakta onun ilgisi, her kokuda onun emeği hissediliyordu. Naneler onun ellerinde büyümüş, onun yüreğiyle can bulmuştu.

Miranda bir demet de bana topladı, “Bunları da senin için,” dedi. Eve dönerken o nanecikleri kalbimde taşıdım. Klirou’dan Livera’ya uzanan yol boyunca içimde sıcak bir huzur vardı. Şimdi o naneler bizim bahçede yeşeriyor. Ben onlara “Kullis amcanın naneleri” ismini verdim. Rüzgârla salındıklarında, Kliru’nun bahar kokusu geliyor sanki.

Seneye Paskalya’da, pilavunacıklarımızı işte bu nanelerle yapacağız. Ama ben biliyorum ki, asıl lezzet, dostlukta, paylaşımda ve sevgiyle büyüyen küçük detaylarda  gizli…”

 

KÜÇÜCÜK BİR DAL KÖKLENDİ, BÜYÜDÜ, KOCAMAN OLDU…

Ve bahçemizde, Kullis amcanın nanelerinden yetiştirdiğimiz küçücük bir dal, köklendi. Büyüdü. Kocaman oldu.

Tıpkı biz büyürken aramızda kök salan dostluk gibi…

Miranda’yla farklı diller konuşsak da, aynı duygularda buluşuruz hep.

Çünkü biz bu adanın iki farklı yanında büyümüş, ama aynı güneşe bakmış çocuklarız.

Bizim şakalarımız da benzer, yemeklerimiz de, bayramlarımız da…

Çünkü biz Kıbrıslıyız.

Çünkü biz özünde biriz.

 

O NANEDE SEVGİ VARDI, HATIRA VARDI, BARIŞ VARDI…

Bugün bullalara kattığımız nane, sadece bir tat değildi.

O nanede sevgi vardı, hatıra vardı, barış vardı.

Hamur yoğruldukça anılar karıştı içine.

Fırından çıkan koku sadece ekmek kokusu değildi — evin, dostluğun, barışın kokusuydu.

Kapı çaldı sonra…

Bir komşu uğradı, sonra bir diğeri…

Kimin yolu düşerse içeri buyur ettik.

Bir tabak bulla, bir bardak çay, bir gülümseme…

Ve bir bakmışsın, küçücük bir mutfakta koca bir dünya kurulmuş.

 

SADECE BULLA YAPMADIK, GEÇMİŞİMİZİ PİŞİRDİK…

Bugün biz sadece bulla yapmadık.

Bugün geçmişimizi pişirdik.

Birlikte yoğrulmuş sevgiyi, ekmeği, dostluğu paylaştık.

Ve ben o bulladan bir parça alırken şunu düşündüm:

Bazen barış büyük sözlerde gizli değildir.

Bazen barış; bir çocukluk anısında, bir fideye gösterilen özenle büyür.

Bazen bir nane dalında yeşerir.

Bazen hellimli bir bullanın içinden çıkar, sıcak sıcak yüreklere düşer.

Çünkü biz bu adanın çocuklarıyız…

Farklı diller konuşsak da, aynı sofraya oturunca gözlerimiz güler, kalplerimiz yumuşar.

Barış öyle büyük laflarla değil, küçücük bir ikramla başlar bazen…

Ve belki de en çok, bir bullanın ortasında saklıdır.

Sıcacık, yumuşacık, paylaşınca çoğalan bir umut gibi…

sayfa-17-birgul-kilic-yildirim-bay-kullis-ve-miranda.jpg sayfa-17-resim-026.jpg


***  BASINDAN GÜNCEL…

“İki ileri, bir geri Krasznahorkai’da zaman…”

Aslı Kotaman/T24

Nobel Ödülü alan yazarın ilk romanı Sátántangó’nun hikâyesini gözünüzden bir yerden ısıracak…

Ben yazımı yazarken, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Macar yazar László Krasznahorkai alalı sadece birkaç saat oldu. Gün içinde birkaç haber kanalını karıştırıyordum, her zamanki bir alışkanlık sayılmaz benim için. Krasznahorkai’nin ödül karşısında çok mutlu olduğunu, ama ülkesinin başbakanına teşekkür ederken “yine de özgür bir yazar olarak kalmayı tercih edeceğini” söylediğini okudum. Bu cümleyi okuyunca zihnim dallanıp budaklandı ve içimdeki kelimeler birbirlerinin üzerinden atlaya atlaya bana yazarın ilk romanını hatırlattı.

Onun ilk romanı Sátántangó’dan söz edeceğim. Bu hikâyeyi bir yerden mutlaka gözünüz ısıracak diye tahmin ediyorum.  Bizim kendi Sátántangó’muzdaki o toplumsal bekleyiş, kurtarıcı arayışı, bitmeyen kriz döngüsü size hemen tanıdık gelecek.

Ben bu romanı aslında filmden öğrenmiştim. Sinema derslerini verirken Béla Tarr’ın meşhur uyarlamasını, ki yedi saat sürer, bir film maratonunda izletmiştik. Yavaş sinemadan söz etmek istediğimde genellikle ya Béla Tarr ya Yasujirō Ozu ya Chantal Akerman ya da Andrei Tarkovsky’den sahneler açardım. Sinema aşığı öğrenciler büyülenirdi bu filmlere; ama yanlışlıkla bölüme düşmüş olanların vay haline.

Örneğin Sátántangó / Şeytanın Dansı filmi, çamurlu bir yolda kilometrelerce yürüyen bir adamla açılır. Sekiz dakikadan uzun sürer bu yürüyüş; sadece yağmur, çamur, zincir gıcırtısı ve uzaklardan gelen bir köpek sesi vardır. Tatlı bir öğrencim bir keresinde sormuştu: “Hocam, hiçbir şey olmayan bir filmi neden seyrediyoruz?” Bu yazıyı okursa, kendisini hatırlar belki. O zaman da anlatmaya çalışmıştım; bu sahneler “hikâye” anlatmıyor; bekleyişin, tükenişin ve zamanı hissetmenin biçimini gösteriyorlar diye.

Yazar Krasznahorkai hikâyeyi değil, zamanı anlatır bana kalırsa. Béla Tarr da aynı şeyi kamerayla yapar. İkisi birlikte, sinema tarihinde ender rastlanan bir ikilidir, yazar kelimelerle zamanı evirir, yönetmen görüntüyle onu ağırlaştırır.

Macaristan taşrasında, neredeyse unutulmuş bir kolektif çiftlikte geçer hikâye. Komünizm çökmek üzeredir; köylüler sefalet içinde ne geçmişe ne geleceğe ait olmadan yaşarlar. Herkesin ortak duygusu bekleyiştir. Bir mucize, bir kurtarıcı, bir “yeni başlangıç” beklentisi içindedirler. Ve bir gün, kasaba halkının öldü sandığı Irimiás adında karizmatik bir adamla yandaşı Petrina, kasabaya döner. Köylüler onları neredeyse mesih gibi karşılar. Ama Irimiás, bir kurtarıcıdan çok bir manipülatördür; herkesin umudunu kendi yalanlarıyla yönlendirir. Romanın adı da buradan gelir: Sátán tangó /yani “Şeytanın Dansı.”

İleri iki adım, geri bir adım... Tango gibi ama hep aynı yerde dönen bir hareket.

Bu yapı, romanın kurgusuna da siner. Kitap on iki bölümden oluşur, ilk altı bölüm ileriye gider yani kronolojik olarak ilerleriz, sonraki altı aynı yolu bu kez geriye doğru izler yani hikâyenin kendi kendini tekrar eder, döngüsel biçimde yeniden kurulur, bir çember çizerek başa döner. Zaman ilerlemez, kendini tekrar eder. Krasznahorkai’nin dünyasında umut, kurtuluş, hatta tarih bile bu kısır döngü içinde sıkışıp kalmıştır. Krasznahorkai’nin anlatısında zaman doğrusal değildir, ilerlemek de bir yanılsamadır ama geriye dönmek de öyle. Herkes bir şeyin değişeceğine inanır, ama hiçbir şey değişmez.

Filme ama aslen tüm Tarr sinemasına gri tonlar, yağmur, çamur, rüzgâr ve ağır bir sessizlik egemendir. Tarr, Krasznahorkai’nin uzun, kesintisiz cümlelerini uzun plan sekanslarla görüntüye çevirir.

Film boyunca hiçbir olay acele etmez; her şey ağır ağır, neredeyse düşünür gibi olur. Kamera, dünyayı değil, dünyanın geçip gidişini izler. Yönetmenin kamerası olaylara değil, varoluşun kendisine bakar. Ne bir başlangıç vardır ne bir son; yalnızca süren bir zamanın sessizliği.

Film, romanın yapısını birebir korur, ilk yarı kronolojik olarak ilerler, ikinci yarı aynı olayları başka bir gözle yeniden anlatır. Zaman düz bir çizgi değildir burada; döner, kıvrılır, kendi içine kapanır Her şey çürür, insanlar, binalar, umut. Ama Tarr bunu soğukkanlı bir sabırla gösterir. Ve sonunda bir karakter, dış dünyayla tüm bağını kopararak bir kapıyı kapatır. Işık kesilir. Sessizlik uzar. Bu kapanış sahnesi, sinema tarihinin en yalın ve en sarsıcı sonlarından biridir. Romanda bu sahne yoktur aslında, ama Tarr, Krasznahorkai’nin kelimelerde kurduğu tükenişi bir kapının kapanışıyla görünür kılar.

Roman boyunca çamur kurumaz, yağmur dinmez. İnsanlar bir şey yapar gibi görünür ama aslında hiçbir şey yapmazlar. Herkes bir şeyin olmasını bekler. Kimse gürültüyle konuşmaz, kimse gerçekten susmaz da; her söz, başka birinin ağzından çıkmış gibidir. Çamur diz boyu, ama kimse o yolu terk etmez. Zaman ağırlaşır, yürüyüşler birbirine karışır, günler sanki aynı güne dönüp durur. Romanın ritmi, hayatın ritmiyle aynıdır artık, yavaş, yapışkan, çıkışı olmayan bir döngü. Krasznahorkai’nin dünyasında bu döngü, yalnızca bir köyün hikâyesi değildir; bekleyişin kendisi, dünyanın biçimine dönüşmüştür. Bir olayın yaşanması ya da yaşanmaması artık fark etmez; her şey olup bitmiş, ama kimse bunun farkına varmamıştır. Benjamin’in meleği gibi, biz ilerliyoruz sanırken aslında yıkıntıların arasından geriye bakıyoruzdur; her yeni başlangıç, yalnızca eski felaketin bir başka yüzüdür.

Agamben’e göre çağımızda zaman, ileriye gitmekten çok ertelenir. Hiçbir şey başlamaz, hiçbir şey bitmez; her şey bir eşiğin üzerinde, gelmekte olanın gelmemesi hâlinde kalır. Bu yüzden bekleyiş, sadece sabırla geçirdiğimiz bir süre değil, hayatın biçimine dönüşür. İnsan, eylem ile anlam arasındaki bağın koptuğu bir anda yaşar artık; her şey yapılabilir, ama hiçbir şey sonuç doğurmaz. Bu kırılma anlarından biri en çıplak biçimiyle küçük bir kızın hikâyesinde görünür. Köy sessizdir, herkes Irimiás’ın peşine gitmiştir. Çocuk, yalnız ve ilgisiz bırakılmış bir evin içinde, bir anlık can sıkıntısıyla kedisine zarar verir ve sonunda kedi ölür. Ardından pişman olur, korkar, hiçbir şeyi onaramaz. Dışarı çıkar, elinde bir kavanozla yürümeye başlar; yağmur yağar, anlatıcı onu uzaktan izler. Nereye gittiğini bilmez, neden yürüdüğünü de. Adımlarının bir amacı yoktur; sanki dünya, o küçük bedende kendi ağırlığını sürüklemektedir.

Askıya alınmış zamandadır bu eylemsizlik, eylem gerçekleşse de anlamı düşer; hareket vardır, ama yön yoktur. Masumiyetin çöküşü yalnızca bir çocuğun trajedisi değil, dünyanın etik dengesinin sarsılmasıdır. Kızın eylemi bir kötülük olarak değil, anlamsızlaşmış bir dünyanın doğal sonucu olarak yaşanır. Zaman ilerler, ama hiçbir şey tamamlanmaz; suç işlenir, ama kefaretin zemini yoktur.

Krasznahorkai’nin evreninde kötülük, bilinçli bir iradeden çok boşluğun ürünüdür, insanların değil, çökmüş bir dünyanın suçu. Yine Agamben, modern zamanın günahsız günahı diyordu; eylem ile anlam arasındaki bağın kopması. Artık kimse ne yaptığını tam olarak bilmez; herkes, zamanın içinde bir yankı gibi yaşar. Romanın bu sahnesi, dünyanın çürüyüşünü anlatmaz yalnızca; anlamın kendisinin çözülüşünü de anlatır. Yağmur yağmaya devam eder, kız yürür, köy sessiz kalır. Ve zaman, bir kez daha kendi içine bükülür.

Bugün zaman doğrusal akışını yitirmiş durumda. Toplumsal deneyim, geçmişin yüküyle geleceğin belirsizliği arasında sıkışıyor; Benjamin’in meleği gibi, biz de ileriye giderken sürekli yıkıntılara bakıyoruz. Her kriz, bir öncekini unutturmak yerine onun yankısını çoğaltıyor. Bu yüzden her yeniden başlangıç, aslında eski bir felaketin başka bir biçimi. Sürekli bir hareket hâli içindeyiz ama bu hareket, bir ilerleme değil, Krasznahorkai’nin o tanıdık adımı gibi, iki ileri, bir geri. Zamanın kendisi, bitmeyen bir bekleyişe dönüşüyor. Bu bekleyişin içinde, eylem anlamını yitiriyor. Ne yaparsak yapalım, hiçbir şey gerçekten olmamış gibi kalıyor; çünkü anlamın zemini çoktan aşınmış. Tıpkı romanın köyünde olduğu gibi, bizde de çürüme dramatik bir yıkım olarak değil, sessiz bir süreklilik hâlinde yaşanıyor. İnsanlar, kurumlar, değerler, her şey ağır ağır çözülüyor, çürüyor, yok oluyor ama bu çözülüş bir olay değil, atmosfer. Şiddet de artık bir patlama değil; anlamsızlığın sıradan sonucu.

Masumiyetin çöküşü aynı zamanda etik bir boşluğun kurumsallaşması. İnsanlar kötü oldukları için değil, anlamın kendisi çöktüğü için zarar veriyor, sessiz kalıyor ya da hiçbir şey yapmaz hâle geliyor. Krasznahorkai’nin romanındaki küçük kız gibi, biz de bazen yalnızca “bir şey yapmak” ile “hiçbir şey olmaması” arasındaki o belirsizlikte kalıyoruz. Çamur kurumadıkça, bu döngü, düşünme biçimimize dönüşüyor. Özneyi askıya almadan konuşalım. Belki de yeni bir dönem, o yakıcı hamura, dokunulmaz kılınmış ama dokunulmadıkça büyüyen pisliğe el sürmeyi göze aldığımızda başlayabilir. Elimizi oraya uzatabilmek sorumluluğu da kabullenmek olur. Belki de çamura bata çıka yürüyen o ilk adam gibi biz de kirlenmeyi göze almadan ilerleyemeyiz. Yoksa çamur kurumaz, döngü yeniden başlar, iki ileri, bir geri.

(T24 - Aslı KOTAMAN – 12.10.2025)

sayfa-16-resm-014.jpg

Bu yazı toplam 778 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar