1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bir Kuzey Kıbrıs Miti: Ayşen Dağlı’ın Masalı “Herşey Olacağa Varır Ülkesi”
Bir Kuzey Kıbrıs Miti: Ayşen Dağlı’ın Masalı “Herşey Olacağa Varır Ülkesi”

Bir Kuzey Kıbrıs Miti: Ayşen Dağlı’ın Masalı “Herşey Olacağa Varır Ülkesi”

Bir Kuzey Kıbrıs Miti: Ayşen Dağlı’ın Masalı “Herşey Olacağa Varır Ülkesi”

A+A-


Selma Caner
selmadvaita@gmail.com

‘Kendinden önce
Ne varmış, ne yokmuş
Ne biliyormuş, ne de
Merak ediyormuş
Kendinden sonra
Ne olacakmış, ne bitecekmiş
Ne düşünüyormuş ne de
Düşünmek istiyormuş’

İsviçre’li psikanalist Carl Gustav Jung’a göre, masallar tesadüf değildir. Özellikle de bir topluma mal olmuş, dilden dile aktarılmış, tarihin sonsuz değişim döngüsü içinde kimliğini ufak tefek farklı yorumlamalara rağmen özünde muhafaza edebilmiş olan masallar, o toplumun içinde uykuya yatmış olan bilinçaltı motiflerini günışığına çıkarabilecek güçlü mitolojik öğelerle bezelidir. Başka bir deyişle, masallarımız bize bizi anlatır. Bizde saklı kalmış, derinliğimizde gömülmüş olanları; ve yüzleşmeye cesaret edebildiğimiz oranda bilincimize geri dönenleri. Bu anlamda, uyuyan bilincin uyanma yolundaki serüvenini anlatır masal, ve bu yönüyle sık sık dile getirildiği gibi ‘masallar esasında büyükler içindir,’ çocuklarınsa yalnızca geleceği için, çünkü onlar henüz uykuya dalmamıştır.

Ayşen Dağlı’nın 1995 yılında yayınlanan masal kitabı “Herşey Olacağa Varır Ülkesi” de Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan toplumun kolektif bilincine ışık tutan bir serüven olarak ele alınmaya son derece açık görünüyor. Çünkü biz ‘herşey olacağa varırcı’ insanı çok iyi tanıyoruz. Çoğu zaman evde, annemizde, babamızda, nenemizde, komşuda, öğretmende, işçide, işverende, memurda, milletvekilinde karşımıza çıkıyor bu insan, yani hep başka insanların suretinde. Bu noktada Jung’un şu sözünü hatırlamak gerek: “Başkalarında bizi rahatsız eden her şey, bizi kendimizi anlamaya götürür”. Bu anlayışla yorumlamaya giriştiğim “Herşey Olacağa Varır Ülkesi” yer yer yoruma gerek kalmadan apaçık ayna işlevi görse de, bazı kısımlarda söze karışıp anlamı deşmek gerekiyor.

***

Masalın önsözü de masalsı bir nitelik taşıyor Ayşen Dağlı’nın kitabında, ve her masalda olduğu gibi önce ‘zamansızlık’ öğesi veriliyor:
“Zamanlardan bir zamanmış. Belki geçmiş, belki gelmiş, belki de gelecekmiş”
Çoğu masalda bu öğe birincil koşul olarak verilir. Çünkü zamansızlık içsel alemin, bir nevi rüyanın, maddeyle sınırlanan dünyadan en keskin farkını ortaya koyar. Bu alemde zaman yoktur, veya varsa bile, kesinlikle çizgisel değildir. Böylelikle, daha ilk cümleden, hikayedeki karakterlerin bizim alışık olduğumuz türden doğa yasalarına tabi olmadığını, sonsuz olasılıklarla dolu bir evrenle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bu evrende her şey her an doğru seçimlerle mümkün kılınabilir.
Önsözün devamında, ‘uyuyan bilinç’in’ ilk göze çarpan niteliği çıkıyor karşımıza:
“İnsanlar öyle rahat, öyle ferah, öyle sorunlardan uzakmış ki; zavallı insanlar, canlarının ne kadar sıkıldığının farkında değillermiş.”
Ve uykunun nedeni:
“Herşey Olacağa Varır Ülkesi’nin insanlarında çok ilginç bir hastalık varmış… Meraksızlık olarak insanları ele geçiren bu hastalık, öldürücü değilse de, yaşamın bütün tadını, tuzunu, heyecanını, coşkusunu alıp götürüyormuş.”
Bir de masalda kilit niteliği taşıyan ‘kahraman bilinç’ öğesi var ki buna da henüz önsözde, çocuklara seslenirken, açıkça işaret ediliyor:
“Biri açar dünyaya gözlerini tıpkı sizin gözleriniz gibi; birinin sesi öyle keskin, öyle inatçıdır ki tıpkı sizin sesiniz gibi; limon sıkar, tuz eker, önce annelerin babaların uykularının içine, sonra tüm büyüklerin. Sonra başlatır soruları…”
Kahraman bilincin çocuklara benzetilerek verilmesi yabancısı olduğumuz bir motif değil. Dünyanın her yerinde, büyük değişimler, uyanışlar, ve devrimler, çocuk ruhuyla ortaya çıkan bir kuşağın ‘karşı-kültür’üyle mümkün olagelmiştir. 68 kuşağındaki gençliğe ‘çiçek çocuklar’ denmesinin nedeni de bununla ilişkili gibi görünür. Taşa yazılmış gibi duran, eskimiş, çürümüş, artık çağa uyduramayacak hale gelmiş ‘kültür’ü sorgulayıp değiştirmek ancak çocukların sahip olduğu türden bir güçle mümkündür. Ama bunu henüz çocukken yapabilmek mümkün değildir, çünkü bu aşamada bilinç özgür değildir, ya da özgürlüğünün farkında değildir. Daha da önemlisi, bu aşamada özgürlük bilinçli bir seçimle yaratılmamıştır. İşte bu yüzden büyüdükten ve ‘kültür’e bir duvar gibi tosladıktan sonra yeniden ‘çiçek’ açan ‘çocuklar’a ihtiyaç vardır. Bu hareket, öncelikle ‘aile’yi karşısına alacağından, önce annelerin babaların uykularının içine limon sıkması da doğal bir süreçtir. (Kuzey) Kıbrıs’ta bugün doğum sancıları çeken ‘karşı-kültür’ün bu ilk engele takılıp kalması ülkede ‘Herşey Olacağa Varır’cıların karşısında ‘Herşey Olabileceğe Vardırılır’cıların çoğalmasını geciktirip durmaktadır. Bu konuya, masalın bütünüyle tekrar irdelemek üzere geri döneceğiz. Şimdi Dağlı’nın bu öğeleri verdikten sonra nasıl bir yol izlediğine bakalım.

***

Bütün bu temel öğelere girişte değindikten sonra yazar, başka hiçbir sesin araya karışmadığı masalın doğal akışına geçiyor. Burada artık “Herşey Olacağa Varır Ülkesi”ni daha yakından tanımaya başlıyoruz. Zamanların birinde ‘çok şanslı’, ‘çok zengin’, ‘çok bereketli’ bir ülkeymiş burası. Herşeyin insanların elinin altında olduğu, kimsenin zorluk, yokluk nedir bilmediği bir ülke. Sonra, günlerden bir gün bir yangın çıkar:
“Evler, ormanlar yanmış; hayvanlar ölmüş. Neredeyse ülkenin yarısı yok olup gitmiş de, insanlar olacağı vardı oldu, herşey olacağa varır diyerek öylece izlemişler.”
Burada, ülkenin tanık olduğu ilk büyük felaketle karşılaşıyoruz: bir yangın. Daha önce hiçbir zorluğa göğüs germek zorunda kalmamış insanlar yangını önleyebilmek adına hiçbir girişimde bulunmuyor, veya belki karşı koyacak güçten yoksun oldukları için öylece bekliyorlar. Bu şekilde beklerken bir gün yağmurlar ve sel geliyor, yangın sönüyor, ve ülke ‘tamamen yok olmaktan kurtuluyor’. Fazla söze gerek kalmadan, bu felaketin Kıbrıs’ın tarihindeki ilk büyük iç savaşla nasıl özdeşleşebildiği kolaylıkla görülebilir. 1963 olaylarıyla kontrolden çıkan ‘yangın’, ve –yine bir doğal felaket olmasına karşın- adanın tamamını yok olmaktan kurtaran ‘sel’: 1974 Harekatı.
“Zamanla herşey eskiye dönmüş… ne zaman işler yolundan çıkacak gibi olsa, insanlar hemen o büyük yangını, ardından gelen selleri anarlar, telaşsız endişesiz olacağı beklemeye devam ederlermiş.”
Masalın bu bölümü bize ülkenin bir yarısında yaşamaya devam eden toplumun, kolektif bilincin, artık daha da ‘herşey olacağa varırcı’ olmaya başladığına dair ipuçları veriyor. Yangının ardından gelen sel, ülkenin insanlarının yüreğine su serpiyor, ve ülkenin başına gelebilecek her felakette yardıma yetişebilecek olan ‘sel’ umudu güçleniyor. Başka bir deyişle, yangın olayı unutuluyor, yangından önceki kolektif tutumun ülkeye getirdiği tahribat unutuluyor, ‘ülkenin yarısı’ gözden çıkarılıp unutuluyor, yardıma yetişen ‘sel’in ikinci bir felaket olma niteliği unutuluyor; ve bütün bu unutuş yerini daha da derinleşen bir uykuya, umursamazlığa bırakıyor. Derken…
“Günler böyle gelip geçerken, bir gün ülkenin yarısı uyur, yarısı yarı uyur yarı uyanık yatırken, bir yabancı çıkagelmiş.”
Bu noktada masala daha önce hiç sözü edilmemiş yeni bir öğe daha katılıyor. Bir dönüşüm hikayesi anlatan her masalda, dönüşümün gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan, insana benzemeyen, ‘korku’yla ilintili bir unsur bulunur; bir şeytan, yaratık, ejderha, cadı veya bu masalda olduğu gibi ‘insan mı hayvan mı belli olmayan, beli iki büklüm, sıska, çelimsiz, kıl-kemik yükü’ bir yabancı. Bu yabancıyla çocuklardan başka kimse ilgilenmez. Ülkenin büyükleri onun kim olduğunu ve nereden geldiğini merak etmezken, çocuklar bu yabancıyı ilgiyle takibe alır. Zaman geçtikçe bu yaratık büyür ve güçlenir. Ülkenin insanları her zamanki gibi yaşayıp giderken, o her gün bir yerden bir yere gider, bütün gün bir şeyler çakar, keser, kazar, uğraşıp durur. Ve sonunda “ülkenin en verimli, en güzel, en yüksek yerine görkemli bir saray” yapar.
Burada ırkçı bir söyleme girişmeyeceğim. Sözü edilen yabancının bu ülkeye çatışma sürecinde veya 74 sonrası gelmiş olan göçmenlerle etten kemikten bir bağı yoktur. Yabancının tasviri bize yalnızca halkın kolektif bilinçaltında yatan, henüz farkına varılmayan ve yüzleşilmeyen korkuların, travmaların ilk belirsiz ortaya çıkışını gösterir. Bu ‘yabancı’ bir nevi halkın kendisidir, ya da başka bir deyişle halkın ‘öteki-ben’idir. Psikolojik bir yaklaşımla ele alındığında, her kutup gibi “Herşey olacağa varır’cılık da kendi zıttını yaratmıştır, ve bu kutup özetle şöyle der: ‘Herşey benim elimdedir’.
Başlangıçta, yüzeye henüz çıktığından (ülkeye henüz geldiğinden) zayıf ve güçsüz bir formda olan bu ‘öteki-ben’ zaman geçtikçe güçlenir ve ülkenin en değerli yerini ele geçirip bir Saray inşa eder.
“Kuleleri gökyüzünü delecek gibi bulutlara doğru uzanan sarayın etrafını kesme taştan ördüğü surlarla çevirmiş; surların dört yanına dört koca kapı yapmış; Dört koca kapıya dört asma kilit takmış. Yabancı hergün sabah erkenden kaleden elinde boş bir torbayla çıkıyor, dağlara doğru yürüyor, akşam olurken de torbasını zorla sürükleyerek geri dönüyormuş.”
Yine de, sarayına rağmen, yabancı henüz krallığını ilan etmemiştir, ve halk hiçbir tehlike sezinlemeksizin yabancının varlığıyla ilgisiz yaşamaya devam eder. Asıl tehlike çanı yabancı kendini saraya kapattıktan sonra çalmaya başlar:
“…Ağaçlar, hayvanlar azalmaya, toprak zayıflayıp sertleşmeye başlamış. İnsanlar isteyince yatıp, isteyince kalkamaz olmuşlar. Hiçbirşey herkese yetecek kadar bol değilmiş artık. Bu yüzden insanlar arasında, sessiz bir yarış başlamış. Erken davranan kapıyor, geç kalan bakıyormuş… Bu kapıştan, bu yarıştan, aç kalmaktan, açık kalmaktan usananlar birer birer kalenin kapılarını çalmaya başlamışlar.”
Kaleye gidenlerin hiçbiri geri dönmez. Her şeyde olduğu gibi onların akıbetini de kimse bilmez ve merak etmez. Burada biraz durup, yabancıyla ilgili biraz daha geniş bir tarife yer vermek gerek. ‘Öteki-Ben’ olduğundan bahsettiğimiz bu yabancı görüldüğü gibi yüzeyde çok meraklı, çok iştahlı, ve gerektiğinden fazla çalışan bir kişilik portresi sunar bize. Açgözlülüğü ve maddeye olan düşkünlüğü, halkın hiç çalışmadan elde ettiği bolluğu silip süpürene kadar, önemsiz bir uğraş gibi görünür. Ne var ki, halk aç ve açıkta kaldığında, tehlike açığa çıkar ve insanlar çaresizce kaleye sığınmaya gider. İşler bu noktaya vardığı halde, ‘Herşey Olacağa Varır Ülkesi’nin halkı hala olanları sorgulamamakta, yabancının varlığını kendileri dışında gelişmekte olan –olacağına varmış, varmakta olan- bir ilinti gibi görmeye devam etmektedirler. Paralel bir anlatımla, hiçbir Kıbrıslı, açgözlülüğü ve maddi ölçüsüzlüğü kendine mal etmemekte, ona ‘bir yabancı’dan gelen tarihsel bir talihsizlik gözüyle bakmaktadır. Para, eşya, araba, ev bir ‘yabancı’ dolaylılığıyla olacağına varmıştır, ve kıtlığın sorumlusu da gene bu ‘yabancı’dır, yapacak bir şey yoktur.

***

Masalın devamında yazar bizi, yabancının ilk ziyareti sırasında çocuk olanların büyüyüp diğerleri gibi uykuya daldığı, ve yeni meraklı çocukların ortaya çıktığı ileriki bir zamana götürüyor. Bu yeni çocuklar Kıbrıs’ta savaşı hiç yaşamamış olanların kuşağı, yani 74 sonrası kuşağıdır. Bu çocuklar da daha öncekiler gibi sarayı ve sarayla ilgili her şeyi merak etmeye başlarlar, ama büyüklerine soru sordukları zaman ya vurdumduymazlıkla ya da yasaklarla karşılaşırlar. Ve hatta, fazla ileri gittikleri zaman ‘ihtiyar Akıl’la korkutulurlar:
“Anlatılanlara göre ihtiyar Akıl çok yaramaz bir çocukmuş, laf anlamaz, söz dinlemez, yasak tanımazmış. Her olacağın önüne çıkmak istermiş… Gökler onu lanetlemiş… Bu lanetlenmiş Akıl bir gün üç arkadaşını da yanına alarak olacağın önüne geçmek için bir yola çıkmış. Akıl geri dönmüş, arkadaşlarıysa yer yarılmış içine girmiş sanki… O olaydan sonra Akıl’ı asmak istemişler, kesmek istemişler; ama lanetli olduğu için kimseler cesaret edememiş. Onu ülkeden kovmuşlar… Dediklerine göre bir zamanlar gürül gürül akan, ülkeye hayat veren Başpınar’ın suyu o, dağlara gittikten sonra kurumuş.”
Çocuklarının, travmayı birebir yaşamamış olmaktan aldıkları cesaretle özgür düşünceye ve sorgulamaya giriştiklerini gören aileler, onlara geçmişte bu tür bir şeye girişmiş olanların başına neler geldiğini, gelebileceğini anlatarak engel olmak isterler. İhtiyar Akıl’ın yolundan gidenler iş bulamayacaklar, devlette işlerini göremeyecekler, anlaşılmayacaklar, yardımsız ve yalnız kalacaklardır. Böylece ihtiyar Akıl’ın sürgün hikayesi ailelerin elinde güçlü bir koz, çocukların uykularında onları geleceğe hazırlayan korku dolu bir kabus olarak yerini alır.

Masalın bundan sonraki kısmı ‘kahraman bilinc’in mücadelesini anlatmaya koyulur. Çünkü bazı çocuklar sürgün hikayesiyle yılmayacak, korku ve merağı harmanlamaya girişerek sarayı ve saraydaki yabancıyı ne pahasına olursa olsun araştırmaya, anlamaya çalışacaklardır. Bu amaçla yola çıkan dört çocuk, sarayın dört kapısına işaret eden isimleriyle, Doğukan, Batıkan, Kuzeycan ve Güneycan, günlerden bir gün yüksek bir ağacın tepesine çıkarak sarayı gözlemeye başlarlar. Yabancının her gün bir elinde boş bir torba diğer elinde zincirle, ve peşinde korkunç görünümlü bir bekçiyle birlikte kale kapısından çıktığına, bekçinin boynuna anahtarları asıp uzaklaştığına, ve akşam olunca da geri dönüp bekçinin sırtına dolu torbayı yükleyerek kaleye girdiğine şahit olurlar.

Bütün bunlar yaşanırken, masal bize ilk astrolojik motifi sunar; her günün bir önceki günden kötü olduğu, yoksulluğun hızla arttığı günlerde, dolunay geceleri, sarayın bahçesinden keskin dayanılmaz bir koku ve kapkara dumanlar yükselmeye başlamıştır. Her dolunay gecesi, “Herşey Olacağa Varır Ülkesi”nin büyükleri için ızdıraptır artık. Çocuklarsa hiçbir şeyden etkilenmez.

“Ay gökte her tostoparlak, yusyuvarlak yükseldiğinde aynı şeyler tekrarlanıyormuş. Ülkenin büyükleri acılarla kıvrım kıvrım geçirdikleri gecenin ardından yattıkları uzun bir uykuyla bir sonraki aya kadar unutuşa sığınıyor olacağı beklemeye devam ediyorlarmış.”
Mitos dilinde, saklı gerçekleri açıklığa çıkaran, ve insanı gerçek duygularıyla yüzleşmeye zorlayan ayın dolunay evresi, insanların artık sarayı görmezden gelemeyeceği, yabancıyı yok sayamayacağı bir evreye ulaşıldığını anlatır; dayanılmaz bir koku ve duman vardır artık. Halk, hala herşeyin olacağına varmasını beklediği halde, artık bu bekleyişin içindeki dingin maske düşmüş, yerini sürekli bir kaygı, acı ve unutuşa bırakmıştır. Çünkü yabancı (öteki-ben) artık bütün ülkeyi (uyuyan-ben’i) ele geçirmeye, saf dışı bırakmaya çok yaklaşmıştır. Tam da bu dönemde, büyüklerin duyduğu acıyı duymayan, ama ters giden bir şeyler olduğunu sezen dört çocuk plan yapmaya başlar.

“Bir dahaki sefere, ülkenin uykuya daldığı efendi yaratığın kaleden uzaklaştığı gün, ne yapıp yapmalı, kaleye girmeyi, efendinin ve sarayın sırrını çözmeyi başarmalıyız.”
Kaleye girmeyi sırayla önce Doğukan, sonra Kuzeycan, ve en son Güneycan başarır. Ama her üçü de sarayın görkemi ve ışıltısı içinde ne yöne gideceğini şaşırır ve sonunda midelerinin sesini dinleyerek yemek kokularının yükseldiği kırk kazan dolu odaya girerler. Kazandaki yemekten üçü de tadar ve üzerlerine çöken ağırlıkla oldukları yere yığılırlar. Arkadaşlarının neden dönmediğini merak eden Batıkan, saraya en son girer ve arkadaşları yerine yemekhaneden şaşkınlıkla çıkan bir sıpayla, bir yavru köpekle, ve küçük bir kuşla karşılaşır. (Zor görevin daha ilk aşamasında aklın dışındaki bütün diğer insani yetiler güçten düşüp hayvan imgeleriyle gösterilen ilkel hallerine bürünmüştür). Batıkan her yöne bakar ama arkadaşlarını bulamaz, giderek umutsuzluğa kapılır, üç arkadaşıyla yola çıkıp onları kaybeden ihtiyar Akıl’ın hikayesini hatırlar, onun gibi lanetlenmiş olabileceğini düşünür… Derken nereden geldiğini bilmediği bir ses duyar:

“Çıkılan yoldan dönülmez
Dönülürse; geçilen yollar bulunmaz
Bulunursa; giden akıl dönen aklı beğenmez
Beğenirse; yüreğin pınarı ses vermez

Dönmek korkmaktır
Korkmak kaybolmaktır
Korkma, dönme, yürü
Pınarın sesiyle Akıla yürü”

Batıkan bu sesten aldığı cesaretle yabancının her gün dağlara doğru izlediği yolu takip etmeye karar verir, ve peşine takılan üç yavru hayvanla yola çıkar. Uzun yollar yürüdükten sonra yorulup mola verirler ve dördü birden uykuya dalar.
Masalın bundan sonraki kısmında sembolik öğeler giderek artacağından, ilerlemeden önce buraya kadarki bölüme tekrar göz atmakta fayda var. Jung’cu çözümleme metoduyla yola çıkarak, bütün karakterleri tek bir bilincin öğeleri olarak düşünürsek, ‘uyuyan bilinç’ sonunda ‘öteki-ben’in varlığından ötürü doğrudan acı hissetmekte, artık onun varlığını yadsıyamamaktadır. Artık onun yolundan yürümekten, onu daha yakından tanımaya çalışmaktan başka bir yol yoktur. Onun geçtiği yollardan geçmeli, bu zamana kadar yabancı gibi hissedilen ne varsa, açgözlülük, ölçüsüzlük, kıyımcılılık, bencillik, ve güç istenci bilincin bir parçası olarak algılanmalıdır. Bu yolla doğrudan deneyimlenmeyen yabancı, bilinci onu kontrol edebilme gücünden yoksun bırakmaya devam edecektir. İşte tam bu noktada kahraman bilinç (dört çocuk) harekete geçer. ‘Uyuyan bilinç’ artık sahne gerisindedir ve yerini ‘yabancı’ ile ‘kahraman bilinc’in yüzleşme sürecine bırakmıştır. Jung’cu terminolojide bu süreç ‘gölge-benlik’ ve ‘ışık-benlik’ arasındaki uzlaşma gereksinimini anlatır; ışık gölge’yi bir parçası olarak benimsemedikçe, gölge kontrolden çıkıp ışık üzerinde hakimiyet kurmaya başlayacaktır; başka bir deyişle ‘keskin dayanılmaz bir koku’ya ve ‘kapkara dumanlar’a yol açacaktır.
Yaşanan savaşların açık seçik belli ettiği ‘gölge benlik’, geçmişiyle yüzleşmeye dayanamayan Kıbrıs halkı için de yıllar süren bir kayboluştur. Yine Jung’cu bakış açısıyla ele alınırsa, savaş süresince açığa çıkan yıkıcı insan, ancak başkalarının suretinde görünmeye başlar. Öncelikle ‘Rum’ kesimi ve çok geçmeden 74 sonrası adaya gelen insanların suretinde. Öldüren, çalan, çırpan, acımasız ve vahşi olan hep bu insandır. Çünkü bilincin bütün çabası, çatışmalar sırasında kendinde duyumsamaya başladığı karanlık yönü, korku ve güvensizlikten doğan yıkıcı benliği, kendinden olabildiğince uzağa sürmektir. Ne var ki bu ‘alt benlik’ ne kadar uzaklaştırılmaya, yok sayılmaya çalışılırsa, o kadar yakınlaşacak, o kadar üstün gelecektir.


(...devam edecek)

Bu haber toplam 4689 defa okunmuştur
Gaile 329. Sayısı

Gaile 329. Sayısı