Yolunu Kaybetmişler Ülkesi
Bir gün geriye dönüp çocukluğumuza bakabilseydik, Kıbrıs’ın bir zamanlar daha güzel bir ülke olduğunu fark ederdik.
1980’lerden söz ediyorum…
Çok daha samimi, çok daha güvenli bir hayattı…
Kimse kimseye yabancı değildi.
Her sınıf bir mahalle gibiydi; çocuklar yalnızca birbirini değil, birbirlerinin annesini babasını da tanırdı.
Özel okul neredeyse yoktu…
Yollar sessizdi…
Araç sayısı azdı, gürültü yoktu.
Toprak vardı, üstünde koşacak.
Çocuk sesleri doldururdu sokakları; bugünkü gibi araç, inşaat, kamyon, buldozer sesi değil…
Geceleri sokakta yalnız yürümek korkutucu değildi…
Tanıdık dükkanlar, bildik esnaflar…
Eve giren tamirci ya arkadaşının babasıydı ya da babanın arkadaşı…
Bu nasıl bir ayrıcalıktı, şimdi şimdi anlıyoruz kıymetini.
★★★
Peki, ne zaman bozuldu?
Sanırım kimselerin tanımadığı bir “Cumhuriyet” ilanıyla…
O dönem adaya kimlik kartıyla girişler serbest bırakıldı.
Savaş sonrası adaya taşınan nüfusla belli bir uyum yakalanmışken, bu kez yepyeni bir dalga geldi.
Üstelik bu kez, daha da kontrolsüz.
Şimdilerde ipin ucu iyice kaçtı…
Üstelik “ayrı devlet” ilanı öncesinde uluslararası temaslar mümkündü.
Sporda, kültürde, ticarette…
(Ahaliyi en önce ganimet bozdu diyenler 75’e sarar tarihi; haksız değiller…)
★★★
Bir başka kırılma Annan Planı’ydı…
Adadaki çoğunluğun “hayır” kararı başlı başına bir kırılmaydı zaten…
O süreçte yine kontrolsüzlük başladı.
Yapılaşma, nüfus, rant, talan…
Hep şunu sorarım kendime:
“Evet” çıksaydı, sonuç ne olurdu?
Adanın iki yanında hâlâ köpüren kör milliyetçilik, Türkiye’nin müdahaleci ve mutlak kontrolcü siyaseti, barış ve birlikte yaşama kültürü tam filizlenmeden doğacak o yeni devletin ömrü olur muydu?
Zor soru!
★★★
Bir başka kırılma da özel üniversitelerin hoyratça çoğalmasıdır.
Kriter yok, kalite yok, nitelik yok…
Emek yok emek…
İyilikten çok zararı dokundu bu toplum yapısına.
Üretim tesislerinin, fabrikaların, atölyelerin birer birer kapatılması ve kamunun tam bir rant alanına, ayrıca toplumun sırtında kambura dönüşmesi elbette diğer kırılma noktasıdır.
Doğrusu kamudaki statükonun korunmasında, siyasilerle sendikaların hem karşı karşıya hem kol kola uzlaşısı, toplumu değil zümreleri parlattı.
Ve zamanla – iyice – artan bencillik, arsızlık, iradesizlik…
Bu düzen, kendi zenginini, kendi konfor alanını, kendi fırsatçılarını yarattı.
Ama bu “köşe dönme”de ne alın teri vardı ne üretim…
Yalnızca fırsat kollamak, yakınlık, torpil, yandaşlık…
★★★
Adaletsizlik, vasatlık, liyakatsizlik…
Artık yazgımız oldu sanki.
Kendine ayrıcalık, başkalarına adalet isteyenlerle doldu taştı çevremiz…
Her defasında dönüp bakıyorum:
Bu çürümenin kökeninde yalan düzen var.
Bir türlü kökleşmeyen, kendi ayakları üzerinde duramayan, uzaktan kumanda yönetilen bir yapı… En temelde de dünyaya uzak, içine kapalı, uluslararası denetim, rekabet ve standartlardan yoksunluğumuz…
Pencereler kapalı oldukça, gökyüzü dolmuyor içimize…
★★★
Bugün en koyu milliyetçiler dâhil, kimsenin gerçekten bir “devletin” varlığına inandığını sanmıyorum.
O yüzden belki de Kıbrıslı Türkler, son 80 yılda 9 farklı yönetim biçimi denedi. Ama en kalıcı kazanımı, en ciddi siyasi eşitliği ve uluslararası kabulü, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde elde etti.
★★★
Yine de hep o dizelerle dönerim kendime:
Oruç Aruoba der ki:
Kendi yönünü bulamayan kişi için,
‘yol’ yoktur – bir sürüklenmedir bütün yürümesi…
Kendi yolunu bulamayan,
bütün yolları boşuna yürür.
Kendi yolunu bulanlar buldu belki… Ama çoğunluk, sürükleniyor hâlâ. Üstelik birbirine güvensiz, inançsız, yabancı bir kalabalık olarak…
★★★
Şimdi yine seçim var ya…
Sadece bir örnek:
Kendilerine “sağduyu mutabakatı” diyenler, kumarhane serbestliği istiyorlar!
Hangi görüşte olursanız olun, sırf bunun için bile, uzak durulur bu insanlardan…
Uzak…
Hepimizden…
Hele de evlatlarımızdan…