1. YAZARLAR

  2. Sühat Dürü

  3. Sözünü tutabilen Sağlık Bakanı tarihimiz görmedi!
Sühat Dürü

Sühat Dürü

Sözünü tutabilen Sağlık Bakanı tarihimiz görmedi!

A+A-

------------------------------------

PRIMUM NON NOCERE*

* Tıp okullarında öğrencilere öğretilen ana kurallardandır ve hekime her şeyden önce herhangi bir tıbbi müdahalenin yol açabileceği olası zararları hatırlatma vurgusu taşır. “Önce zarar verme” anlamına gelen Latince deyiştir. Primum nihil nocere olarak da kullanılır.

------------------------------------


Sabah uyandığında çocuğunu ateşler içinde bulan bir anne onu devlet hastanelerinin polikliniklerinde tedavi ettiremiyorsa o ülkedeki kamusal sağlık hizmeti ulaşılabilir değildir.


Sabah uyandığında çocuğunu ateşler içinde bulan bir anne onu devlet hastanelerinin polikliniklerinde tedavi ettiremiyorsa o ülkedeki kamusal sağlık hizmeti ulaşılabilir değildir.
Hatta yoktur.
İstesek kalp hastası Ayşe Teyze’nin evinde kaç aspirin kaldığını bilebileceğimiz kadar küçük bir ülke burası. Fakat yirmi yıl sonra kaç hekime, kaç hemşireye, kaç hastane yatağına, kaç aşıya ihtiyacımız olacağını bilmemiz gerekirken, yarın elimizde kaç kutu penisilinimiz kalacağını bile bilmiyoruz.
İnsan kaynaklarımız da ülkemizin ekonomik kaynakları kadar kısıtlı.
En çok yatırım yaptığımız, çok uzun yıllar süren eğitimleri için yığınla para harcadığımız hekimlerden verimli bir şekilde yararlanmayı bile başaramıyoruz. İhale ile satın aldığımız ilaçlar yılın ortasında bitiyor, sağlık güvencesi için prim yatıran hastalar ilaçlarını kendi ceplerinden para vererek satın alıyor. Hastalarını tedavi etmek için boş yatak bulamayan kamu hastaneleri onları özel hastanelere sevk ediyor. Kamuyu yönetenler, eksik yatak, cihaz, personel ve tıbbi hizmeti tamamlamak için ayrılan sağlık bütçesinden sevk edilen hastalar için özel hastanelere yığınla para ödüyor, eksiklikler bir türlü tamamlanamıyor.
Özel hastaneler kamunun verimli kullanamadığı hekimleri ve düzeni değerlendirerek dünyaları kazanıyor.
Kontrol edemediğimiz ve sürekli artan nüfus ülkenin kısıtlı kaynaklarını acımasız bir şekilde yok ediyor.


Kimlerle görüştüm?

Bu dosyayla ilgili yaklaşık üç ay boyunca üç eski bakan, üç eski müsteşar, bürokratlar, müdürler, amirlerle; iki eski sendikacı, sendikaların şimdiki yöneticileri, sağlıkla ilgili neredeyse tüm birlik veya oda başkanları ve bazıları çok yakın arkadaşım olan onlarca hekimle görüştüm.
Serbest çalışan veya kamuda çalışan hekimleri dinledim. Hem kamuda ve hem de kliniklerinde veya özel hastanelerde çalışan hekimlerle konuştum. Hepsi de bana güvenip yüreklerini açtılar. Bildiklerini, düşüncelerini, ellerindeki belgeleri, istatistiki verileri, varsa plan ve programları paylaştılar. Hepsine teşekkür ederim.

Neden başaramıyoruz?

Sağlık sistemimiz niye düzelmiyor, nedir yapamadığımız diye sorduğumda hemen hepsinin söylediği şey aynıydı:
“Bizim toplum olarak irademiz yok, birbirimizi kıskandığımız, çekemediğimiz için yapamıyoruz. Toplumsal hafızamızda sorunlar var. Geçmişi konuşurken kendimizden başkasının haklı olabileceğini asla düşünmüyoruz. Geçmişten günümüze taşıdığımız sorunları çözmek için oturduğumuzda bir kez daha, bir kez daha anlaşamıyoruz. Gelecekle ilgili konuşabildiğimiz herhangi bir şey yok zaten.”
Ve şöyle devam ediyor konuştuğum hekimler:
“... Adaya taşınmaya devam eden nüfus bütün hesaplamaları, planlamaları, öngörüleri geçersiz kılıyor. Sadece sağlık değil diğer bütün konularda da aynı travmaları ve çıkmazları yaşıyoruz. Türkiye’nin adanın yarısını kendi istediği gibi şekillendirme çabası ve bunu yaparken kullandığı dil devletin işleyişini sekteye uğratıyor. Yapacağımız bir şey varsa da yapmak mümkün olmuyor.”  

“Bizim hiç mi suçumuz yok?” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Bu işlerin bu hale gelmesinde bizim de payımız vardır mutlaka. Adı üstünde ilişki dediğimiz şeyin, iki tarafın da konuşabildiği, birbirine derdini anlatabildiği, ortak düşünebildiği, karşılıklı saygıyla devam eden bir şey olması gerekmez mi? Sadece bir tarafı her kötülüğün sorumlusu olarak görmek doğru olmaz. Ama gerçek şu ki, her geçen gün daha da yozlaşan bu ilişkiden elimizde ne kaldığını ve haddimizi biliyoruz artık!

Başlarken ne yapmak istemiştim?

Başlamadan önce ne yazabileceğimle ilgili öngörülerim vardı. En çok istediğim şey sağlam istatistiki verileri kullanmaktı. Sağlık konusuyla ilgili araştırmaya, incelemeye, çok sayıda insanla konuşmaya başlayınca planlarımın işe yaramadığını gördüm. Şöyle yazarım, böyle yaparım dediğim konularda ısrar edersem kendimi kısıtlayabileceğimi anladım. İstatistiki veri elde etme konusunda ise fazla bir şansımın olmadığını gördüm! Yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra “en iyisi yazının kendini geliştirmesine izin vermek olacak” dedim. Tarih sırasına göre başlamak ve ne yazabileceğime bakmak… Öyle de yaptım. Umarım beğenirsiniz.  

Seçim öncesi, sonrası

Elbette Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi'nin fiziksel koşulları ve sağlık sistemimiz hakkında az çok bilgi sahibiydim.  Polikliniklerde sabah saatlerinde uzayıp giden kuyrukları, saat 12.00’den sonra hastanede doktor bulunamadığını, hastaların birçok bölümde ağzına kadar dolu odalarda yatmak zorunda kaldıklarını… Bazen yatacak yatak bulamadıklarını, günlerce ameliyat sırası beklediklerini, tahlil sonuçlarının arada sırada kaybolduğunu, hasta yakınlarının asla ve asla hasta ziyaret saatlerine uymadığını, yağmur yağdığında hastaneyi sel sularının bastığını, birçok aletin çalışmadığını biliyordum. Çok sayıda tıbbi aletin eksik olduğunu,  sağlık çalışanlarının yıllar ve yıllardır bekleyen yasaları ile ilgili çok fazla sorun yaşadıklarını biliyordum. Hastaların yasadaki boşluklar yüzünden sağa sola savrulduklarını, özele mi, devlete mi, Güney’e mi, Türkiye’ye mi gideyim diye düşünmekten helak olduklarını, işleri için Sağlık Bakanlığı’nın kapısını aşındırdıklarını biliyordum. Sağlık Bakanlığı görevine gelmeden önce verdiği sözleri, bakan olunca tutabilen bir bakanın bugüne kadar görülmediğini… Her seçimden önce siyasi partilerin sayfa sayfa KKTC Sağlık Sistemi üzerinde çalıştıklarını, bunu parti programlarına ciddiyetle koyduklarını, seçimlerden önce bunun her bir satırı için vatandaşa ve sağlık çalışanlarına söz verdiklerini ancak hükümet olunca mutlaka daha önemli konulara öncelik verdiklerini herkes gibi ben de biliyordum.

kasif.jpg
Ahmet Kaşif: “Sağlıkta uyum yasaları yaz döneminde tamamlanacak.” (7 Haziran 2010)

 

Kalp ve Damar Cerrahisi Servisi’den ilham aldım

Sağlıkla ilgili yazma ilhamını annemin bir süre yattığı, Kalp Damar Cerrahisi bölümünde canla başla çalışan doktor ve hemşirelerden, yattığımız süre içinde orada bizimle birlikte yatan hastalardan, hasta yakınlarından, temizlikle uğraşan görevlilerden, yemek dağıtan personelden ve hastaları tek bir kez bile şikayet etmeden anjiyoya, röntgene taşıyan genç arkadaşımdan aldım. Umarım yazacaklarımın ve yaptığım onlarca görüşmenin hem Kalp Damar Cerrahisi bölümüne ve hem de tüm sağlık sistemine bir yararı olur.

derg.jpg
Hekimce Dergileri ile eski yıllara yolculuk

1994 yılından bu yana Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği’nde çalışan Emel Hanım’a “geçmiş yıllara ait ilham verici bir şey arıyorum, Hekimce Dergileri’nin eski sayılarına bakmak istiyorum” diyerek ilk ziyaretimi Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği’ne yaptım. Derginin KTTB tarafından 1977 yılından bu yana yayınlandığını bilmeyenler için söyleyelim. Emel Hanım, Hekimce dergilerini önüme koyduğunda yapacak çok işim olduğunu anladım. Yirmiye yakın cilt haline getirilmiş dergi beni kısa bir süre içinde 1970’li yıllara geri götürüverdi.

Doktor Kaya Bekiroğlu’nun 14 Mart 1978 günü Tıp Bayramı nedeniyle Hekimce Dergisi’nde yayınlanan yazısında, 13 Şubat 1978 günü açılışı yapılan 350 yataklı Lefkoşa Devlet Hastanesi ile ilgili satırları ilk kez okuyordum.
“... Köylerdeki sağlık ocakları ve büyük kasabalardaki hastanelerimizle birlikte bir büyük merkez ve ihtisas hastanesi olarak üst düzeyde sağlık hizmeti verecek bir şekilde donatılmış olan bu mükemmel tesiste ve sigortalar yasasının içerdiği geniş kapsamlı sağlık sigortasının finansman kaynakları ile Devlet, halkımıza layık olduğu sağlık hizmetini vermek olanaklarına kavuşmuş olmaktadır. Böylesine modern kurumlar ancak verecekleri hizmetle değer kazanırlar. Bu itibarla, emeği ile bizzat hizmeti verecek olan tüm sağlık personelinin nicelik ve niteliklerinin yeterliliği de aynı oranda önemlidir. Hekimlerin, kimyagerlerin, eczacıların, hemşirelerin ve tüm sağlık personelinin çalışma koşulları, eğitimleri ve ödenekleri üzerine ciddiyetle eğilmeli ve bu yolda fedakârca emek verenlerin maddi ve manevi kaygıları giderilmelidir. Hükümetler sağlık hizmetlerinde çalışan personele insan sağlığının kutsiyeti anlayışıyla paralelel olarak özen göstermeli ve devletin bu kuruluş yıllarında onlara şerefli yerleri verilmelidir.”

KTFD’nin kuruluş yıllarında yazılıp çizilen şeylerin bugün konuşulanlardan pek farkı yok gibi görünüyor:
“...Sigortalı hastalara bakmak görevi bütünüyle Sağlık Bakanlığı’na ait kurumlara verilmiştir. Yasa, hastanın bakanlığa bağlı olmayan özel hekimlerde tedavisine şimdilik gerek görmemektedir... Nihai hedef olan Milli Sağlık Politikası’nın gerçekleşmesinden önce, yasa ile sigortalı kişiye yüklenen sağlık priminden elde edilen gelirin, genel bütçeden doğrudan doğruya sağlık hizmeti veren Sağlık Bakanlığı’na aktarılması ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı hekimin hizmetinin katkısıyla da Milli Sağlık Politikası’na yakın ve Anayasa’nın öngördüğü şekilde vatandaşın ruh ve beden sağlığından devletin sorumlu olduğu gerçeğinin yerine getirilmesidir.”    

1977, 1978 yıllarındaki dergilerde sağlık sisteminin nasıl olması gerektiğiyle ilgili yazılar var. Yazanlar futbol yorumcuları falan da değil, hekimler. Tam da bu işin nasıl olması gerektiğini bilen hekimler:
“... Bölgelerdeki sigortalı nüfusun ve buna göre tüm adadaki hekimlerin sayısının belirlenmesi, bin hastaya bir doktor düşecek şekilde ve coğrafi dağılıma göre sağlık merkezlerinin ilk müraacat merkezleri olarak kurulması ve bunların güçlü bir şekilde çalışmasının sağlanması, buna bağlı olarak hastane polikliniklerdeki başvuruların azaltılması, tam teşekküllü hastanelerin ihtisas hastaneleri olarak çalışabilmesi ve hizmeti halkın ayağına götürmesi gerekmektedir.”

Bu merkezlerde çalışacak pratisyen hekimlerin aile hekimi gibi çalışabilmesinin sağlanması ve uzmanlaşması, yetişmesi ve yine aynı yıllara ait, “sağlık teşkilatının bel kemiği ve kuvvetli iskeletini bir pratisyen hekimler ordusuna teslim etmeliyiz” cümlesi çok güçlü bir öngörüdür ve aradan geçen bunca yıla rağmen günümüzde de savunulmaktadır. Sağlık merkezlerinde sadece tedavi edici hekimlik değil, koruyucu hekimlik de yapılacaktır. Pratisyen hekim maaşlarının uzman doktor maaşından düşük olmaması ve kamuda çalışmayan hekimlerden kendileri de arzu ettikleri takdirde ve ihtiyaç duyulursa yararlanılması gerektiği vurgulanmaktadır.

mn-009.jpg

Doğru söze ne denir?

Yeni açılan hastanede bütün ihtisas dallarının tamamlanmasının önemli olduğu belirtilmekte ve verilecek sağlık hizmetinin tanımı şöyle yapılmaktadır: “... Sağlık hizmeti o kadar mükemmel olmalıdır ki ancak nüfus yetersizliğinden (nüfus azlığından bahsediliyor), dolayı kurulması lüks olan bazı özel ihtisaslaşmayı gerektiren merkezler dışında her şey yapılabilmeli ve yurt dışına ülkenin mali olanaklarını sarsmamak için çok az hasta gönderilmelidir. Örneğin açık kalp ameliyatı, organ nakli gibi özel hizmetler dışında kendi yeteneklerimizle her şeyi yapmalıyız!”

Bu paragrafı hiç unutmayın lütfen. Bununla ilgili yazının sonuna doğru yine konuşuyor olacağız. 

Yukarıdaki paragrafın sonuna eklenen cümleye bir bakalım: “... Başka memleketlere hasta göndererek sarf ettiğimiz paralarla mevcut hekimlerimizi harice göndererek, planlı bir şekilde eğitimlerini tamamlamalıyız.” O yıllarda eksikliği duyulan patolog, radyoterapi uzmanı ve adli tıp uzmanı yetiştirmemiz gerektiği hatırlatılmaktadır. 2019 yılında hala gastroenterolog ihtiyacımız olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur sanırım. (Gastroenteroloji, sindirim sistemi kanalı denilen, yemek borusu, mide, ince ve kalın barsak ve makat bölgesi, safra kesesi ve yolu, pankreas, karaciğer ve karın hastalıklarını inceleyen bilim dalıdır).

1978 yılında doktorların çalışma koşulları ile ilgili gündeme baktığımızda bugünküne benzer birçok konunun 41 yıl önce de konuşulmakta olduğunu görüyoruz. 1978 yılında Tıp İş Genel Sekreteri’nin doktorların çalışma koşullarına değinirken, haftada 35 saat mesai yapılmasını, daha uzun çalışma saatlerine ek mesai ücreti ödenmesini, tek hekim olma tazminatı, iş riski, iş güçlüğü gibi tazminatları önermesi dikkat çekicidir. Hastane hekimlerinin tam gün mesai ücretinin 35 saati geçmemesi, oncall tazminatı verilmesi, hekimlerin de eşel mobil sistemine dahil edilmesi gerektiği o zaman da söylenmektedir. Bugün de büyük tartışma konusu olan, doktorların tüm diğer kamu çalışanları gibi Kamu Görevlileri Yasası’na bağlı sayılmalarının o zaman da sorun olarak görüldüğünü öğreniyoruz. Diğer hiçbir kamu görevlisinin, doktorların çalıştığı koşullarda ve uzun zaman dilimlerinde çalışmadığı, mesleğin ve hizmetin 24 saat kesintisiz verilmesi zorunluluğu gibi nedenlerle ayrı bir yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulduğu o zaman da sık sık dile getiriliyor.  

1978 yılındaki Hekimce Dergisi’nde yayınlanan ve vatandaşı iki kolundan, sağa ve sola çeken doktorla, sağlık bakanlığını anlatan Zekai Yeşiladalı’nın karikatürünü bugün herhangi bir gazetemizin sayfasında görmek sürpriz olmazdı. Aynı dergide doktorları bir eli yağda bir eli balda gösteren, hastaneden özel kliniğine koşarak giderken “oh be biraz da doktorluk yapsak fena olmayacak” diyen doktoru anlatan karikatürler de bugün hala güncelliğini korumuyor mu?
 

 

 

Bu yazı toplam 641 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar