1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Baf’tan bir fırıncının hatıraları...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Baf’tan bir fırıncının hatıraları...”

A+A-

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

 

Avustralya’dan değerli arkadaşımız, akademisyen-yazar-grafik sanatçısı Konstantinos Emmanuelle’in “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’ın Hikayeleri” başlıklı sosyal medya sayfasında yayımladığı resim, Baf’tan bir fırıncıyı yansıtıyor...

Fotoğrafta Nikolas Yeorgiu Stavrinu (solda), akrabası Kostas Hacımarkos ile birlikte görülüyor... Fotoğraf 1918 senesinde çekilmiş... Bu fotoğrafla ve Baf’tan fırıncı olan Nikolas Yeorgiu Stavrinu’yla ilgili olarak Konstantinos Emmanuelle şöyle yazıyor:

***  Nikolas Yeorgiu, küçük Kambia köyünde dünyaya gelmişti, 20nci yüzyılın başlarında... Antigoni Nikolas’la evlenmiş ve beş çocuk etmişlerdi: Stelyos, Eleni, Konstantinos, Beatriki ve Hristos...

***  Henüz 12 yaşındayken Nikolas köyünden ayrılarak Larnaka’ya gitmişti, burada bir fırıncının yanında fırıncılık zanaatını öğrenecekti. Larnaka’dan sonra Baf’a gitmiş ve Baf’ta popüler bir fırın olan “Kiprianidis’in fırını”nda çalışmaya başlamıştı... O günlerde pek çok kadın müşteri özellikle yakışıklı Nikolas’ı ve modern bıyığını görmeye gelmekteydi...

*** Antigoni ile tanışıp onunla evlendikten sonra Nikolas, kendi fırınını evinin yanına açmıştı. Oğlu Hristos, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Kasaba-Baf’ta geçen güzel çocukluğunu hatırlıyor... “Yalnızca bizim sokakta üç tane fırıncı vardı” diyor. “Babamın dükkanı, Nikoli’nin Fırını olarak bilinmekteydi ancak aynı sokakta Kosta Hristodulu’nun Fırını ve Hacımarku’nun Fırını da vardı... Günlerden bir gün Hacımarku’nun unu bitmiş ve ekmek pişiremiyordu – böylece Baf’ın Kasaba’sında, yeni bir deyim ortaya çımıştı, herkes “Aman Allahım! Hacımarko’ya benzedik” diyordu, yiyecekleri tükendiği zaman. Ve böylece bu deyim, Kasaba’da yaygın bir deyim olup çıkmıştı...”

***  Hristos’a göre babası Nikolas sabahın köründe, saat bir veya ikide kalkıyordu, ekmek için hamur yoğurmak üzere... Hristos şöyle anlatıyor:  “O günlerde makineler yoktu. Herşey elle yapılıyordu, böyle büyük teknelerde... Ben de oturup babamı izlerdim bazan. Önce hamuru yoğuruyor, sonra da hamuru eşit biçimde yuvarlak parçalara bölüyor ve her birini tahta kepeneklere pişirmeden önce özenle yerleştirmeden önce tartıyordu da. Fırınlar, badem kabukları, “raşa” ve bir tür odunla ısıtılmaktaydı... Babam her gün 200 somun ekmek pişirmekteydi ki bunlara daha pahalı bir beyaz ekmek türü olan Francola ekmekler de dahildi...”

***  “Babam aynı zamanda kilisenin özel mühürünü bastığı kutsal ekmekleri de pişirmekteydi. Paska zamanı ise mahallemizdeki kadınlar pilavunalarını evde hazırladıktan sonra bunları babamın fırınına getiriyorlardı, böylece babam bu pilavunaları kendi fırınlarında pişirmekteydi. Babama pişirmesi için ayrıca gullurya (çörek) ve galarya (sütle yapılan çörek) de getirmekteydiler...”

***  Hristos’a göre, Kasaba’da pek çok fırıncının kullanmakta olduğu beyaz un, o günlerde Kıbrıs’a Avustralya’dan ithal edilmekteydi... “Bu yüzden bu una Avustralyano derdik. O günlerde Avustralya’dan gelen tereyağını da hatırlıyorum... Küçük teneke kutularda ithal edilirdi bu tereyağı Kıbrıs’a. Bugüne kadar tattığım en iyi tereyağı işte bu tereyağı idi...” diye anlatıyor.

***  Nikolas ayrıca Pazar günü için fırına getirilen yemekleri ve akşam yemeklerini de pişirmekteydi fırınında... “Yemeği evde hazırlıyorlar ve fırında pişirsin diye babama getiriyorlardı... O günlerde bu çok yaygındı” diye hatırlıyor Hristos... “Kasaba’da pek çok insanın evlerinin avlusunda fırınları yoktu veya yemeği ısıtacak ya da pişirecek donanımları evde yoktu... Pek çok insan gazyağıyla çalışan islimlerde ısıtmaktaydı yemeklerini... Buzlukları da yoktu, o nedenle ete bol bol bahar serpiyorlar ve defne yaprakları kullanıyorlardı, bozulmasın ve taze kalsın diye... Pazar günleri kiliseye gitmeden önce babamın fırınına kebap edilecek yemeklerini getirmelerini hatırlıyorum, sonra da kilise sonrası gelip bunu alıyorlar ve Pazar yemeğine oturmak üzere eve götürüyorlardı. Babam yemeklerini fırında pişirmek için onlardan yarmışar şilin almaktaydı. Sinideki et ve patatese babam su ekliyor ve zaman zaman bunların yanmaması için eti ve patatesleri çeviriyordu pişirirken...”

***  İkinci Dünya Savaşı esnasında Kıbrıs, un dahil gıda sıkıntısı çekmekteydi... Nikolas hamura sultani üzüm katmaya başlamıştı, daha fazla ekmek üretebilmek için – bu da İngiliz yönetiminin isteğiydi... “Yarım şiline satılan bir somun ekmeği insanlar satın alamıyordu – o nedenle ekmeği, bir şişe süt ya da yumurta karşılığı almaktaydılar babamdan, süte veya yumurtaya karşılık ekmek alıyorlardı” diye hatırlıyor Hristos... “1930’lu ve 40’lı yıllarda Kıbrıs’ta herkes bu değiş-tokuş sistemini kullanmaktaydı...”

***  Hristos, babasının çok sayıda Kıbrıslıtürk müşterisi ve arkadaşı olduğunu, Kıbrıslıtürkler’in düzenli olarak babasının fırınını ziyaret ettiklerini de hatırlıyor... “Babam herkesle iyi geçinirdi ve herkes onu çok severdi... Bizim için gerçekten de özel bir dönemdi bu” diyor...

***  Hristos Yeorgiu’ya bu nadide aile fotoğrafını, “Kıbrıs’ın Hikayeleri” için taramama izin verdiği ve babasının öyküsünü bizlerle paylaştığı için çok teşekkür ederim.

s4-052.jpg

(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 


 “Babamla konuştum...”

Zekai ALTAN

Yıl, 1974. Ailemle ve arkadaşlarım ile çadırlarda 7 ay geçirdik. Paramal Kampı’nda. Büyük bir heyecan. Belirsizlik. Telaş ve endişe. 7 ay sonra İngiliz Üssü Ağrotur’dan uçak ile  Adana’ya sonra da İskenderun Limanı’ndan Mağusa’ya. 7 ay sonra annemi ve kızkardeşimizi görecektik.

14 yaşında neler olup bittiğini anlamaya çalışyordum. Ağrutor üssünden çıkarken otobüste gözlerim tepelere, taşlara ve şinyalara takıldı ve kaldı. İçimi bir  burukluk sardı. Bilemediğim, anlamını veremediğim bir hüzün. Mutluluk veya mutsuzluk. Geçtiğim toprakları bir kez daha görecek miyim. Evdim’i ne zaman göreceğim diye donuk bakışlarım içerisinde düşünüyordum.  Rahmetli babam sevinçliydi. Anneme, kızkardeşine, kardeşlerine kavuşacaktı. En önemli sevinci ise yıllarca verdiği mücadelenin sonucunu yaşamasıydı. Türkiye Ada’ya ayak bastı. Türkiye’ye olan sevgisi her halinden anlaşılıyordu. Sanki yeniden doğmuş gibiydi. Ağlayacak kadar duygulu. Aradan yıllar, yıllar geçti. Büyüdük. Ben Barış ve Demokrasi mücadelesinde yer aldım. Babam beni sürekli uyarıyordu. Beni anlamıyordu. Türkiye’siz ayakta kalamaycağımızı anlatmaya çalışıyordu. Ama 40 yıl sonra. Bir yatırım yapmaya karar verdim. Kararımı duyunca ilk kez bana konuştu.  “Bak oğlum, biz bu günler için mücadele etmedik. Böyle olacağını bilemedik. Eşkıya düzeni kuruldu. Bağımsız değilik. Bu yatırıma dikkat et. Seni yok etmesinler. Sen mimli birisin” dedi.

Ve ben de vefatından sonra kabrini ziyaret ettiğimde babam ile konuştum. Dertleştim. Mücadelesini değil, eşkiya düzenini fark ettiğini konuştuk. Barış ve Demokrasi kavgasının önemini. Benden sonra angonilerinin bu düzeni yaşamamaları gerektiğini konuştuk. Ve onu bırakıp ayrıldım. Bir sonraki ziyaretime kadar.

s1-366.jpg

s2-327.jpg


GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAPILIYOR?

Savaşta öldürülen siviller anıldı...

Bosna-Hersek’te 116 sivil insanın Hırvatistan Savunma Konseyi’ne bağlı savaşçılar tarafından Ahmiçi’de ve 15 sivilin Trusina’da Boşnak Ordusu askerleri tarafından öldürülmesinin 29ncu yıldönümü anıldı...

Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı BIRN’in haberine göre 16 Nisan tarihinde öldürülen sivillerle ilgili olarak 16 Nisan Savaş Kurbanları Örügütü’nden Atif Ahmiç yaptığı açıklamada, Hırvat savaşçılar tarafından öldürülmüş olan 116 sivilden 19’unun hala “kayıp” olduğunu ve kalıntılarına ulaşılamadığını belirtti. “Bu bölgeden kayıpların kalıntıları bulununcaya kadar bu iş bitmez. Herşey çok üzücüdür. Kurumlarımız sınıfta kalmıştır, oysa onları öldürenler, insanları nerede öldürüp nereye gömdüklerini çok iyi biliyorlar fakat hiç kimse de bir şey söylemiyor” dedi.

Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi, Lahey’de Hırvatistan Savunma Konseyi’nde komutanlık yapan Dario Kordiç’i, Ahmiçi’deki katliamlar dahil, Bosna’da işlediği savaş suçları nedeniyle 25 sene hapse mahkum etmişti. Onunla birlikte üç asker daha 20 ile 12 sene arası değişen hapis cezalarına çarptırılmıştı... Mahkeme kararında, “16 Nisan 1993’te yalnızca birkaç saat içerisinde Bosna’nın merkezinde bulunan Ahmiçi’nin 116 sakini öldürülmüştü – bunlar arasında kadınlar ve çocuklar da vardı. 24 kişi ise yaralanmıştı. 169 ev ve iki cami de yıkılmıştı. Kurbanlar, Müslüman sivillerdi..” denilmişti. “Elindeki kanıtlara bakarak mahkeme, bunun savaş esnasında bir muhabere operasyonu olmadığına kadar vermiştir. Bu iyi planlanmış ve iyi organize edilmiş, sivillerin katledilmesi idi...”

Trusina’da ise köydeki anıtta Boşnak Ordusu’nun öldürmüş olduğu 15 sivil anıldı. Katolik papaz İviça Karatoviç, konuyla ilgili olarak “Bir daha kimsenin başına böyle bir şey gelmemesi için dua ediyoruz” dedi. Kartoviç, “Mahkeme işini yapabilir, yüzlerce insan mahkum edilebilir ancak kaybedilen canlar yerine konamaz” diye konuştu. Boşnak devlet mahkemesi, Trusina’da işledikleri savaş suçları nedeniyle bazı askerleri hapse mahkum etmişbulunuyor. Buna göre Nihad Boyacı 15 sene, Edin Ceko 13 sene, Nedzad Hociç 12 sene, Mensur Memiç 10 sene ve Rasime Handoviç de beşbuçuk sene hapse mahkum edilmiş bulunuyor... Boşnak Ordusu’nda “Zülfikar Takımı”nın komutanı olan Zülfikar Alispago da mahkemede yargılanıyor...

s3-167.jpg

 

 

 

Bu yazı toplam 1417 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar