1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Bir “kayıp” cenazesinden öteki “kayıp” cenazesine giderken…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Bir “kayıp” cenazesinden öteki “kayıp” cenazesine giderken…

A+A-

 

sevg-032.jpg

 

Bir cenazeden öteki cenazeye gidiyorum, tümü de “kayıp şahıslar”ın cenazeleri, “kayıp” Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ın…

Tümü de ya 1963-64’te, ya da 1974’te “kayıp” edilmiş…

Katıldığım en son cenaze, “kayıtsız kayıp” Hüseyin Ruso’nun cenaze töreni oldu… Küçük Kaymaklı Camisi’nde toplanıyoruz, cenaze namazı ardından tabutun arkasından Küçük Kaymaklı’da onu vurulup öldürüldüğü ve naaşının “kayıp” edildiği noktaya defnetmek üzere yürüyoruz… Bir “kayıp” yakınıyla birlikte tabutun arkasından yürüyoruz, elele tutuştuk, Sevgi Alibaba konuşuyor, ben dinliyorum… Elele yürüyoruz…

Onunla aynı yaştayız: Ben de, o da, 1958 doğumluyuz… İkimiz de 60 yaşındayız…

Sevgi Alibaba’nın babası “kayıp” edildiğinde, henüz beş yaşındaydı – daha altı yaşına gelmemişti… Tarih: 3 Şubat 1964’tü…

Küçük Sevgi hastacık olduydu, ona ilaç almak üzere motorcuğuyla Küçük Kaymaklı’dan kaçıp sığınmış oldukları Hamit Mandrez’den Lefkoşa’ya gidiyordu, bir eczacı bulmaya, ilaç satın alıp küçük kızına içirmeye…

Bundan önce küçük oğlu Hamit’i kaybetmişti – Hamit Hilmi, henüz dört yaşındaydı ve dizanteri olmuştu ama doktorlar onun ağır bir grip geçirdiğini zannetmişti – Kızılay Hastanesi’nde ölen ilk Kıbrıslıtürk çocuk, küçük Hamit olacaktı… Babası Hilmi Hamit, onu kendi elleriyle Tekke Bahçesi’ne defnedecekti ve mezar taşına da “Kızılay çocuk H. H.” yazacaktı… Yani “Kızılay’da ölen çocuk, Hamit Hilmi burada yatıyor” manasında…

Küçük Sevgi’ye ilaçlarını hiç ulaştıramadı Hilmi Hamit çünkü Hamit Mandrez ile Lefkoşa arasında, Kaymaklı’nın “baypas” yolunda giderken, bazı Kıbrıslırumlar tarafından durdurulup motorundan indirilecek, alınıp götürülecekti…

Anlatılanlara göre mavi bir Austin ya da Morris arabanın arka koltuğunda Kızılbaş yönüne bazı Kıbrıslırumlar tarafından götürülürken görülmüş en son…

Daha sonra İngiliz askerleri, onun motorcuğunu yol kenarında bulmuşlar… Ailesini arayıp bulmuşlar, bunu söylemişler…

Küçük Kaymaklılı “kayıplar”ın gömü yerlerinin bulunması için Asbaşkan Ali Zeybekoğlu önderliğinde, yanında Sevgi Alibaba, Küçük Kaymaklılı “kayıp” ailelerinin oluşturduğu Küçük Kaymaklı Eğitim, Kültür ve Dayanışma Derneği olarak çok çaba harcamışlardı – Küçük Kaymaklılı “kayıplar”ın bir bölümü Tekke Bahçesi’nde gömülü olarak bulundu… Her bir “kayıp” cenazesinde işte böylece buluşuyoruz Sevgi Alibaba ve Ali Zeybekoğlu’yla ve onlar Küçük Kaymaklılı tüm diğer “kayıplar”ın bulunması için de uğraş vermeyi sürdürüyorlar…

Düşünün ki Sevgi Alibaba, babası “kayıp” edildiği zaman henüz altı yaşında bir çocuktu… 55 yıldır “kayıp” babasının nerede gömülü olduğunun bulunmasını bekliyor, bu travmayla, bu acıyla yaşıyor… Küçük bir çocukken ve babası henüz yeni “kayıp” edilmişken, annesi onu elinden tutmuş ve küçük kızıyla birlikte intihar etmeye kalkışmış… Bir kuyuya atlayıp ölmek istemiş… Sevgi Alibaba’nın ablası durumu fark etmiş, amcalarına haber vermiş, amcaları koşup onu ölmekten alıkoymuşlar… Ama o günden sonra ne bir ruj, ne bir ayna – pejmürde yaşamış kadın, hep sevgili eşinin dönüşünü beklemiş…

Elele yürüyoruz cenazenin ardından, Hüseyin Ruso’nun tabutunun ardından…

Şu çok önemli ve ilginçtir: Hiç kimsecikler hala bize bırakılmış pisliği temizlemeye çalıştığımızı, yarım yüzyıllık bir korkunç mirasın yükünü hala omuzlarımızda taşıdığımızı fark etmiyor… Fark ediyorsa da herhangi bir tepki göstermiyor… Her iki toplumdan “kayıp” yakınları bu korkunç travmalarla boğuşuyor – her şeylerini yitirmişler, en önemlisi biricik sevdiklerini  - yeri doldurulamayan sevdiklerini ve çektikleri ızdırap hep yanlarına kalıyor…

Bu yükü vicdanlarımızda taşıyoruz, kalplerimizde taşıyoruz, ruhlarımızda taşıyoruz…

Bunu taşıyarak geçmişi yaşıyoruz ve de geçmişte yaşıyoruz çünkü henüz geçmişi temizleyemedik…

Bu adada hem içeriden, hem de dışarıdan bazı “güçler” vardır ki bunlar bizleri tam da olduğumuz yerde tutmak istiyorlar – yani geçmişte… Birlikte geleceğe doğru hareket etmemizi istemiyorlar.

Çoktan göçüp gitmiş olan insanlar için yaşıyoruz hayatımızı, hatıralarla yaşıyoruz, acımıza ağlıyoruz ve bu topraklarda tek kurbanların biz olduğumuzu sanıyoruz – tarihin dipfrizinde donup kaldık, hayatlarımız felç oldu ve bu adada tüm canlılar için bir geleceğin düşünü bile kuramıyoruz…

“Ana akım”dan “büyük politikaların” akışına karşılık bizim çabalarımız elbette yetersiz kalıyor – onlar yeniden yakınlaşmayı, bu adada karşılıklı anlayış için bir altyapı kurulması gerektiğini, bu adada ihtiyacımız olan şeyin cepheleşme değil, işbirliği olduğunu tümüyle görmezden geliyorlar…

Çoğunlukla üzgünüm ve canım sıkılıyor çünkü sanki de bir yarış gibi bu ve açıkça ortada olanı biz Kıbrıslılar olarak görmezden geldiğimiz için kaybediyoruz: Çok net düşünebilen, çok açık fikirli, temiz, taze fikirlere sahip insanlara ihtiyacımız var. Kristaller kadar berrak düşünebilen beyinlere ihtiyacımız var ve bunların bu topraklarda görünür olmasına, gerçek tabloyu yansıtmalarına ihtiyacımız var… Oysa şu anda “oylara” ya da “çıkarlara” dayalı güvenli propaganda mekanizmalarına dayanan figürler ortada fink atıyor, her iki tarafta da… Bunlar bir bütün olarak adamızın çıkarlarını değil, kendi kişisel çıkarlarını, ailelerinin çıkarlarını, köylerinin veya komşularının çıkarlarını kolluyorlar… Toplumlarımızın çıkarlarına zerre önem vermiyorlar…

Geçtiğimiz günlerde Lefkoşa Kıbrıslırum Belediyesi tarafından bir Noel ağacı dekore ediliyor ve bazı “kayıp” yakınları da “kayıplar”ın resimlerini bu ağaca asmaya davet ediliyor, onlar da gidiyorlar…

Bu bir “Kıbrıslırum aktivitesi” oluyor ve orada bulunanlardan hiçbiri de sembolik dahi olsa bir tek Kıbrıslıtürk “kayıp” şahsın resmini, o ağaca asmayı düşünmüyor bile…

Belki de buna gösterilecek “tepki”den korkuyorlar ya da “dengeleri” sarsmaktan korkuyorlar… Ama benim asıl kuşkulandığım şey, bunun akıllarının ucundan bile geçmiyor olması… Birlikte düşünmeye alıştırılmadık, yalnızca “kendi” toplumumuzu düşünüyoruz – toplumlarımızın çokkültürlülüğü düşünce yapımıza girmiyor ve sadece alıştırıldığımız şekilde düşünmeye ve hareket etmeye devam ediyoruz…

Bu da çok daha güvenli ve çok daha kolay… Bizi tehlikeye atmıyor… Bize hiçbir şey kaybettirmiyor… Bu adadaki “statüko”, “en mükemmel sığınak”tır. “Statüko” devam ediyor ancak olduğu yerde de kalmıyor çünkü hiçbir şey aynı kalmıyor – giderek karmaşıklaşıyor, iç ve dış koşullar bu “statüko”yu etkiliyor ve statüko yarım asırdır devam eden propagandayla, mitlerle, kalıp yargılarla, yalanlarla, birbiri üstüne binen ve korkunç yalan dağları oluşturan şeylerle kemikleşiyor, güçleniyor – tüm bu illüzyonları yaratan “güçler” her şeyin “olduğu gibi kalmasını” istiyor ve mücadelemiz, “kötülük”le, “iyilik” arasındaki sonsuz mücadelenin bir yansıması oluyor…

Cenazelerde ya da “kayıplar”la ilgili etkinliklerde insanlar gelip beni buluyor, bana konuşuyorlar… Sorular soruyorlar… Onlarca yıldır bekleyişten yorgun düşmüş vaziyette, kendi “kayıp” sevdiklerinin gömü yerinin neden hala bulunamadığını soruyorlar… Bazı “kayıp” yakınları son 45 yıldır, bazıları 56 yıldır bekliyor… “Kayıplar” bulunamıyor  çünkü insanlarımız  “mış gibi yaparak” hiçbir şey  yapmamayı tercih ediyor. Statükoyu koruyorlar. Kendi “güvenli” sığınaklarına sığınıp, koskoca bir adanın tüm bir geleceği için umutları çöpe atıyorlar.

İnsanlar konuşmuyor, sessiz kalıyor… Bazıları konuşuyor ama sözcükleri boğuk çıkıyor… Bazı sözcükleri yakalıyoruz ve bunları herkesin görebileceği şekilde ortaya koyuyoruz ancak genelde bu sözcükler, sağır kulaklar tarafından duyulmuyor…

Birkaç soru sorup yanıtları hakkında düşünebiliriz:

***  Kimler bizim geçmişe çakılıp kalmamızı istiyor?

***  Kimler statükonun devamını istiyor?

***  Her şeyin olduğu gibi kalmasından kimlerin çıkarı vardır?

Üyesi olduğum sosyal medya gruplarından en dramatik olanlardan birisi de Maraşlılar’ın grubudur.

Bu grupta bazılarının her şeyin olduğu gibi kalmasını istediğini, başka insanların da onları mantıklı düşünmeye ve Maraş için daha iyi bir şeyler yapmaya ikna etmeye çalıştıklarını görüyorum…

Kimi zaman bu grupta avaz avaz bağırmak istiyorum:

“Beeeee arkadaşlar, bilirsiniz? Sizi geçmişe hapis biçimde tutmak istiyorlar! Sizlerin sonsuza dek kaybettiğiniz Maraş için ağlayıp sızlamanızı istiyorlar! Sizlerin harekete geçmenizi veya başka herhangi bir yere gitmenizi istemiyorlar! Sizleri tam da olduğunuz yerde tutmaya, göçmenler olarak tutmaya çalışıyorlar ki böylece Maraş’a dönme umutlarınızla oynayabilsinler, şunu veya bunu suçlayabilsinler ama her halukarda sizleri bu oyunda kullanmak üzere rehin tutmaya devam etsinler! Beeee arkadaşlar! Etrafınıza bakın ve görün ki sizi sonsuza kadar Hayalet Maraş rüyalarınız içinde dipfrizde tutmak istiyorlar!”

Kıbrıslıtürk toplumunda farklı bir durum mu vardır? Elbette yoktur… Dedikleri gibi “Una Fatsa una Ratsa…” – farklı biçimlerde aynı bildik hikaye bunlar, statükoyu koruma hikayeleri…

Sonuçta bu bölünmüşlükten ve “geçmişin dipfrizinde kilitlenmiş olmaktan” yalnızca biz sade insanlar zarar görüyor…

Sevgi Alibaba gibi babasını, evini, hayallerini yitiren, anneciğinin ızdıraplarına tanık olanlar kaybetti hep…

Maraş’tan veya Lisi’den veya Baf’tan göçmen insanlar kaybetti… Veya Leymosun’dan…

İnsanlar evlerini, sevdiklerini kaybetti, sonsuz bir acı ve ızdıraba kilitlendiler…

Bu acılar “Kıbrıslıtürk acısı” ya da “Kıbrıslırum acısı” değildir – bu bizim ortak acımızdır çünkü son yarım yüzyılda bu topraklarda yaşanmış olanlardan hepimiz de kaybettik. Evlatlerımızı, babalarımızı, analarımızı, kızkardeşlerimizi, erkek kardeşlerimizi kaybettik. Topraklarımızı, evlerimizi, fotoğraflarımızı kaybettik… Herşeyimizi kaybettik, evlerimizden kaçıp çadırlarda, ahırlarda, bir gecede eve dönüştürülen garajlarda yaşamak zorunda bırakıldık… Daha iyi bir ülke için umutlarımızı kaybettik. Ve işte bizi tam da burada tutmak istiyorlar…

Meğer ki aklımızı kullanalım ve “Tüm bunlardan kim çıkar sağlıyor?” sorusuna yanıt bulalım… Bunu sorgulayalım…

Tüm bunlardan çıkar sağlayanlar, kesinlikle sade Kıbrıslıtürkler ya da Kıbrıslırumlar değildir…

Öyleyse hepimizin kaybettiğini ve geleceğimizi kazanmanın tek yolunun ancak bir araya gelerek, birlikte düşünerek, birlikte hareket ederek, geçmişte kalmadan, yalnızca kendi acımıza ağlamadan birlikte çareler üreterek ilerlememizden bizi alıkoyan nedir?

Bir cenazeden ötekine gidiyorum… Okurlarımın gömü yerlerinin bulunmasına yardım ettiği Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum “kayıp şahıslar”ın defnedilmesine yardım ediyorum. Birer kürek toprak atıyorum mezarlarına, aileleriyle acılarını paylaşıyorum…

İnanın bana, tüm mezarlar tıpkısının aynısıdır: İster Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum mezarı olsun, birbuçuk metre derinliği, en fazla 90 santim genişliği olan birer çukurdur bu mezarlar…

Yeryüzünden ayrılırken işte bize verilen tek toprak bu kadarcıktır, üstelik giderken yanımızda bir şey de götüremiyoruz…

Bu mezarların içine bakıyorum ve tüm bunlardaki ahmaklığı ve tuhaflığı görüyorum – aynı zamanda bu topraklarda hayatın ne kadar kırılgan olduğunu da görüyorum. Herhangi bir anda, bazı “güçler”in parmaklarını şıklatmasıyla birlikte, herhangi bir konu kontrolden çıkarılabilir – bunlar bu topraklarda istedikleri “provokasyonları” istedikleri anda tezgahlayabilirler – meğer ki artık düşünmeye, beynimizi kullanmaya, son yarım yüzyılda bu topraklarda olup bitenleri sorgulamaya başlayalım ve bu tür “provokasyonlara” artık gelmeyelim…

Yalnızca kendi acımıza ağlamak yerine, akıllanalım ve düşünelim… Olup bitenleri kavramaya çalışalım… Aynı tuzaklara tıpış tıpış düşmeyelim… Çünkü olan evlatlarımıza, genç kuşaklara olacak…

 

 

 

Bu yazı toplam 2330 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar