1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Su Testisi Su Yolunda ...
Su Testisi Su Yolunda ...

Su Testisi Su Yolunda ...

Su Testisi Su Yolunda ...

A+A-


Nazen Şansal
Hukukçu/ Baraka Aktivisti
nazen_sansal@yahoo.com

Türkiye'den ülkemize su getirilmesi, evgafın su meselesi misali uzun yıllardır gündemdeydi. Balonla mı tankerle mi derken, sonunda Akdeniz'in altından borular döşenerek Anadolu'nun suyu adamıza geldi. Suyun öte yanında inşa edilen barajlarla köylerin su altında kalması, insanların yerlerinden, yurtlarından, tarlalarından kovulması ve ekolojik dengenin bozulması pahasına "barış suyu" adamıza ulaştı ulaşmasına ancak suyun beri yanında da toplumsal barışa değil suyun özelleştirilmesine karşı toplumsal muhalefete vesile oldu.

Suyun çerçevesi, CTP'nin bahanesi

2010 yılında İrsen Küçük ile Cemil Çiçek arasında imzalanmış ve 2012 yılında Meclis'ten geçmişti bu husustaki ilk çerçeve anlaşması. Su küçüğün söz büyüğün deyişini doğrularcasına, bu anlaşmanın neredeyse her maddesi Kıbrıslı Türk halkının zararına, Türkiye hükümetinin ve sermayesinin çıkarınaydı. Vesayet şöyle dursun vilayetleştirmeye doğru bir adım olan bu anlaşmada, suyun özelleştirilmesinin sinyalleri veriliyordu. Bugün tartışılan su protokolünün temelini oluşturan bu metne göre, proje kapsamında deniz altında ve ülkemizde inşa edilen tüm tesislerin mülkiyetinin TC’ye ait olacağı, boru hattıyla ülkemize ticari amaçlarla arz edilecek suyun, Geçitköy Barajı’na kadar TC’nin mülkiyetinde olacağı ve Türkiye'nin, topraklarımızı ve boru hattını kullanarak üçüncü ülkelere su satabileceği kabul edilmişti (Madde 2). Ayrıca suyun satış bedelinin, yatırım, finansman, işletme ve yenileme maliyetlerini karşılayan makul bir kâr oranı ile belirleneceği (Madde 3) ve proje için ithal edilen malzemelerden ve yapılan işlemlerden vergi alınmayacağı da bu anlaşma ile karara bağlanmıştı (Madde 4). O tarihte hükümette olan UBP, doğası gereği anlaşmayı savunurken, muhalefette olan CTP ise Meclis Komitesi'nde onay verdiği bu anlaşmaya, daha sonra sadece kürsü muhalefeti yapmakla yetinmişti. Mülkiyetle ilgili maddelerin Anayasa'nın Devletin Mülkiyet Hakkı başlıklı 159'uncu maddesine aykırı olduğunu dile getiren CTP, hükümete gelince, mülkiyet, alım garantisi ve suyun yönetimi konularında çok daha teslimiyetçi bir protokolü imzalamakta beis görmedi. Aradan geçen yıllarda, özellikle çevre ve kültür alanındaki toplumsal muhalefetin, "işiniz boru" diyerek projenin ekolojik, kültürel ve siyasi boyutlarına dikkat çekmesi, TC Orman ve Su İşleri Bakanı'nın göbek bağı benzetmesine sokakta tepki göstermesi, kürsü muhabbeti yapanlarca ilgiyle karşılanmadı. 

Köprünün altından çok sular geçti ve günün sonunda, ekolojik tahribatın yanı sıra taşeron firmaların parasını alamaması sebebiyle iş bırakma eylemlerine de sahne olan su temin projesi tamamlanıp borulardan su akmaya başlayınca yeni bir protokol ile karşı karşıya kaldık. Hükümetin, tüm halkı ilgilendiren böylesi bir konuda ısrarla şeffaflıktan kaçındığı, CTP'nin hükümet sorumluluğunu bir yana bırakarak parti içi tartışmalarla bilgi kirliliği yarattığı, basına sızan metinler üzerinden tüm su kaynaklarımızın yönetiminin özel bir şirkete devredileceğinin belli olduğu ve kırktan fazla örgütün suyun özelleştirilmesine karşı çıkarak oluşturduğu Su Platformu'nun "imzalama" çağrısı yaptığı bir ortamda Başbakan, "Bir Damla Onur" pankartlarının arasından uçup gitti, protokolü imzaladı.

Protokolde su yüzüne çıkanlar

Herkesin kendine göre yorumladığı bu protokolün su götürmeyen tarafı, suyun ticari bir meta olarak görülmesi ve özelleştirilecek olması. Bu özeleştirmenin aynı zamanda tekelleşme de olacağı protokolden anlaşılmakta. Madde 7'de temin edilen sudan, içme ve kullanma suyu olarak tahsis edilen kısmın tüm ülkede tek işletmeci tarafından işletileceği yazarken, madde 8'de işletmecinin, işletme süresi boyunca imtiyaz sahibi olacağı ve herhangi bir özel sektör ve/veya kamu kurum ve kuruluşuna su işletmeciliği yapma izni ve hakkı verilmeyeceği belirtiliyor. Yerel su kaynakları ile ilgili farklı açıklamalar yapıladursun, protokolün kapsamını belirleyen 2'nci maddede yer alan "İşbu Anlaşma, temin edilen su ile gerektiğinde yerel suların yönetimine dair her türlü iş ve işlemleri kapsar." ifadesi, yalnızca Türkiye'den gelen sudan bahsedemeyeceğimizin ilk kanıtı. Protokolün devamında "İşletmeci: İçme ve kullanma suyu, atık su, yağmur suyu ve zirai sulama suyu tesislerinin işletme hakkının ihaleyle devredileceği gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi" olarak tanımlanırken, bu cümlede geçen "tesisler", Güzelyalı Terfi Merkezi, Geçitköy Barajı, Geçitköy Terfi Merkezi ve Çamlıbel İçme suyu Arıtma Tesisi ile bunlar arasındaki iletim hatlarını, ayrıca içme ve sulama suyuna ilişkin ana isale hatlarını, su şebekelerini, terfi merkezlerini, su haznelerini, diğer içme suyu arıtma tesislerini, atık su ve yağmur suyu şebeke ve toplayıcıları ile atık su arıtma tesislerini ifade ediyor (Madde 4). Kısacası su ile ilgili tahayyül edebileceğiniz her şey, yağmur suyu da dahil olmak üzere, bu anlaşmaya tabi oluyor.

Bunun yanı sıra protokolde, iki devlet arasındaki normal bir anlaşmada yer almaması gereken, bir devletin tamamen iç işleyişi ile ilgili hükümler de yer alıyor: İçme-kullanma veya zirai sulama amacıyla yerel su kullanımına ilişkin yeni izinler/ruhsatlar verilmeyeceği, hükümetin izinsiz/ruhsatsız su kullanımlarını önlemek için gerekli tedbirleri alacağı ve izinli/ruhsatlı su kullanımlarının da sayaçlandırılarak bedelinin, belirlenen tarifeye göre idare tarafından tahsil edileceği kurala bağlanıyor (Madde 8). Bir özel şirketi zengin ederek satın aldığımız suyu nerede kullanacağımıza bile karar vermeye hakkımız olmuyor. Madde 7'ye göre, temin edilen su ile sulanacak zirai alanlar, tarafların ortak kararıyla belirleniyor. Dolayısıyla zaten bilinçli olarak üretimden koparılan ülkemiz, tarım ve gıda politikalarında, daha da bağımlı hale geliyor.

Alım garantisi denen, hem ekolojik hem de ekonomik akıllara durgunluk veren maddede ise ne miktarda suyun hangi fiyattan alınmasının garanti edildiği belli olmamakla birlikte, belediyelere sisteme girip girmemekte serbestlik tanınıyor. Öyle bir serbestlik ki sisteme katılan belediyelerin toplam tüketimi, alım garantisinden az ise aradaki farkı Maliye Bakanlığı ödüyor ve işletmeci de T.C’ye garanti dahil miktarın bedelinden daha az olmayacak şekilde ödeme yapıyor (madde 12). Böylelikle şirket ve T.C. her halükarda memnun edilirken, sisteme girmeyen Belediyelerin halk nazarında günah keçisi ilan edilmesinin yolu açılıyor. Keza alım garantisi, dünyada kıt bir kaynak olan suyun tasarruflu kullanılmasına değil, zaten paranın ödenecek olması sebebiyle bonkörce harcanmasına sebep olacak.

Bir insan hakkı olup olmadığı tartışılan* ancak bir insan ihtiyacı, dolayısıyla da kamusal bir hizmet olduğu genel kabul gören suyun fiyatının, kamusal olarak belirlenmesi gerekirken, protokolde, fiyatın belirlenmesi ihale sürecine bırakılıyor (madde 10). İhaleye katılan özel şirketlerin gayesi, doğası gereği kâr maksimizasyonu olacağına göre, böylesi bir fiyatlandırma halkın, kamunun değil özel şirketin menfaatine olacaktır. Bunun yanı sıra, sosyal devletin son kalan kırıntılarından biri olarak uygulanmakta olan yoksullardan su parası alınmaması hususu protokolde yer bulmamış. Şirketin ve T.C'nin lehine olan sair konularda iç işleyişe müdahale eden protokolde, yoksulların fatura muafiyetinden hiç bahsedilmiyor, hükümet edenler de bunu şart koşma gereği duymuyor. 

Özel şirketin yüzü suyu hürmetine verilen vergi ve çalışma izni muafiyetleri, halkın gayrimenkullerinin ivedilikle kamulaştırılması, kamuya ait malların şirkete tahsis edilmesi ve şirketin bir sözü ile enerji tesisi kurması için sorgusuz sualsiz izin verilecek olması (madde 13), bu protokolü, iki devlet arasında imzalan bir anlaşmadan ziyade, adeta bir sömürge yönetimi fermanına dönüştürmekte. 

Tüm bu maddelerin, 2010'da imzalanan ve 2012'de yürürlüğe girdiği için bugün bağlayıcı olan ilk çerçeve anlaşmasından kaynaklandığı ve hükümetin, protokolü imzalamaktan başka seçeneği olmadığı, yanıltıcı bir iddiadır. Çünkü söz konusu çerçeve anlaşmasına dayanarak, devletten devlete satış yöntemiyle, makul bir fiyata su satın alınabilir ve tamamen kamusal bir şekilde, kendi kurumlarımızca yönetilebilirdi. Çerçeve anlaşmasına karşı muhalefeti, kürsü muhabbetiyle sınırlı kalan CTP, kendinden beklendiği şekilde, hükümete gelince su koyverdi.

Köküne kibrit suyu

Yakında Meclis'e sunulması beklenen su protokolü hakkında, Parlamento'nun onaylamama ve yürürlüğe koymama hak ve yetkisi bulunmakta. Anayasal yeminleri esnasında halkın refahı ve mutluluğu için çalışacağına and içen vekiller, yeminlerine sadık kalmak istiyorlarsa, suyun özelleştirilmesinin hiçbir ülkede gerek fiyat gerek hizmet gerekse su ekolojisi bakımından toplumun menfaatine olmadığını, tamamen özel şirketlere hizmet ettiğini, bu nedenle suyun yeniden kamusallaştırılması ve belediyeleştirilmesi süreçlerine girildiğini hatırlamalıdır. (Bu konuda detaylı bilgi için bkz. ankaradegillefkosa.org çeviri yazılar, Suyun Özelleştirilmesine Karşı İsyan Etmek ve Kazanmak, Tom Lawson) Aksi halde, suyun özelleştirilmesi deneyimlerinin gösterdiği gibi, en temel yaşam hakkından mahrum kalan halkın, günü gelince "hepinizin köküne kibrit suyu" demesi olasıdır.   

* Günümüzde insan hakları tartışmasına eklenen yeni bir boyut su hakkı konusudur. Su, insan yaşamının sürmesi için zorunlu unsurlardan biridir. Bu nedenle öncelikle yaşam hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Su hakkının ayrı bir insan hakkı olarak kabul edilme çabaları ise yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Su hakkının uluslararası düzeyde bir insan hakkı olarak ortaya konulması 2002’de BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi tarafından yayınlanan Genel Yorum 15 ile olmuştur. Komite Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Konusundaki Uluslararası Anlaşma’da belirtilen elverişli yaşam standardının su hakkını zımnen içerdiğini vurgulamıştır. Genel Yorum 15’te herkesin kişisel ve evsel kullanım için yeterli, güvenli, fiziki olarak ulaşılabilir ve bedeli ödenebilir suya erişim hakkı olduğu ifade edilmiştir.

Bu haber toplam 2316 defa okunmuştur
Gaile 361. Sayısı

Gaile 361. Sayısı