1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (42)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (42)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (42)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (42)

A+A-

Niyazi Kızılyürek

[email protected]

“Duvarımız” belgeselini bin bir zahmet ve tam bir maddi sefalet içinde tamamladıktan sonra (montaj döneminde Spiros amcanın tarlasından çaldığımız patlıcanlarla besleniyorduk. Allah’tan, montajcımız Thomas Barkenhol -“Türk Thomas” olarak da tanınıyordu- Türk mutfağına aşina biriydi ve patlıcanın kıymetini iyi biliyordu) büyük bir karar vermekle karşı karşıya geldim. Avrupa’ya dönmek mi yoksa Güney Kıbrıs’ta yaşamak mı? Herhalde o güne kadar hayatımda almak zorunda kaldığım en zor karar buydu. 1988 yılında bir konferans için gittiğim Güney Kıbrıs’tan “vatan haini” olarak geri dönmüştüm. Şimdi oraya temelli yerleşirsem neler olurdu kim bilir? Kuzey Kıbrıs’ta kurulan ayrılıkçı Rejim bütün politikasını “iki toplumun bir arada yaşayamayacağı” tezi üzerine bina etmişti. İnsanların büyük bir bölümü de buna inanıyor ya da inanır gibi görünüyordu. Bunda elbette Kıbrıs’ın bölünmesinin Kıbrıslı Türklere kazandırdığı büyük zenginliğin de payı vardı. Kıbrıslı Rumların terk ettiği mallara el koymuşlardı ve bu durum da insanların gözünde toplumların ayrı yaşamasını cazip kılıyordu. Rejimin politikalarını hegemonik bir ideolojiye dönüştüren ve rızayı kolaylaştıran biraz da buydu. Ailem dahil, hiç kimse Güney Kıbrıs’a yerleşmemi hoş karşılamayacaktı. Bundan emindim. Fakat benim dünyamda “hakikat” olan bir şey vardı: Güney Kıbrıs’a geliş-gidişlerim ve “Duvarımızı” çekmek hayatımı esaslı biçimde değiştirmişti. Bu “olaya” “sadık” kalmak istiyordum. Bu süreçte onca zamanıdır “düşman” olarak belletilen Kıbrıslı Rumların yaşadıklarına ortak olmuş, deneyimlerini paylaşma fırsatını bulmuştum. Çoban Hasan’ın, okyanusta bir kereste parçasına tutunur gibi üstüme tutunduğunu, Fatma teyzenin büyük yalnızlığına ortak olduğumu ve tanıştığım Kıbrıslı Rumların “çözüm” beklentilerini unutamazdım. Kısacası, ülkenin parçalanmışlığı ve toplumlarla bireylerin karmaşık gerçekliğiyle tanışmıştım. “Duvarımızı” çekmeden önce zaten parçaları ruhumda ve aklımda toplamaya başlamış, Oliki Kipros’un peşine düşmüştüm. Şimdi “Duvarımız” biterken ütopyama yönelmeyi her zamankinden daha çok istiyordum. Bundan kopmayı bir tür “ihanet” olarak görüyordum. Paramparça bir ülkenin parçalarını toplamanın benim parçalanmam anlamına geleceğini ve bunun derin bir melankoliye yol açacağının farkındaydım elbet. Fakat insan hayatına etnik kimliklerin, çarpık ve kurgulanmış bilgilerin ve silah zoruyla yaratılan olgusallıkların yön vermesi bana fazlasıyla sıradan, fazlasıyla banal ve fazlasıyla adaletsiz geliyordu. Esas itirazım da galiba bunaydı. Kıbrıs’ın bütününü yurt olarak hissettiğimi söyleyemem. “Ortak Yurt” ancak tahayyülümde kurguladığım bir şey olabilirdi. Böyle bir olgusallık oluşmadığı gibi, ülkede hüküm süren milliyetçi akımlar bu fikrin tahayyülüne bile tahammül edemiyorlardı. Fakat yine de etnik kimliklerin ve milliyetçi yanılsamaların belirleyici olmasını kabul edemiyordum. Buna boyun eğmeyi iktidara boyun eğip, haysiyetsiz bir yaşam sürmekle bir tutuyordum. Beni Güney Kıbrıs’a yerleşmeye iten de galiba buydu. (Bunda sevdiğim kadının da büyük rolü olduğunu düşünmek isterim fakat o bana tam tersini tavsiye ediyordu. Kıbrıs’a gelip yerleşmemi kendime yapacağım büyük bir haksızlık olarak görüyordu. Tipik lafı şuydu: “Senin ve Oliki Kipros’un burada karşılığı yok!”) İlginçtir, Kıbrıs’ın kuzeyine gitmek bir an için bile aklımdan geçmemişti. 1974-Yazını yaşayan biri olarak benim için orası etnik temizliğe tabi tutulan, bin bir haksızlığın üzerine bina edilen ve insan onurunun ayaklar altına alındığı bir yerdi. Orada huzur bulmam mümkün değildi. Doğrusu, orada huzur bulanları da anladığımı söyleyemem. Gözüme haksız mirasyediler, hak-yiyiciler olarak görünüyorlardı. Birden bire kavuştukları ganimetle ne oldum delisi olan, bütün haksızlıklara çanak tutan ve o ölçüde de çirkinleşen, empatiden uzak, aynada kendi yüzünden başka yüz görmeyen ve bu yüzden de “yüzsüzleşen” insanların diyarıydı orası. Orada ne adalet, ne de kardeşlik olabilirdi. Orada kısa bir süre yaşadıktan sonra yurt dışına kaçmıştım. “Kaçmıştım” diyorum çünkü savaş ve şiddet sonucu ortaya çıkan coğrafya parçasında “beşeri coğrafyanın” bütün çirkinliklerine tanık olmuştum. Peki ama, ya Güney Kıbrıs? Orada yaşamak nasıl bir şeydi. Orada “kendim” olmak ve kendimce yaşamak mümkün müydü? Kıbrıslı Rumlar hiç bir sorumluluk almadan yakın tarihin bütün sorumluluğunu “Türklere” yüklemiyorlar mıydı? Oranın hegemonik söylemi Helen milliyetçiliği ve tek taraflı bir mağduriyet algısı üzerine kurulmamış mıydı? Orada “Türklük” gibi bir kimliğin içine hapsedileceğim çok aşikar değil miydi? Bu durumda asla kendim olamayacağım ve hep etnik kimlik prizmasından görüleceğim gerçek değil miydi? Elbette gerçekti. Bu yüzden Güney Kıbrıs’a yerleşmek hiç de kolay olmayacaktı. Öte yandan, 17 yaşımdan beri yaşadığım ve her zaman “yabancı” olarak görüldüğüm Avrupa’ya geri dönmek istemiyordum. Yaşlı kıtanın Ethno-Santrizmi ile Oryantalizmine tahammülüm kalmamıştı. Özellikle 1980’li yıllarda neo-muhafazakarlarla neo-liberallerin güçlenmesi, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın yaygınlaşması benim gibi 1978 kuşağına mensup biri için kolayca dayanılır şeyler değildi. Ben başka bir Avrupa’da yaşamıştım, şimdi ise başka bir Avrupa vardı. Sıkılmıştım. Alman dostlarımla birahaneye her gittiğimde hesabı ayrı ayrı ödemek için son kuruşu da gözeten çarpma-bölme-çıkarma işlemleri yapmak da canımı sıkıyordu. Evet, biraz bozulmuş olsam da, Akdenizliydim ve işlerin daha “large” daha “easy” olmasını özlüyordum.
Sonunda, her şeye rağmen Kıbrıs’ın güneyine yerleşmeye karar verdim. Bu aslında “bir yere yerleşmek” değil, yersiz-yurtsuzluğa doğru atılmış bir adım olacaktı. Bir bakıma “sürgüne” çıkmaya hazırlanıyordum. Doğrusu, “sürgünün” doğru sözcük olup olmadığını bilmiyorum. Çünkü sürgünün terk ettiği ve bir gün dönme heyecanı duyduğu bir yer vardır. Oysa benim dönecek bir yerim yoktu. Yani, dönebileceğimi düşündüğüm ve özlediğim bir yer gerçekten yoktu. “Kendi hayatımdan gelip, kendi hayatıma giden” biriydim. Belki de bunu “geleceğe yolculuk” olarak görüyordum. Ütopyama doğru bir yolculuk! Fakat geleceğe yolculuk, geçmişe bağlılık yüzünden şimdiki zamanı yaşama konusunda arıza çıkaran nostaljik duygusu kadar “arızalı” bir duygu dünyası yaratır. Nostalji ne kadar melankoliye yol açan aksatıcı ve engelleyici ise, geleceğe bakmak da o kadar melankolik bir ruh hali yaratıyor. Ütopyanın diğer ucunda melankoli vardır…
Sonunda eşyalarımı (yani kitaplarımı demek istiyorum, çünkü başka eşyam yoktu) topladım ve bir gemiye yükleyip, Limasol limanına gönderdim. Ardından da kendimi Güney Kıbrıs’a attım. Daha doğrusu, kendimi Güney Kıbrıs’tan çok, orada yaşayan insanlara kattım. Geçen zaman içinde tanıştığım ve yakınlık duyduğum insanlara… Belki de dört yaşında mülteci olduğum içindir; yurt duygusunu mekanlarda değil, insanlarda arıyordum. “Ev-duygusunu” ya felsefi arayışlar gibi “soyut yerlerde ya da insanlarla kurduğum sıcak, içten ilişkilerde yaşıyordum. Sonunda kendimi Baf’ın tenha köylerinden Argaka’da yaşayan ve Poli kasabasında bar çalıştıran Savas’ın yanında buldum. Savas’ın ağaçlarla kaplı eski köy evine yerleştim. Gündüzleri kitap yazacak, akşamları da barda çalışacaktım. “Ulus Ötesi Kıbrıs” adlı çalışmamı orada yazmaya başladım. Akşamları da Savas’ın barında garsonluk yapıyordum. Takvimler 1993 yılını gösteriyordu.
Bir gün, Kıbrıs Rum televizyonunda ilginç, değişik bir program yapan Takis Hacigeorgiou aradı. Takis, RİK televizyonunda “Horis Plesia” (“Çerçevesiz” ya da “Sınırsız” anlamına geliyor) adlı bir program başlatmış, Kıbrıs Rum toplumunun konuşmaya ya da el sürmeye çekindiği bir çok konuyu tartışmaya açmıştı. Örneğin, bu programda bir orta okul öğrencisi Başpiskopos’u “kötü biri” olarak tanımlamıştı. Bir papaz, EOKA B’nin 1974 darbesi esnasında katlettiği Makariosçu ve solcu Kıbrıslı Rumları nasıl gömdüğünü, bazı kişilerin diri diri gömüldüğünü anlatmıştı. Kıbrıslı Rum bir entelektüel, kendisini “Kıbrıslı” olarak tanımlayıp, Yunanistan’a gittiği zaman “yabancı bir ülkeye gittiğini” hissettiğini söylemişti. Kısacası, haftalık programın her seansı “skandallara” ve “histerik” tartışmalara yol açıyordu. Takis, beni de programında ağırlamak isteyince, uzun boylu düşünmeden “olur” dedim. Fakat sorun, programa kiminle çıkacağımdı. Takis, en uygun ismin DİSİ Genel Başkan Yardımcısı Yannakis Matisis’in olduğunu düşünüyordu. Matsis, Kıbrıslı Türk siyasetçilere yakınlık duyuyor ve iki toplumun yakınlaşması gerektiğine inanıyordu. Hatta birkaç yıl önce Naci Talat ve Alpay Durduran gibi Kıbrıslı Türk siyasetçileri Güney’de ağırlamıştı. Fakat Matsis pek istekli görünmüyordu. Sonunda, Takis beni de yanına alarak Matisis’in evine gittik. Matisis ile tanışıyordum. 1988 yılında Güney Kıbrıs’ta katıldığım ilk konferansta onunla aynı panelde yer almıştık. Uzun sohbetten sonra Matsis programa katılmayı kabul etti ama bir şartta ısrar ediyordu. Program canlı yayın olmayacaktı. Matisis programı izleyecek ve yayınlanıp yayınlanmamasın karar verecekti. “Benim için bir mahsur yok” dedim ve randevu günü programa çıktım. Kıbrıs Sorununu enine boyuna konuştuktan sonra, Taksi programın sonuna doğru bize ilginç bir soru sormuştu: “Kıbrıs’ı nasıl tahayyül ediyorsunuz?” Matsis kendince bir şeyler anlattı. Sıra bana gelince, Kıbrıs tahayyülümü Yannakis Matsis’in İngilizler tarafından öldürülen EOKA’cı kardeşi Kiriakos Matsis’in bir şiirini okuyarak tarif ettim. Kiriakos Matsis 1958 yılında İngilizler tarafından öldürülmeden önce kaleme aldığı bir şiirinde şöyle diyordu: “Bu toprakların kime ait olduğu önemli değil. Kıbrıslı Rum’a mı, Türk’e mi, Ermeni’ye mi fark etmez. Yeter ki, bu toprakları alın teri ile sulayanlar kullansın!” Bu şiiri ezbere biliyordum. Uzun süreden beri Londra’daki dairemin mutfağında asılı duruyordu. Yannakis Matsis gözyaşlarını zor tutuyordu. “EOKA kahramanı olan kardeşimin şiirini bir Türk ezbere biliyor” diyordu ve duygulanıyordu. Buna rağmen programın yayınlanmasından pek emin değildi. Çekimden sonra televizyon müdürünün odasında toplandık. Programı birlikte izledik. Matsis, yeşil ışık yakıp yakmama konusunda hala tereddüt içindeydi. Sonunda karısına telefon açtı ve televizyona gelmesini rica etti. Son kararı Bayan Matisis verecekti. Kadın programı izledi ve “Harika, Yannaki mou, çok güzel bir iş çıkardınız” deyince, programın yayınlanması için onay çıkmış oldu. Takis ile ben kıs kıs gülüyorduk…

Bu haber toplam 1483 defa okunmuştur
Gaile 222. Sayısı

Gaile 222. Sayısı