1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Piskobu’da “kayıtsız kayıplar”ımızın izinde… (2)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Piskobu’da “kayıtsız kayıplar”ımızın izinde… (2)

A+A-

Piskobu’nun “kayıtsız kayıpları” için yaptığımız araştırmayla ilgili dünkü yazımızın devamı şöyle:

“SAVAŞ SAAT DÖRDE ÇEYREK KALA BAŞLADI...”

Hüseyin Behçet, Zübeyir Hamit’i en son 20 Temmuz 1974’te saat dörtbuçukta yani 16.30’da gördüğünü anlatıyor... “Savaş saat dörde çeyrek kala başladı” diyor. Piskobu’dan Rüstem Bey’in annesine ait bir yarım inşaat imiş bu... Kadının adı Feriha Çiko imiş. Bu yarım inşaatın üstünde sol köşeye bir mevzi yapılmış bazı tuğlalar ve kum torbaları dizilerek. İki el bombaları, bir A4 ve bir de başka silahları varmış – tek bir miğferleri varmış ki onu da Zübeyir Hamit takmışmış... Tümü de sivil giysiler giymekteymiş... “Önce silah sesleri duyduk” diye anlatıyor Hüseyin Behçet... Köyün her tarafından silah sesleri geliyormuş... Erimi yönünden gelmiş bazı Kıbrıslırum askerler ve “Son baktığımda” diyor Hüseyin Behçet, “bulunduğumuz yarım inşaatın karşısında bazı badem ağaçları vardı, onların arasından da ilerliyorlardı bize doğru...” Ve üç taraftan çevriliyorlarmış – silah sesleri ve havan sesleri de varmış. “Ama ben o mevzideyken bize havan falan isabet etmediydi” diyor, “fakat binlerce kurşun sıkılıyordu...” Kıbrıslırumlar, askeri üniforma giyiyormuş, miğferliymişler, “Onları görüyordum ve seslerini de duyuyordum” diye anlatıyor, “Embros” diyorlarmış, “O günlerde Rumca bilmediğim için Orhan’a sordum, ‘ilerle’ demekmiş ‘embros’... Biz “Hücum” derik ya, o demekmiş... Hem görürdük, hem duyardık... Hepsi üniformalıydı...”

Diğer mevzilerdeki Kıbrıslıtürkler köyden ayrılmışlar – yalnızca üçü bu mevzide kalmış. Onlara en yakın mevzi, eski mezarlıkta imiş...

Kıbrıslırum askerlerinin çok yakınlarına kadar geldiğini görünce Hüseyin Bey, tüm diğer Kıbrıslıtürkler’in köyden ayrılmış olduğunu anlamış ve Orhan ile Zübeyir’e, “Herkes gitti, bizim da gitmemiz lazım” demiş... Ancak o mevzinin bulunduğu terastan güvenli biçimde inilebilecek bir yer yokmuş – yan tarafta karşıya, badem ağaççıklarına bakan çimentodan merdivenler olduğu halde, orası ateş altında olduğundan, o merdivenlerden inmek mümkün değilmiş... Bu mevziye doğru Hristanti’nin evinden ateş açılmaktaymış... (Şimdilerde bu ev yıkılmışmış...) Kıbrıslırumlar, 50 metre kadar yakınlarına gelmiş vaziyetteymiş...

 

“BEN TAMAMSAM, BENİ TAKİP EDİN, SİZ DA ATLAYIN ARKAMDAN...”

Ancak yarım inşaatın arkasına doğru atlayarak kaçmak mümkünmüş o noktada... “Ben atlayacağım, eğer ben tamamsam beni takip edin, siz da atlayın arkamdan” demiş... Terasın kenarına kadar gitmiş ve kendini aşağıya atmış Hüseyin Bey... Terastan aşağıya atlamış, ellerinde iki de el bombası bulunmaktaymış... Terastan atlayıp da aşağıya düştüğünde 50 metre kadar yuvarlanmış yerde Hüseyin Bey. Mevzinin bulunduğu yarım inşaatın arkasında, bir diğer yarım inşaat daha varmış, oraya sığındığı zaman, iki Kıbrıslıtürk’ün daha o yarım inşaatta olduğunu görmüş. Cemil Hasip ile Kemal Aşık imiş bu iki kişi... İki dakika kadar beklemişler orada, belki Orhan ve Zübeyir de atlayıp gelir diye ancak gelen olmamış. “Oradan ayrılmak zorundaydık çünkü Kıbrıslırum askerler geliyordu” diye anlatıyor... Sonra da birlikte yokuş aşağı eski mezarlığa doğru koşmuşlar... Eski mezarlıkta da duvarın arkasına doğru atlamışlar... Çünkü Hrisanti’nin evinden görülebiliyorlarmış diye, duvarın arkasına sığınmışlar... “Eski mezarlıktayken, İbrahim’i gördüydük” diye anlatıyor Hüseyin Bey... Sonra oradan ayrılmışlar, evine, ailesini bulmaya gitmiş. Kimseyi bulamamış, sonra başka yöne doğru gidince, herkesin köyden ayrılmakta olduğunu görmüş ve o da onlara katılmış... Daha sonra İngilizler’e ait Piskobu kampındayken sormuşlar, Orhan ve Zübeyir de geldi mi diye, sorup soruşturmuşlar, onları aramışlar ancak bulamamışlar. Bir ay kadar Happy Valley’de kalmışlar...

 

“SONRA ÖLDÜKLERİNİ DUYDUK...”

“Sonra öldüklerini duyduk” diyor... “Herkes bunu anlatıyordu çünkü herkes onları arıyordu” diye anlatıyor. Herkes akrabalarını, tanıdıklarını arıyormuş... “Tam kim söyledi bilmem ama herkes bunu konuşurdu” diyor.

O dönemler Piskobu’da komutan Veysel Garani imiş. Orhan ve Zübeyir’in ailelerine köydeki yaşlı Kıbrıslırumlar’ın yardımcı olduğunu da hatırlıyor Hüseyin Behçet... O dönem kendisine köyde öğretmenlik yapan rahmetlik Fikri Karayel sormuş “Orhan’ı, Zübeyir’i gördünüz mü?” diye ve Hüseyin Bey de ona yaşadıklarını izah etmiş. Bu konuda Piskobulu Kıbrıslıtürkler’in Piskobu İngiliz Kampı’ndaki İngiliz yetkililere Piskobu’nun “kayıp” Kıbrıslıtürkleri hakkında talepte bulunup bulunmadığı, onlarla ilgili Piskobu İngiliz Kampı yetkililerinin araştırma yapıp yapmadığı bilinmiyor...

Nitekim Kallis İngilizler’in bu konularda her zaman araştırma yaptıklarını, örneğin Paramal kampında ölmüş olanların listesini çıkardıklarını, Beyit Direkçi’nin kardeşi Osman Ahmet’in Kandu civarında öldürülmesi ardından onu alıp Piskobu’daki mezarlığa getirilip defnedilmesinde rol aldıklarını hatırlatıyor ve İngilizler’in kayıt tutma geleneği olduğunu, birinin onlara bu durumu rapor etmemiş olsa dahi, İngilizler’in bunu kendi başlarına araştırmış olmalarının alışkanlıkları içinde olduğunu anımsatıyor. Cihan Hanım, kardeşi Zübeyir’in “kayıp” olduğunu babaları Hamit Yıldırıcı’nın İngiliz yetkililerine bildirdiğini hatırlıyor...

Seneler önce şimdi artık hayatta olmayan köyün eski Kıbrıslırum muhtarı Tohli’ye Hüseyin Bey, Zübeyir Hamit’in akibetini sormuş, “Bilirsan lütfen söyle bana çünkü ailesi onun nerede gömülü olduğunu bulmak ister, rahat etsin insanlar bulup gömsünler çünkü ölü mü, sağ mı, onu dahi bilmezler” demiş. Tohli de Hüseyin Beyi’ne, “Bilseydim söylerdim sana” demiş. “Ama bildiğim tek şey Kıbrıslırum askerler gelip terasa bomba attılar” demiş, “Orhan orada öldü” demiş, “Zübeyir da bacağından yaralandı ama sağdı. Orhan’ı alıp evin yanına gömdüler. Zübeyir’i da askere ait bir araca koyup hastaneye götürmek istediler” demiş. “Benim duyduğum, yolda giderken Zübeyir’in öldüğü... Ondan sonra ne oldu, bilmem” demiş.

 

İKİNCİ DURAĞIMIZ HİLMİ HİLMİ’YE AİT EVLER...

İkinci durağımız Hilmi Hilmi’ye ait evler... Aslında Zübeyir Hamit’in bulunduğu mevziden pek uzak değil burası ve buraya yaya olarak gidiyoruz, arabaları bırakıp...

Hilmi Hilmi’nin evi 1974 sonrasında yıkılmış, yakılmış ve dümdüz edilmiş. Yerinde yeller esiyor. Ancak kızları Sadiye ve Sabiha’nın evleri gayet güzel duruyor – olağanüstü bahçeleri de öyle ve hatta Hilmi Hilmi’nin iki atölyesinin yerleri de duruyor... Atölyelerinden birisini – ki rivayete göre kendisini orada ölü olarak yatırken ve üzerine kireç serpilmiş vaziyette görmüş köye dönüp battaniye, giysi vs. almak için giden bazı Kıbrıslıtürk kadınlar – taşlardan örüyormuş Hilmi Hilmi ve bunu bitirmeye henüz fırsat bulmamış. Kallis bunun “Kserolithya” denen bir yapı tekniği olduğunu anlatıyor... Harç kullanılmaksızın, taşlar sıralanarak örülen bir yapı tekniği bu... Sanırım birkaç yıl önce UNESCO bu tekniği Kıbrıs’ın “kültürel mirası” listesine almıştı... Çimento kullanılmadan yapılan bir inşaat şekli bu...

İkinci atölyenin yerini de buluyoruz... Orası da değişmemiş... Atölye yıkılmış fakat sınırları kalmış... Bu atölyelerde Hilmi Hilmi kunduraları tamir eder, çeşitli tamirat işleriyle oyalanırmış...

Hilmi Hilmi, İngiliz üslerinde temizlik görevlisi olarak çalışmış ve oradan emekli olmuş... Piskobu’daki bu avluya erik ağaçları ekmiş, kara erikleri macun yaparlarmış, Anadoliga dedikleri incirler varmış bu bahçede ve daha başka meyva ağaççıkları... Bahçede bir de zerdali ağacı varmış – onu zerdali ağacının altında ölü olarak yatarken ve üstüne kireç atılmış vaziyette görenler olduğu da anlatılıyor... “Kayıplar” konusunda her bir “kayıp” için o kadar çok ve yanıltıcı öykü anlatılıyor ki, bunların hangisinin doğru, hangisinin uydurma hikayeler olduğunu bulmak aylarımızı, yıllarımızı alıyor maalesef... İnsanlar üretip üretip, uydurup uydurup anlatıyor... Bilmedikleri şeyleri hayal edip varsayımlar üstünden hikayeler uyduruyorlar... Ve dönüp bunlara inanıyorlar da...

 

“BABAM EVDEN AYRILMADIYDI...”

Kamil Öziçe, 1974’te 16 yaşında imiş. “Gurkalar” dedikleri bir tepedeymiş. Eşi Hatice’nin kardeşiyle birlikte o tepede bekliyorlarmış. Babası Hilmi Hilmi’yi bir gün önce görmüş burada... Savaş çıkmadan bir gün önce gidip oğlu Kamil’i görmüş orada Hilmi Hilmi... “19 Temmuz 1974’te babam beni orada görmeye geldiydi, biraz konuştuk ve sonra babam oradan ayrıldı... Herkes bir yerlere gitmişti, biz de Gurkalar diye bilinen tepedeydik” diye anlatıyor Kamil Bey. “Ertesi günü savaş başlayınca, herkes köyden ayrıldıydı” diyor. “Babam, ben yaşlı bir adamım, evimde kalacağım dediydi ve evde kaldı” diyor. Hilmi Hilmi, 1974’te 62 yaşındaymış... “Sonra duyduk ki bazı Kıbrıslırumlar gelmiş, eve girmeye çalışmışlar, tartışmışlar ve onu orada vurup öldürmüşler... Evin avlusunda vurmuşlar babamı... 20 Temmuz 1974’te... Aradan birkaç hafta geçince köyümüzden kadınlar battaniye, giysi gibi birşeyler almak üzere köye gittiklerinde eşimin annesi Cemaliye Ahmet ile köylümüz Ayşe Hasan Bayram Hanım, babamın ölüsünü görmüşler. Kaynanam Cemaliye Hanım vefat etti fakat Ayşe Hanım hayattadır... Çok yaşlıdır, Bostancı’da yaşıyor şimdi... Buraya gelmeden önce görüştüm onunla” diye anlatıyor Kamil Bey...

Babasının ölü bedenini, babasının henüz bitirmeye fırsat bulamadığı o atölye binasında görmüşler... Bu atölye binası, o taşçıklardan yapılma yarım binaymış, damı yokmuş, yer de toprakmış... Babası orada yatıyormuş, üstüne birisi kireç dökmüş ve bir battaniye örtmüşmüş... Ayşe Hanım ve Cemaliye Hanım gördüklerini aileye anlatmış... “Bildiğimiz tek şey bu” diyor Kamil Bey...

 

DÖNÜŞ YOLUNDA GENETİK ENSTİTÜSÜ...

Piskobu’da gösterilmesi gereken olası gömü yerlerini gösterdikten sonra Kallis’e teşekkür ederek ona veda ediyoruz... Minivan bizi denizkıyısına götürüyor, burada çok kısa bir mola verip Dürüye hanımın yaptığı nefis hellimli-zeytinli poğaçaları yiyoruz...

Piskobu o kadar olağanüstü bir yer ki, Kıbrıs’ta yaşanabilecek en güzel yerlerden birisi, bugün bunu kavrıyorum... Hava sıcak olduğu halde hiç nem yok – deniz de muhteşem, deniz havası da...

Dönüş yolunda Kamil Bey Pazar günü adadan ayrılacağı için “kayıtsız kayıp” babası Hilmi Hilmi için DNA örneği vermek üzere Genetik Enstitüsü’nü arıyorum – Kıbrıs Nöroloji ve Genetik Enstitüsü, zaten Kermiya barikatı yakınında ve yolumuzun üzerinde... Enstitünün başkanı Bay Kariolu bizi bekleyecek – böylece burada kısaca duruyoruz ve Hilmi Hilmi için daha önce kızları Sabiha ve Sadiye Hanımlar’ın verdiği DNA örneklerine ilaveten, şimdi de oğlucuğu Kamil Bey onun için DNA örneği veriyor... Dr. Kariolu’ya teşekkür ederek ayrılıyoruz ve kuzeye dönüyoruz...

Akşam Piskobu’nun bütün güzelliğini ve yaşanmış olanları düşünüp hüzünleniyorum... Bir yandan yasemin dizerken, bir yandan gözyaşlarım durmak bilmiyor... Bu kadar büyük bir güzelliği insanlar nasıl olup da geride bırakmak zorunda kalmışlar? Savaş insanları bu dünyadan koparıp almış, insanların içine korkular salmış, bu korkuların silinmesi için daha ne kadar uğraş vereceğiz, insanların birbirine tekrardan güvenebilmesi, rahata ve huzura ve barışa kavuşabilmek için?

Piskobu beni mahvediyor... Piskobu için, yurdum için, ölenler, geride kalıp da ölülerini arayan “kayıp” yakınları için ağlıyorum... Mutfakta bir mum yakıyorum bütün “kayıplar” anısına, yaseminleri dizmeyi bitirip akşam yemeği hazırlıyorum...

Belki bir gün bu topraklar barışa ve huzura kavuşacak... O zamana kadar mücadele etmeye, aramaya, sormaya, soruşturmaya, yazmaya devam edeceğiz... Biz ve bizden sonrakiler...

kamil-ozice-kallise-ve-bize-babasinin-olu-olarak-gorulmus-oldugu-74te-henuz-bitirilmemis-atolyenin-oldugu-yeri-gosteriyor.jpg
Kamil Öziçe, Kallis'e ve bize babasının ölü olarak görülmüş olduğu, 74'te henüz bitirilmemiş atölyenin olduğu yeri gösteriyor...

piskobuda-hilmi-hilminin-kizi-sabiha-hanimin-evi-onunde-hep-birlikte.jpg
Piskobu'da Hilmi Hilmi'nin kızı Sabiha Hanım'ın evi önünde hep birlikte...

Bu yazı toplam 994 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar