Sınırı Aşan Mülkiyet, Dondurulmuş Gelecek
1974 Barış Harekâtı'nın üzerinden neredeyse yarım asır geçti. O günden bugüne adanın jeopolitiği değişti, toplumlar göçtü, yönetimler şekil değiştirdi. Ancak bir şey değişmedi: Mülkiyet sorununun yarattığı kilit. Üstelik bu kilit artık yalnızca Rumların kuzeyde kalan mallarını değil, bizatihi Kıbrıs Türk halkının kendi geleceğini de tutuyor.
Adanın kuzeyinde bugün mülkiyet sorunu sadece geçmişin değil, geleceğin de meselesi haline geldi. Yatırımcı için, aileler için, yerli halk için, kamusal planlama için, çevre için, hatta bir gün barış olacaksa onun hukuku için: Her şeyin ucu bu soruna dayanıyor.
Mülkiyet, Kıbrıs sorununun en çetrefilli alanlarından biri. 1974 öncesinde Kıbrıslı Türkler ile Rumlar adanın her köşesine dağılmışken, harekât sonrası ortaya çıkan fiilî bölünme, yalnızca siyasi sınır değil, aynı zamanda mülkiyet haritası da çizdi. 1975 Viyana Antlaşması ile iki toplumun karşılıklı göçü sağlandı. Rumlar güneye, Türkler kuzeye taşındı. Ancak geride kalan malların mülkiyet devri asla tam olarak çözülemedi.
1983’te KKTC ilan edildiğinde Kıbrıs Türk halkı kendine ait bir devlet çatısı altında yaşama iradesini ortaya koydu. Ancak uluslararası hukuk KKTC’yi tanımadı. BM Güvenlik Konseyi 541 ve 550 sayılı kararlarla bu ilanı reddetti. Bu durum, mülkiyetle ilgili her türlü işlemde devletin verdiği tapuların uluslararası alanda geçerliliğini tartışmalı hale getirdi.
2005 yılında kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu (TMK), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından 2009’da etkin bir iç hukuk yolu olarak tanındı. Bu KKTC açısından diplomatik bir kazanım gibi görünse de uygulamada işler ağır ilerledi. Rum başvuruları yıllarca rafta bekletildi, tazminatlar ödenemedi, iadeler hukuki kargaşaya dönüştü. Aynı şekilde Kıbrıslı Türklerin güneyde bıraktıkları mallar için etkin bir hak arama süreci bugüne kadar oluşturulamadı.
Sonuç? Hukuken tanınmayan bir devletin içinde, hukuken geçerli sayılan ama fiilen güven vermeyen bir mülkiyet rejimi.
Bu tablo yalnızca hukukla sınırlı değil. Bugün Girne, İskele, Lefkoşa çevresinde hızla yükselen konut projeleri çoğu zaman "eski Rum malı" statüsünde olan parseller üzerine kuruluyor. Bu yapıların pazarlanması, sigortalanması ve devri tamamen gri alanda gerçekleşiyor. Alıcılar açısından bu durum, mülkiyeti satın alırken sadece mal değil aynı zamanda belirsizlik de satın almak anlamına geliyor.
Yatırımcıların güveni sarsılmış durumda. Özellikle Avrupa Birliği vatandaşı yatırımcılar, Rum tarafının çıkardığı uluslararası tutuklama kararları nedeniyle Kıbrıs'ın kuzeyinden mal alırken iki kere düşünüyor. Yerli halk ise başka bir endişe taşıyor: Topraklarını kaybetmek, kimliğini yitirmek.
Bugün İskele ve Girne gibi bölgelerde yüz binlerce dolara lüks konutlar satılıyor. Ama bu konutların birçoğunun altyapısı yok. Kanalizasyon sistemi çalışmıyor, bazı bölgelerde hiç yok. Jeolojik etütler ve ÇED raporları dikkate alınmamış. Deprem riski olan bölgelerde ruhsat veriliyor. İmar planı ya yok ya da uygulanmıyor. Emirnameler ya delinmiş ya da siyasi saiklerle değiştiriliyor. Belediyeler bu yükün altında ezilmiş, merkezi yönetim koordinasyondan uzak. Şehir değil; büyükçe, başıboş bir inşaat şantiyesi.
Bu da bizi şu soruya getiriyor: KKTC, kendisini planlayan, hukuk üreten, vatandaşa güven sağlayan bir devlet gibi mi yönetiyor? Yoksa yatırımcının karına göre eğilip bükülen bir rant bölgesine mi dönüşüyor?
Devletin tanınmaması ayrı, kendi kendisini tanımaması ayrı bir meseledir.
Kıbrıs Türk toplumu, zamanla toprağından ve yaşadığı çevreden uzaklaştı. Özellikle genç kuşak, bir yanda aidiyetini yitiriyor, diğer yanda barınma krizinin kıyısında yaşıyor. Yabancılara satılan mülklerin oranı arttıkça, sosyal yapı çözülüyor. Köyler kimlik değiştiriyor, şehirler kişiliksizleşiyor.
Toprağın yalnızca tapusu değil, ruhu da satılıyor.
Bu sorun yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve sosyolojik bir krize dönüşmüş durumda. Mahalleler dağılmış, yerleşik nüfus dışlanmış, kiralar uçmuş, ama planlama hâlâ "gelene göre" şekilleniyor. Üstelik bu keşmekeş içerisinde Kıbrıs Türk halkı, kendi evinde misafir gibi hissetmeye başlamış.
Tüm bu tablo karşısında çözüm sadece bir birleşme ya da ayrılma meselesi değil. Asıl ihtiyaç, devlet aklını yeniden kurmak.
Peki ne yapılmalı?
- Mülkiyet Reformu: TMK, etkin çalışan, kaynakları olan ve uluslararası standartlara uygun, şeffaf bir kuruma dönüştürülmeli. İade, tazminat ve takas işlemleri hızlandırılmalı.
- İmar ve Altyapı Devrimi: Bölgesel risk haritalarına göre yeni bir imar planlaması şart. Kanalizasyon, içme suyu, atık yönetimi gibi temel ihtiyaçlar yatırım planlarının önüne geçmeli.
- Yabancı Yatırım Rejimi: Yabancıların mülk edinme hakkı hukuki çerçeveye bağlanmalı. Hem uluslararası hukukla çelişmeyen hem de yerli halkı mağdur etmeyen bir denge kurulmalı.
- Çevresel ve Sosyal Etki Denetimi: Her yatırım projesi için yerel halkın ve sivil toplumun dahil olduğu bağımsız bir değerlendirme süreci oluşturulmalı.
- Devlet İradesi ve Kurumsallaşma: KKTC, siyasetten bağımsız planlama kurumları kurarak uzun vadeli, şeffaf ve uygulanabilir kalkınma hedefleri ortaya koymalı.
Çünkü mesele artık yalnızca bir tapu meselesi değil. Mesele, bu topraklarda yaşayan insanların kendilerini burada güvende, ait ve geleceğe bağlı hissedip hissetmediği.
1983’te KKTC ilan edilirken hedef "özgür, güvende ve kendi kendini yöneten" bir halktı. Bugün, bu topraklarda yaşananlara bakınca bu hedefe ne kadar yaklaşıldığını samimiyetle sorgulamalıyız. Bir devletin tanınmadan varlığını sürdürmesi elbette kolay değildir. Ama bir devlet, kendi zeminini tanımaz, kendi halkını dinlemezse; o artık yalnızca bir coğrafyadır. Ruhsuz, rotasız, kırılgan bir yapı.
Mülkiyet, sadece taşınmaz değildir. Mülkiyet, güven duygusudur. Mülkiyet, kimliktir. Mülkiyet, toplumsal sözleşmenin temelidir.
Ve ne yazık ki bugün Kuzey Kıbrıs’ta bu sözleşme, betonun altında kalıyor.