1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “50’nci yıl anma törenleri hakkında düşünceler…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“50’nci yıl anma törenleri hakkında düşünceler…”

A+A-

Kostas LİMBURİS/Filolog-yazar

(Filolog-yazar Kostas Limburis, 1974’ün 50nci yıldönümüyle ilgili anma törenleri hakkında düşüncelerini kaleme alarak paylaştı. Kendisinden, sosyal medyada Rumca olarak paylaştığı bu yazıyı İngilizce’ye çevirmesini rica ettik. O da bizi kırmayarak, yazısını İngilizce’ye çevirdi. Biz de okurlarımız için Kostas Limburis’in bu yazısını Türkçeleştirdik. Kendisine yürekten teşekkür ediyoruz. S.U.)

“Yunan cuntasının ve adadaki takipçilerinin Kıbrıs Hükümeti’ne karşı 1974’te düzenlediği darbenin ve bunu izleyen Türk işgalinin karanlık yıldönümü olan 50nci yıldönümünde organize edilen etkinlikler hakkında…

Bu etkinliklerin en belirgin hedefi, gerçek doğruları öğrenmek olmalıydı (bu, hatıraları korumanın gerekli bir önkoşuludur) ve bunlar üzerinde düşünmek olmalıydı…

 

“KENDİ HATALARIMIZI KABUL ETSEYDİK…”

Kendi hatalarımızın (yani Yunan cuntasının ve Kıbrıs’taki destekçilerinin örgütlediği darbenin) Türk işgaline yönelik katkı yaptığı kabul edilecek olursaydı, o zaman etkinlikler, böylesi hataların tekrarlanmaması ihtiyacına yönelik bir bilinçlendirmeyi hedeflemeliydi.

Bu, tarihimiz ve geleceğimizle ilgili olarak devletlere ve örgütlü toplumlara ağır bir borç yükü getiriyor. Ancak, korkarım ki Kıbrıs'ta da,  Yunanistan'da  da böyle bir şey başarılmadı.

 

“TOPLUMSAL HAFIZA SAPTIRILACAK ŞEKİLDE DÜZENLENEN ETKİNLİKLER…”

Bu sonuç, birilerinin ister bilinçli, ister bilinçsiz çabaları sonucu ortaya çıktı. Devlet, partiler ve özellikle kültürel kurumlar bu etkinlikleri, toplumsal hafızayı saptıracak şekilde düzenlediler.

Biz yalnızca kendimizi 1974 yenilgisinin kurbanları ve tarihi talihsizliğimizin ardından yas tutanlar olarak sunduk. Bu duygusal olarak yoğun etkinlikler aracılığıyla, olayların kurbanı olduğumuz mesajını ilettik.

 

“DARBE, OKULLARDA ANMA ETKİNLİKLERİNE DAHİL EDİLMEDİ…”

Devlet ve Kilise liderliğinden net bir yönlendirmenin olmaması tam bir kafa karışıklığına yol açtı. Eğitim, Spor ve Gençlik Bakanlığı adına, Yunan Cunta darbesine yapılan atıf, okulların “Kara Yıldönümü” olaylarıyla ilgili genelgesine dahil edilmedi. Bu nedenle, öğretmenler bu yaklaşımı neyin benimsenmesi gerektiğine dair bir gösterge olarak yorumladılar.

Eğitim Bakanı, bir yandan bir etkinlikte “acı bölünme”den bahsederken, diğer başka etkinliklerde ise darbeyi kınadı. Aslında, yıl sonuna doğru Bakanlık bir etkinlikte “Yunan cunta darbesinin ve Türk işgalinin trajik olaylarının üzerinden 50 yıl geçti” dedi.

Sonuçta, Cumhurbaşkanı'nın kendisi, Mağusa (Maraş) Belediyesi'nin işgal karşıtı bir etkinliğinde konuşurken, “çifte suçtan” ​​bahsetti.

 

“BAŞPİSKOBOS KURTULUŞ MÜCADELESİNDEN BAHSETTİ…”

Kıbrıs Başpiskoposu'nun tutumu ise tamamen farklıydı. Bilindiği üzere Başpiskobos, Kıbrıs halkının ve Yunanistan halkının tam desteği gibi temel rasyonel koşullar sağlanmazsa bunun nasıl gerçekleştirileceğini açıklamaksızın bir “kurtuluş mücadelesi”nden bahsediyor. Aynı zamanda uluslararası toplumun Kıbrıs sorununa ve çözümüne bakış açısını da görmezden geliyor gibi görünüyor.

Üniversitelerimiz bu trajediyle çok az veya hiç ilgilenmedi, daha geniş entelektüel-edebi alanda ise bazı kayda değer etkinlikler düzenlendi.

Parlak bir istisna, RİK’in (Kıbrıs Radyo Yayın Kurumu) anıların taşıyıcısı olarak kurumun tarihini ve dolayısıyla adayı onurlandırmaya karar vermesi ve böyle bir politika benimsemesi oldu.

 

“KOLLEKTİF HAFIZA ZAYIFLATILDI…”

Yukarıda belirtilenlerin tümü de kollektif hafızanın güçlendirilmesinden ziyade zayıflamasına neden oldu. Türk işgalinin 50. yıl dönümünü anan olaylar, geçmişe yönelik geleneksel yükümlülüklerimizle ilgili bir bölümmüş gibi sona erdi ve geleceğe yönelik bir rehberlik sunmadı. Bu nedenle, unutma ve tarihsel yönelim bozukluğu kaçınılmaz biçimde ölümcül olacaktır.

 

“YUNANİSTAN’DAKİ ETKİNLİKLER DAHA DA KÖTÜYDÜ…”

Trajik yıldönümünü Yunanistan’da anma etkinlikleri çok daha kötü oldu. Öncelikle Kıbrıs trajedisi hiçbir düzeyde ulusal bir “travma” olarak görülmedi. Aksine, konunun çevresindeki cehalet gerçekten korkutucudur. Trajik bir örnek, taraftarların tuttuğu bir pankartta “KIBRIS 1924-1974” yazan bir spor müsabakası sırasında meydana gelen olaydır. Okulda hiçbir şey öğretilmemişti, ebeveynleri tarafından öğrencilere hiçbir şey söylenmemişti ve medyada hiçbir şey okumamışlardı. Aynı zamanda Yunan toplumu, Kıbrıs'ın “Elenizmin ön saflarında” olduğunu iddia ediyor. Bu arada, hiçbir siyasi parti veya başka bir kamuya yönelik medyada bu ulusal olgudan hiç bahsetmedi!

 

“YUNAN ENTELLEKTÜELLER KONUYA YÜZEYSEL YAKLAŞTI…”

Yunan entelektüeller de Kıbrıs trajedisi konusuna çok yüzeysel bir şekilde yaklaştılar. Bazı yayınlar ve dergilerde ve internet sitelerinde bazı yazılar vardı. Ancak, kolektif hafızanın yaratıcı bir şekilde ifade edildiği alan olan edebiyat, Kıbrıs'ın travmasını “bir kenara itti”. Son elli yıldır, konu hakkında yazılmış bazı şiirler olmasına rağmen, düzyazıda - özellikle roman yazımında – bu konuya neredeyse hiç dokunulmadı.

 

“KIBRIS, YUNAN VATANDAŞLARIN ZİHNİNDE HALA UZAKTA…”

Bir asır önce gerçekleşen Küçük Asya Felaketi hakkında yazılmış ve hâlâ yazılmakta olan büyük eserleri göz önünde bulundurursak, Kıbrıs'ın Yunan vatandaşlarının zihninde gerçekten “uzakta” olduğu sonucuna varabiliriz. Yine de, Kıbrıs trajedisinin önemli sayıda yönü (örneğin, kayıp şahısların dramı ve savaş sırasında tecavüze uğrayan kadınların dramı) Yunan edebi yaratımında ele alınan konuların seyrek yelpazesinde benzersiz bir ilham kaynağı olabilirdi, ancak onların “başka konularla ilgilendikleri” anlaşılıyor.

Sonuçta genel olarak üzücü bir gerçek ortaya çıkıyor: Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da, eğitim, Kilise ve entellektüel kurumlar karışıklık içinde ve tarihsel olarak yönünü kaybetmiş bir görünüm sergiliyor, buna ek olarak Devlet de çeşitli çıkar oyunlarına doğru ilerliyor ve o zaman gelecek o kadar da parlak görünmüyor… Nedendir bu? Basit biçimde söyleyecek olursak, geçmişten asla ders çıkarmadığımız içindir bu sonuç!

oncelikli-sayfa-17-kostas-limburis.jpg

Kostas Limburis...

sayfanin-altina-sayfa-17-kostas-limburise-gore-1974u-anma-etkinliklerinde-buyuk-bir-karmasa-ve-kafa-karisikligi-vardi.jpg

Kostas Limburis'e göre, 1974'ü anma etkinliklerinde büyük bir karmaşa ve kafa karışıklığı vardı...


***  BASINDAN GÜNCEL…

“Soykırım ve duyarsızlaşma…”

Eytan İpeker/AVLAREMOZ

Bundan birkaç yıl önce İsrail’e “The Pageant” (Miss Holokost Survivor) belgeselini çekmeye gitmiştim. Çekim öncesi bir akşam Be’er Sheva’da yaşayan kuzenimi ziyaret ettiğimde bana yeni taşındıkları evi gezdirdi. Şık bir sitede oturuyorlardı ve üstü açık güzel bir havuzları vardı. Ancak kuzenim havuzun özelliklerini anlatırken benim dikkatim daha ziyade karanlıkta ışığı görülen, çok da uzakta olmayan bir askeri gözetleme kulesine gitmişti. Burası hep belgesellerde gördüğüm Batı Şeria-İsrail arasındaki kontrol noktalarından biriydi. “Kontrol noktasına bu kadar yakın olmakla ilgili ne hissediyorsunuz?” diye sorduğumda “aklımıza bile gelmiyor, günlük yaşamımıza bir etkisi yok” cevabını almıştım. Bu cevap üzerine sonra uzun süre düşündüğümü hatırlıyorum. İsrail’de doğup büyümüş olsam ve duvarın öteki tarafında yaşananlar günlük yaşamımda bu kadar görünmez olsa, ben de bu cevabı verir miydim? Duvarın öteki tarafında yaşananlar her neyse, İsrail’in askeri ve istihbarat gücü sayesinde ortalama vatandaş için (olabildiğince) görünmez hale geliyordu. Gazze için de durum farklı değildi.

7 Ekim saldırılarında yaşanan sivillere yönelik şiddetin tüyler ürperticiliği benim için biraz da buradan geliyordu: Tüm o kaos ve korkuya eşlik eden “bu işin buraya gelmesi kaçınılmazdı” hissi. Yıllardır biriken öfkenin ve acının bir gün tüm o teknolojik askeri savunma sistemlerini aşıp kendini en acımasız haliyle ortaya koyacağı bir an illa ki olacaktı. Çünkü güvenlik sadece askeri üstünlükle sağlanabilecek ve sürdürülebilecek bir şey değil. Yıllar içinde İsrail’de duvarlar örülüp demir kubbeler kurulması ortadaki güvenlik tehdidinin nasıl büyüdüğünü gösteriyordu.

Durumun vahameti 7 Ekim sabahı ortaya çıktı. İsrail’in cevabının sert olması kimseyi şaşırtmadı, ama askeri agresyonun dozunun nereye kadar artırılabileceği konusundaki tavrı tüm dünyayı şok etmişti. Kendini sivil halkın arasına kamufle etmiş olan Hamas’ın bu şekilde yok edilmesi mümkün müydü? Netanyahu yıllardır bastırılmış bir korku içinde yaşayan İsraillilere bunu vaat ediyordu. Ancak hükümet her ne kadar sivil ölümlerin önüne geçmeye çalıştığını iddia etse de kısa zamanda yaşanan vahşetin soykırım boyutuna ulaştığı iyice görünür hale geldi. Sivil toplum örgütleri (Uluslararası Af Örgütü, Human Rights Watch, Doctors without Borders, Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu), BM’e bağlı araştırma komisyonları, Holokost tarihçileri (Omar Bartov, Raz Regal, Barry Trachtenberg, Amos Goldberg, Daniel Blatman), sayısız uzman ve gözlemci bu konuda hemfikirdi. Uluslararası Adalet Divanı Gazze’de soykırım tehlikesi olduğunun altını çizerken, Uluslararası Ceza Mahkemesi başbakan Netanyahu’nun ve savunma bakanı Gallant’ın insanlığa karşı işledikleri suçlar sebebiyle tutuklanması emrini çıkardı. İsrail’in eleştirileri antisemitizm olarak savuşturmaya çalışması “antisemitizm” kavramının içini boşaltmaktan başka bir işe yaramıyordu. Kendi yaşadığım ülke olan Almanya’da bu konuda çok ciddi bir baskı ortamı oluştu: Aktivistler tutuklandı, İsrail’i eleştirenler antisemitizmle suçlandı, bu konuda ses çıkaran sanatçıların sergileri iptal edildi, akademisyenler üniversitedeki işlerinden oldu. Bu durum halen devam ediyor. Bense tüm bunların ortasında, sosyal medyadan İsrail’i eleştiren paylaşımlar yaparak sesimi duyurmaya çalışıyorum. Hedefim kendi cemaatimde benden farklı düşünen Yahudilere alternatif bir bakışı açısının olabileceğini duyurmak ve bunu normalleştirmek. İnsanların fikirleri kolay değişmese de çocukluğundan beri tanıdıkları, nasıl bir yerden geldiğini bildikleri birisinin düşünceleriyle karşılaşmak onları sarsabilir. Ulaşmaya çalıştığım kitlenin, paylaşımlarımı “antisemitizm” veya “İsrail düşmanlığı” diye geçiştirmesinin kolay olmayacağını düşünüyorum. En azından buna dair bir umudum var.

Sanırım burada kendimle ilgili bir parantez açmamda fayda var: Kendi kuşağımdaki birçok Yahudi genci gibi, gençlik dönemimde İsrail’e bakışım çok daha idealistti. Çocukluğumun bir bölümünü İsrail’de geçirmiş olmamın ve Türkiye’ye geldiğim dönemde İbranice’yi neredeyse anadilim gibi konuşuyor olmamın bunda etkisi büyüktü. Ayrıca Türkiye’de bir Yahudi genci olarak büyümek de bu konuda beni önemli ölçüde şekillendirdi: Bir yanda ailemden ve cemaatimden aldığım Ladino kültürü, diğer yanda ise okulda öğretilen kökeni Orta Asya’ya dayanan milliyetçi bir Türk tarih anlatısı vardı (lisede tarih öğretmenime “neden Türklerin tarihine odaklanmak yerine, Anadolu tarihini okumuyoruz?” diye sorduğumu hatırlıyorum). Annem o dönemlerde Şalom gazetesinde “Kökler” başlığıyla yazılar yazıyor, Türkiye Yahudilerinin soy adlarının İspanya ve Portekiz yer adlarına nasıl referans verdiğini araştırıyordu. Okuldaysa Yahudiliğin sadece bir din olduğunun altı çiziliyordu, ki benim ailem pek dindar sayılmazdı ve bu tanıma uymuyordu. Bunlara ek olarak devraldığım bir takım toplumsal travmalar vardı: Trakya Pogromu, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi tarihsel olayları arkadaşlarımdan çok daha önce öğrendiğim halde, kendi cemaatim dışında kimseyle paylaşamıyordum. Giderek küçülen, ayrımcılığa maruz kalan bir azınlık cemaatinde var olmaktan bunaldığım bir anda, İsrail’in varlığını düşünmek beni rahatlatıyordu. Bu temel üzerinden dünyayı çözmeye çalışan bir genç için siyonist perspektiften sunulmuş bir Yahudi tarihi anlatısı çok daha anlamlıydı. Aslında tek yaptığım bir milliyetçi anlatının yerine bir başkasını koymaktan ibaretti. Bunu fark etmem uzun zaman aldı.

Bugün  sosyal medyada İsrail’i eleştiren paylaşımlar yaparken, öncelikli olarak kendi cemaatime ve benimle birlikte bu cemaatte büyüyen, benzer deneyimlerden geçen insanlara seslenmeye çalışıyorum. Birkaç sosyal medya paylaşımından sonra kendimi uzun zamandır iletişimde olmadığım tanıdıklarımla politik tartışmaların içinde buldum. Birebir iletişimde karşımdakini daha iyi dinleyip kendimi daha iyi ifade etme fırsatım oluyordu. Karşımdakinin beni bildiği kalıplardan birine koymasındansa, niye İsrail’i eleştirdiğimi anlamasını ve duymasını istiyordum.

Bu tarz tartışmalar sırasında bilinçli olarak “soykırım” gibi diyaloğu anında bloke eden bir kavramlardan uzak durmaya çabalıyorum. Bu suçlama kendini “Yahudi Devleti” olarak tanımlayan İsrail’e karşı yapıldığında, ana referans kaçınılmaz olarak Nazi Soykırımı olduğundan, inanılmaz bir disonans ortaya çıkıyordu. Bunu aşmaya çalışmaktansa “savaş suçu”, “katliam”, “etnik temizlik” gibi karşımdakinin kabul etmek istemese de  en azından tartışmaya açık olacağı kavramları kullanmanın çok daha faydalı olduğu kanaatindeyim. “Soykırım” kavramının tartışmayı bloke ettiğinin tek farkında olan ben değilim tabii. İsrail’in savunan pek çok kişi daha ilk günden 7 Ekim saldırısını tarihsel bağlamından kopararak “2. Dünya Savaşından bu yana en çok Yahudi’nin öldürüldüğü olay” olarak tanımlamaya başladı. İma edilen, İsrail’i eleştirmenin yeni bir Holokost’u savunmakla eşdeğer olduğuydu. Buna paralel olarak Uluslararası Holokost Anma İttifakı (IHRA)’nın önerdiği güncel antisemitizm tanımı İsrail’e yapılan eleştirileri de içeriyordu. Bu tarz argümanlara katılmamakla ve yeri geldiğinde art niyetli bulmakla beraber, tartışma “soykırım” kavramı üzerinden yapıldığında konunun ne kadar içinden çıkılmaz hale gelebileceğini gösteriyor…

… Gazze’deki soykırımı konuşurken odaklanmamız gereken esas kavramın “duyarsızlaşma” olduğunu düşünüyorum. Bir örnekle ifade edeyim: 8 Haziranda 2024’te, İsrail Hamas’ın kaçırdığı 4 vatandaşını askeri bir operasyonla kurtarmayı başardı. Bunlardan özellikle Noa Argamani, 7 Ekim görüntülerindeki korku dolu bakışlarıyla yaşanan travmanın ve vahşetin sembolü haline gelmişti. Dolayısıyla görünürde büyük bir başarı söz konusuydu. Ancak bu operasyon sırasında 274 Filistinli öldürüldü, 698 kişi yaralandı. Bunlardan kaçı Hamas militanıydı? Kaçı kadın ve çocuktu? Kaçı sivildi? Hangisinin yüzünü, adını, yaşadığı vahşeti merak ettik? Ve bu rakamı bir yana koyarsak, esas soru: 4 esir vatandaşını kurtarmak için, İsrail’in kaç Filistinli sivili öldürmeyi göze almaya hakkı var?

Bazen ailem ben 6 yaşındayken Türkiye’ye geri dönme kararı almasa, yani bir İsrailli olarak büyümüş olsam, bu konuda neler hissedeceğimi merak ediyorum. Bütün kurumlarıyla Yahudi nüfusun çoğunluğunun ve önceliğinin kollandığı dev bir mekanizmanın içinde büyümek dünyaya bakışımı nasıl etkilerdi? Her devlet gibi İsrail de vatandaşlarını ideolojik olarak -ana okulundan başlayarak- pek çok kurum vasıtasıyla şekillendirmeye çabalıyor. Bunu yaparken de Nazi soykırımının toplumsal travmasını milliyetçi anlatının bir parçası haline getiriyor (Yıllar önce Eyal Sivan’ın “Slaves of Memory” belgeselini izlemek bu konuda benim için çok aydınlatıcı olmuştu). Ülke askeri ve ekonomik olarak ne kadar güçlü olursa olsun, güvenlik tehdidi sürekli tepenizde. Herkesin evinde sığınak odası var. Bu sistemin içine doğup ona dışarıdan bakmak, sorgulamak, Gazze’den roketler yağarken barış aktivisti veya anti-siyonist olmak o kadar da kolay değil. Çıkışın olmadığını hissettiği noktada kim önce kendi ailesini, arkadaşlarını, sevdiklerini kollamayı seçmez?...

Bu karamsarlık ve çaresizlik beraberinde duyarsızlaşmayı getiriyor. İsrail’deki ana akım medyada Gazze’de yaşanan vahşetin neredeyse hiç gösterilmediğini, gösterildiği zaman da sahadaki askerlerin gözünden aktarıldığını duyduğumda kulaklarıma inanamamıştım…

İsrailli eski barış müzakerecisi Daniel Levy’nin, 25 Şubat’ta 2025’te Birleşmiş Milletler konuşmasında dediği gibi: “Ariel ve Kfir Bibas’ı anmak için için bir dakikalık sessizlik istemek çok anlamlı. Ama eğer İsrail’in bombardımanı sırasında öldürülen 18.000 Filistinli çocuğun her bir için bunu yapmaya kalkarsak, bu sessizlik 300 saatten fazla sürer.” İsrail’i savunanlar sayıların abartıldığını, bu çocukların ölümünden Hamas’ın sorumlu olduğunu, İsrail’in yaptığı operasyonla Hamas’ın katliamının bir tutulamayacağını, her savaşta sivillerin öldüğünü savunacaktır. Televizyon programları ve internet böyle tartışmalarla dolu. Ancak benim için konu herşeyden önce bir duyarlılık meselesi. Etrafımdaki insanlara baktığımda “soykırım savunuculuğu”ndan ziyade bir çeşit körleşme görüyorum. Başkalarının acısını yok sayan, ölen siviller adına yas tutmayan, sadece kendi travmasını ve öfkesini duyanların körleşmesi.

(AVLAREMOZ – Eytan İPEKER – 10.4.2025)

Bu yazı toplam 628 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar