“Türkiye Cumhuriyeti, Kayıp Şahıslar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi’ne 126 bin Euro değerinde ekskavatör ve araç taşıyıcısı bağışladı….”
Kıbrıs'taki Kayıp Şahıslar Komitesi (KŞK) Kıbrıslıtürk Üye Ofisi’nin, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yapılan bağışlar ile 126 bin 500 Euro değerinde ekskavatör ve araç taşıyıcısı satın aldığı bildirildi. Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi’nden yapılan açıklamada, devamla şöyle denildi:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin 2006’dan günümüze Kayıplar Komitesi’ne sağladığı mali yardımın toplamı 1 milyon 454 bin 225 Euro’dur. Bu bağışlar, Komite'nin kayıp şahısların kalıntılarının tespit edilmesi ve ailelerine iade edilmesi amacına katkıda bulunulmakta; uzun yıllardır aileleri etkileyen belirsizliğin sona erdirilmesini hedeflemektedir.
KŞK, 1981 yılında Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum liderler tarafından, Birleşmiş Milletler himayesinde gerçekleştirilen bir anlaşma ile kurulmuştur. Avrupa Birliği tarafından finanse edilen Kıbrıs’taki Kayıp Şahıslar Komitesi Projesi, 2006 yılında aktif olarak işlev kazanmış ve kayıp şahısların gömülü oldukları yerden çıkarılması, kimliklendirilmesi ve ailelerine iade edilmesine yönelik misyonlar üstlenmektedir.
Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum kayıplardan, şu ana kadar toplam 1,054 kişi kimliklendirilmiş ve usulüne uygun bir cenaze töreni düzenlenerek ailelerine teslim edilmiştir.
Kayıp Şahıslar Komitesi, iki toplumlu yürütülen bu projeyi sürdürebilmek için bağışçı desteklerine ihtiyaç duymaktadır.”


*** BASINDAN GÜNCEL…
“Japonya'da bir otel, İsrailli turistlerden savaş suçu işlemediklerine dair taahhüt istedi…”
Japonya'nın Kyoto kentinde bir otel, rezervasyon yapmak isteyen İsrailli müşterilerden savaş suçu işlemediklerine dair taahhütname imzalamalarını istedi.
İsrail'in Yedioth Ahronoth gazetesinin haberine göre, Kyoto kentindeki bir otel İsrailli müşterinin "kadın ve çocuklara saldırı, esirleri öldürme ve işkence dahil olmak üzere hiçbir zaman savaş suçu işlemediğine" ilişkin formu imzalamadan rezervasyon yapmasını kabul etmedi.
Haberde, İsrail ordusunda sıhhiyeci olarak görev yapan İsrailli turistin pasaportunu göstermesinin ardından taahhütnameyi getiren otel görevlisinin turiste imza atmadan otelde kalamayacağını söylediği aktarıldı.
İsrailli turistin başlangıçta formu imzalamayı kabul etmediği, otel görevlisinin İsrailli ve Rusyalı turistler için bu prosedürün zorunlu olduğunu belirtmesi üzerine imzaladığı kaydedildi.
Formda, "Uluslararası ve insancıl hukuku ihlal eden hiçbir savaş suçuna karışmadım; sivillere (çocuklar, kadınlar vb.) saldırı, teslim olan veya savaş esiri olarak alınanların öldürülmesi veya kötü muamele, işkence veya insanlık dışı muamele, cinsel şiddet, zorla yerinden etme veya yağma, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Roma Statüsü'nün 8. Maddesi kapsamına giren diğer eylemler dahil ancak bunlarla sınırlı olmamak üzere hiçbir zaman savaş suçu işlemedim." ifadelerinin yer aldığı belirtildi.
İsrail'in Tokyo Büyükelçisi Gilad Cohen İsraillilere yönelik karşı ayrımcılık iddiasıyla Kyoto Valiliğine tepki gösterirken otel müdürü, konuya ilişkin uygulamanın yerinde olduğunu belirterek "Bizim için savaş uzak bir şey ve kadınları ve çocukları öldüren ve okulları bombalayan insanlarla hiç karşılaşmadık." ifadesini kullandı.
Otel sahibi ise puanlama uygulamalarından oteline 1 puan veren bir İsrailliye "Soykırımı ve apartheidi durdurun, uluslararası hukuka uyun. Özgür Filistin." diye cevap verdi.
Haziran 2024'te Japonya'nın Kyoto kentindeki başka bir otelde benzer bir olay yaşanmıştı.
UCM, Netanyahu ve Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarmıştı
UCM, Gazze'de işlenen savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında tutuklama emri çıkarmıştı.
Mahkeme, ayrıca İsrail'in UCM'nin yargı yetkisine ilişkin itirazlarını reddederek, Filistin topraklarında işlenen suçlar üzerinde yargı yetkisinin bulunduğuna hükmetmişti.
UCM'nin kararlarının ardından İsrail askerlerinin Gazze'deki savaş suçlarından ötürü haklarında tutuklama kararı çıkarılması endişesiyle gittikleri çeşitli ülkelerden ayrılmak zorunda kaldığı bildirilmişti.
(BİANET.ORG – 28.4.2025)
*** BASINDAN GÜNCEL…
“Barış, şefkat ile şifa olmak, biriktirmeden yaşamak, kalpten kalbe yol açmaktır…”
Hatice Betül ÇELEBİ/BİANET
Ocak 2025’de Amerika’da gerçekleştirilen saldırı sonrası saldırıyı planlayan, Matthew Livelsberger’in geride bıraktığı sözler çok konuşulmadı. Kendisi de yaşadığı coğrafyanın uzaklarında, birçok emparyal savaşa katılmış Livelsberger; "Amerikalılar sadece gösterilere ve şiddete dikkat ediyor. Anlatmak istediğimi havai fişek ve patlayıcılarla bir gösteriden daha iyi nasıl anlatabilirim? Ben bunu neden kişisel olarak şimdi yaptım? Zihnimi, kaybettiğim kardeşlerimden arındırmam ve aldığım hayatların yükünden kurtulmam gerekiyordu."
Şüphesiz, ölümlerin kalbe verdiği ağırlığın acısını, başka ölümlere yol açan bir yöntemle anlatmaya çalışmak, kendi içinde bir paradoks olmakla birlikte, cümlenin içindeki bir ifade, hali hazırda farklı coğrafyalarda sürdürülen yayılmacı savaşların da kesintisiz devam ettirildiği dünya konjonktüründe, savaş üzerine derin bir tefekkürü gerektiriyor.
"Aldığım hayatların yükünden kurtulmak…" Aslında bu cümle, savaş dediğimiz gerçekliğin, salt fiziksel olarak binaların, yolların, okulların, hastanelerin, barajların ve tüm yaşam alanlarının yıkımının değil, ağacın, kuşun, kelebeğin, böceğin ölümüyle ekolojik bir felaketin değil, topyekün bir parçalanmanın ve ölümün yaşandığının, en çaresiz, en çarpıcı ifadesidir. Zira savaşlarda herkes ölür... Ölen fiziki ölümü yaşayarak toprağa düşer, öldüren de aldığı hayatların yükünü kaldıramayarak, ruhen ölür ve kalbindeki karanlığın derinliklerine gömülür. İnsanlık tarihi boyunca, savaşların başlangıç tarihleri bellidir ve fakat bitiş tarihleri hiçbir zaman tasarlanamamıştır, çünkü savaşlardaki son, öngörülemez bir kötülüğün iradesindedir ve istisnasız taraflarca taşınamayacak boyutta bir yorgunluğun bitiş hikayesidir.
Peki bunca kötülük, bunca acı ve gözyaşı, insanlığın sayısız kere tecrübe ettiği savaşlar ve onun tarihsel hafızası bilindiği halde, nasıl başlar? Nasıl olur da süregelir?
NEFRET, ÖLÜ BİRŞEYDİR…
“Nefret ölü birşeydir. Hangimiz mezar olmak ister ki?’’ der, Halil Cibran. İnsanlık tarihi boyunca, hiçbir savaş yoktur ki silahların sesinden önce, kolektifin zihnindeki seslerden başlamasın. Hiçbir savaş yoktur ki kötücül bir tohum olarak nefretin, kendini üstün gören o militarist ve ırkçı hezeyanların bağrından fışkırmasın. Hiçbir savaş yoktur ki ölü olan nefretin, toplum dediğimiz varlığımızı, ölümün kol gezdiği, yürüyen bir açık hava mezarlığına dönüştürmesin.
İnsanlık tarihinde, iktidar zihniyetinin pek çok farklı form ve biçimde tezahür ettiği, son kertede şekil değiştirerek günümüze taşınan haliyle, kapitalist modernite, tek dilli, tek inançlı, tek kimlikli, tek renkli, ırkçı, cinsiyetçi, sağlamcı, türcü ve homofobik karakteriyle ve en kaba, en açgözlü, en faydacı, en karcı, en yıkıcı iktidar hegemonyasıyla bitirilmeyen, daimi bir savaş halinin, bizzat kendisidir. Zira kapitalist modernitenin, gri kumaşının, tekillik ipliğiyle diktiği ve topluma giydirmek istediği, bir örnek kıyafeti, toplumsal çeşitliliğin, renkliliğin ve zenginliğin üzerine olmayacak kadar dardır. Yapaydır…
MODERNİTENİN LANETLİ ELBİSESİ…
Modernitenin bu lanetli elbisesi, düşünsel, duygusal, zihinsel ve eylemsel olarak bireyi toplumdan ayıran, her bir parçayı yalnızlaştıran, köklerinden ve hafızadan koparan ve toplumu kontrol edilebilir, manüple edilebilir, yığınlara dönüştürebilen, bir sihri açığa çıkarmakta pek mahirdir. Ve nitekim bu sihrin gücü, savaşların ön hazırlayıcısı olan şiddet toplumunun inşasıyla, kendisinden olmayanın yaşadığı adaletsizliklere yönelik açığa çıkan kolektif sessizlik, toplumlar için felaketlerin de habercisidir.
Hal böyleyken savaşlarda ilk yalnızlaştırma, ilk imha, ilk suç, tecrübelerle sabittir ki her zaman, hegemonik zincirin ilk zayıf halkası olarak görülen engelliler üzerinden başlatılmıştır. Böyle iklimler, bireysel sefaletlerinin gerçek nedenleriyle yüzleşemeyen, anlamayan, çözüm arayışlarına girmeyen şuursuz yığınlara, birilerinden üstün olma hakkını da meşru kılmıştır. İnsanlık tarihine en koyu karanlık olarak çöken savaş günlerinde, Darwinci düşünce, iyiliği güçle ve kötülüğü de zayıflıkla eşitleyerek, 1939'lu yıllar Almanya’sında, sistematik olarak uygulanan, engellilere yönelik öjenik şiddet pratikleri, cinayetlerin meydanlardan önce zihinlerde başlatıldığını kanıtlayan, en acımasız faillerlerdendir.
ÖNCE BEDEN ÜSTÜNDEN YAPILAN PLANLAMA…
Gücün bir tapınağa dönüştüğü, iktidar zihniyetinin hakim kılındığı tüm ideolojilerde, ilk istilalar şüphe yok ki öncelikle beden üzerinden planlanmaktadır. Engellilere yönelik büyük kapatılma, kısırlaştırma, etik dışı tıbbi deneyler, ülkesine katacağı en onurlu eylemin, yaşamına son vermesi yönündeki, aileye veya engelli bireyin kendisine yönelik telkinlerle, yöneltilen duygusal şiddet, yapılan tüm bu kötücül uygulamalar, kahreden bir sessizlikle dönemin Almanya’sında görmezden gelinmiştir.
“Önce Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü ben Yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü ben sendikacı değildim. Sonra komünistler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü ben komünist değildim. Sonra benim için geldiler ve artık ses çıkartacak kimse kalmamıştı’’ diyerek o günleri günümüze taşıyan, Martin Niemöeller’in kendisi için de, muhakkak ki engelliler, yaşadığı toplumun sağlamcı önyargılarıyla kodlanmış zihninde, önce engelliler için gelindiğini fark edemeyecek kadar görünmez, ya da önce engelliler için gelinmesi, kendisi için dizelerinde yer verilmeyecek kadar değersizdi.
Tarih boyunca, tehdit edici, aciz, muhtaç, kusurlu, eksik olarak görülen kültürel normlardaki sağlamcı bakış, savaş dönemlerinde, var olan damgalamaları daha da çoğaltmakta ve savaş ekonomisiyle derinleşen krizlerdeki önlemlerle, ekonomiye yük görülen engelliler, gözden çıkarılması gereken ilk toplum kesimi olmaktadır.
SAVAŞLARDA ENGELLİ KALAN İNSANLAR…
Bununla birlikte, savaşlarda nasıl ki ırkçılık ve sağlamcılık madalyonun iki yüzü gibi, her daim kendini var ediyorsa, hiç gündemde olmayan bir gerçeklik de savaşlarda engelli kalan insanlardır. Ölüm, savaşların görünen, engellilik ise görünmeyen yüzüdür. Ölenler çoğu zaman kahramanlık hikayeleri ile kutsanan, engelli kalanlar ise bir ayıp gibi saklananlardır. Engelli olmayı, tüm yeti farklılıklarıyla, her nefesi yaşamaya değer bir deneyim olarak kabul eden biz engelliler için, elbette bu durum bir trajedi değil sadece bir tespittir. Ve fakat savaşın sosyolojik hazırlayıcısı olan militarizm ile zehirlenmiş, fiziksel gücün kahramanlıkla eşleştirildiği toplumlarda, savaş sonrası engelli olarak hayatına devam etmek, negatif engellilik kültürünün içine düşmek, bu kişiler için uzun ve zorlu psikolojik sorunların yaşanacağı ve destek ihtiyaçlarının açığa çıktığı, yeni bir yolun başlangıcıdır.
SAVAŞTA EN ÇOK ETKİLENENLER…
Hiç şüphe yok ki savaşlarda en çok etkilenen engelliler, kadınlar, çocuklar ve dahi toplumun tüm farklılıkları için, barış ihtimali olarak beliren her umudu, karanlığın içindeki küçücük bir iğne deliğinden, gedikler açar gibi büyütmek, barışı aramak, en yaşamsal gereklilik ve toplumsal sorumluluktur.
Ne engellinin görünmezliği, ne Kürdün reddedilişi, ne sömürülen emekçinin alın teri, ne herkesin günah keçisi yapılmış göçmeni, ne yük gösterilen emekli, ne öteki yapılmış Çingene, Alevi, Ermeni, ne yuvasız kalmış kuşun feryat eden sesi, ne kadın cinayetleri, ne de hüzün kaplı gençlerin gözleri… Mesafelerle savrulmuş her bir yana ezcümlesi. Tüm bu acı, asıl olana savaş açan, kurgu olan "tek"in hiyerarşisi, sebepsiz nefreti ve ölçüsüz öfkesi… Oysa ki hepsi kesişimsel ve bütünsel. Ayrı görmekse birbirinden, mücadelelerin en büyük zaafiyeti…
O halde nedir barış? Barış, çatışma veya şiddetin son bulması mıdır? Sadece şiddet ve çatışmasızlık olarak açığa çıkan barış, negatif bir barıştır ve elbette varlığı da çok kıymetlidir. Ve fakat pozitif bir barış arayışı, işte bu hepimizin hayalidir.
İKİ ZIT ARASINDA UZLAŞI YAPMAK…
Barışın özü, iki zıt arasında uzlaşı yapmaktır. Fikirlerin tamamen bize zıt olduğunu düşündüğümüz durumlarda, kontrolü kaybederim telaşından kurtulmaktır. Bireysel ve kolektif egonun tüm zanlarından, illüzyonlarından kopmaktır. Barış, şefkat ile şifa olmak, biriktirmeden yaşamak, kalpten kalbe yol açmaktır… Bildiğinden özgürleşmek, adaletle hükmetmek, ferasetle affetmek, geçmişiyle yüzleşmek, putlarından vazgeçmek ve en çok da incitmemektir, barış… Bizi damgalayan, ayrıştıran, kabalaştıran, hoyratlaştıran, yalnızlaştıran tüm ideolojilerin ötesinde, cesaretle değişime kanat çırpmaktır… Nefrete teslim etmemek kendini, bitirmek kibrin esaretini ve sevebilmek hesapsızca, yaratılmış her zerreyi... Barış, iç içe ve bütünsellikle, kendimiz ve bir diğerimiz için, yeni bir anlam yaratmaktır.
"Eğer kış, bahar yüreğimdedir deseydi ona kim inanırdı?" demiş, Cibran. Öyle ya, en çok da inanç işidir barış, umudu sürüyenlere inat. Zira hangi kurumuş yaprak bir daha yeşermeyecek diye endişe eder? Hangi tırtıl, kelebek olmaktan vazgeçer, kozada kalmak için? Bu çürümüşlükle nasıl, deyip de vazgeçme! Hangi tohum çürümekten korkar? Çürümüş olandan göğe yükselmez mi her başak? Bizden yeni bir biz doğacak muhakkak, çünkü tüm gücüyle çağırıyor bak, birini diğerinden ayırmayan, hakikat!
(BİANET.ORG – Hatice Betül ÇELEBİ – 3.5.2025)







