Özilli Müdahale ve Geleceğimiz
Seçim için geri sayım hızlandıkça, müdahalenin çeşitli şekilleri de daha fazla belirginleşmeye başladı.
En başından net olarak şunu ortaya koymak gerekiyor ki, normal işleyen bir demokraside, Tufan Erhürman’ın ilk turdan hatta hatırı sayılır bir farkla bu seçimi kazanması beklenir.
Ersin Tatar’ın, değil ikinci kez seçilmesi, ilk seçimde de seçilmesinin normal bir işleyişin sonucu olmadığı aşikardır.
Bunun aksini söyleyebilecek ve siyasi, ya da demokratik olarak bunu analiz edebilecek, ayakları yere basan fazla bir değerlendirme olduğunu da düşünmüyorum.
Rauf Denktaş gibi, Türkiye’nin Kıbrıs siyasetini belirleyebilecek güç ve karizmada bir liderlik figürünün ardından seçilen hiçbir Cumhurbaşkanı, ikinci dönemi için halktan onay alamadı.
Bunda son seçimlerde olduğu gibi Türkiye’nin müdahalesi de etkili oldu, seçilmiş liderlerin görevde oldukları süre içinde kamuoyu nezdindeki karneleri de.
Bir kez değiştirmeye muktedir olan toplumun, ikinci kez onay vermek için yükselen kriterlerinin ve beklentilerinin de her 3 Cumhurbaşkanı’nın ikinci dönem için sandıkta kalmasında rol oynadığını düşünüyorum.
Tabii ki her dönem kendi içinde derinlemesine değerlendirilerek daha sağlıklı bir analiz yapılabilir ancak bu yazının konusu değil. Bu yazının konusu, böylesi profillerin ardından, ne kadar profesyonel bir Halkla İlişkiler kampanyasının elinden çıkarsa çıksın, Ersin Tatar’ın ikinci dönem için sandıktan onay almasının çok mümkün olmadığıdır.
Bunun gerçekleşmesinin artık muhalefet yapılması ya da adanın Kuzey’inde siyaset üretilmesinin de önünü tıkayacağı anlamına geleceğini düşünebiliriz.
O yüzden de öfkesiyle, beklentisi ve geleceğe koyduğu hedeflerle, bir toplumun sanıkta söz söyleme özgürlüğünün ya ilk ya da son sahnesini izleyeceğiz, bu seçimlerde.
Erhürman kazanırsa, bu bütün müdahalelere rağmen toplumun gösterdiği iradenin sonucu olacaktır.
Göreve geldikten sonra beklentileri karşılayamazsa da bir kez müdahaleye kafa tutmuş ve iradesini kanıtlamış toplum, beklentilerini dile getirmek için çekinmeyecektir.
Ancak Tatar’ın kazanması, Türkiye’nin sandığı kontrol altında tuttuğu anlamına gelecektir ki, bundan sonra yerel seçimler dahil olmak üzere kurulacak hiçbir sandık demokratik olarak değerlendirilmeyecek ve siyaset üretimi de zaten edilginleşmişken tamamen silikleşecek ve AK Parti iktidarının küçük bir temsiliyetine dönüşecektir.
Hak, adalet, demokrasi çağrısı yapamayan, hesap soramayan, daha sert bir dönem başlayacak ve bu ivme devam edecektir.
Futbol kariyerinden sonra AKP saflarında siyasete soyunan eski futbolcu Mesut Özil’in bir devlet kurumu pozisyonundaki Yunus Emre Enstitüsü’nde bir grup seçmenle buluşup telefondan Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim mesajını dinletmesi aslında son derece ironik ama o kadar da acı bir gerçekliğimizi ortaya seriyor.
Bunun neden acı olduğunu çok daha uzun yazabilirim ancak bu ziyareti müdahaleden ari olarak olumlu bir tanıtım aracı şeklinde pazarlamaya çalışan herkesin, bu acı gerçekliği aslında fark edecek kadar zekaya ve tecrübeye de sahip olduğuna inanıyorum.
Bu ülkenin gençleri, uluslararası arenada futbol oynayamadıkları için ya Türkiye Milli takımına ya da Kıbrıs Cumhuriyeti futbol takımlarına katılmak zorunda kalıyorlar.
Her iki tarafta da kendilerini ait hissetmedikleri bir çoğunluk karşısında çok acı tecrübeler yaşayıp kariyerinin baharında hayallerine veda edenler çoğunlukta.
Üstelik bu sadece futbol için geçerli değil.
Sanattan spora, bilimden ticarete kadar bu her alanda hergün, her an hepimizin en sert haliyle yüzüne vuran bir gerçeklik.
Peki KKTC’ye olan aşkından hiç şüphe etmediğimiz Özil ve temsil ettiği siyaset bunun için ne yapmış?
Bunun için bugüne kadar hangi yaptığı, hangi sonucu vermiş?
Almanya Milli takımının eski oyuncusu Mesut Özil… İlişkilerini ve büyük takipçi sayılarını kullanarak mesela Lefkoşa’nın sınırın acısını en çok çeken tarafında bir maç düzenleyebiliyor mu?
Uluslararası dengelerde söz sahibi Türkiye Cumhuriyeti aşabiliyor mu ambargoyu?
Kimse bu acizliği aşkının azlığından yaşamıyor!
Bu acizliğin uluslararası hukuk denilen güçlü bir zemini olduğundan ve bu zemini yerinden oynatmanın bu kadar kolay olmadığından yaşıyoruz bunu.
Ama siyasetini kendi çıkar mekanizmalarını daha uzun yaşatabilmek için edilgen ve hapsolmuş toplumların duygularından ve acılarından devşirenler ya korkular ya da hayallerle güç bulmaya çalışıyorlar kendilerine.
Erdoğan’ın ekibinin yerinde olsam yarım asırdan fazla bir zamandır ambargo altında bütün beşeri sermayesini feda etmek zorunda kalan bir toplumun sinir uçlarıyla böylesine oynamak yerine daha işleyen yöntemlerle yetinmeyi tercih ederdim.
Ama bu topraklarla zaten bir derdi olmayan, kendini buraya değil, Türkiye’ye ait hisseden bir hedef kitlesi varsa ve Onların Türkiye Cumhuriyeti hayallerini beslemekse amaç, söyleyecek bir şey yok.
Kıbrıslı Türkler’in ilerici demokratik ve kendi alanlarında son derece başarılı nice kuşakları bu topraklarda barınamıyor.
Başarılarını başka dillerde başka diyarlarda kutluyor, güçlerini tutunabildikleri coğrafyalara aktarıyorlar.
Daha geçen gün, giyilebilir teknolojide çığır açan bir dönüm noktası olarak kabul edilen, Meta-Ray-Ban işbirliğindeki yapay zeka destekli akıllı gözlük ve bileğe takılan elektromiyografi tabanlı kontrol bandının sunumunu yapan eski sınıf arkadaşımın sosyal medya hesabındaki paylaşımını gözlerim dolarak, gururla okudum.
Özellikle bizim kuşak için bu buruk gurur duygusu olağan bir hal almış durumda.
O yüzden hiçbir alanda kabul görmeyen ve kabul görmesi için değil, üzerinden oy ve pozisyon devşirmek için ısıtılıp sunulan iki devletlilik siyasetinin demokratik alıcısının olmadığını düşünüyorum.
Çünkü bu tezin olmadığını, olmayacağını her gün türlü örnek üzerinden yaşayan bir toplumuz biz.
Bu toplumun iradesine saygı duyulduğunu görmeye ihtiyacı var.
Uluslararası toplum önünde yapıcı projelerle temsil edilmeye, beşeri sermayesine sahip çıkılmaya ve geleceğe dair ayakları yere basan gerçekçi yol haritalarına…
Kimisi son zamanlarda daha da artan şekilde BM zemininin Kıbrıslı Türkler için doğru bir zemin olmadığını, federasyon tezinin çöktüğünü tekrarlıyor.
Peki doğru zemin nedir?
Bugün Türki cumhuriyetler bırakın KKTC’yi tanımayı ya da iki devlet tezini desteklemeyi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde elçilik açıyorsa, bizi sevmediklerinden değil, uluslararası zeminle ilişkilerini doğru yönetmek istediklerinden bunu yapıyorlar.
Bugün herşeye rağmen, Türkiye bir dostluk maçını bile organize edip, yere göğe sığdıramadığı tanınma adına tek arpa boyu yol alamamışsa, beceriksiz ve bencil olduğundan değil, uluslararası hukuktan ayrılamayacağından, doğru ve gerçekçi siyaset bunu gerektirdiğinden aciz kalıyor.
Tanınma ve iki devletlilik, ne yazık ki hedefe çekilen bir siyaset değil, üzerinden bolca hamaset yapılıp boş bir güven pompalayarak hiç gerçekleşmeyecek, dahası gerçekleşmesi için tek adım atılamayacak bir siyasi manevra alanından başka bir şey olmadı.
Olamaz da…
Hani federasyon ve AB hedefleri konuşulduğunda, “evet dedik de ne oldu” diye sorup, AB’nin Kıbrıslı Türkler için attığı yetersiz adımları eleştiririz ya…
Kıbrıslı Türkler AB hedefi ve federasyona evet diyerek, hibe programları, uyumlaştırma süreçleri ve yeşil hat tüzüğünün parçası oldular.
Şüphesiz ki, ne hibeler ne de ticaret hacmi yeterli değil.
Ama Kıbrıslı Türkler adına siyaset ürettiğini iddia edenler, en azından fiili olarak son 6 yıldır BM zeminine alternatif ve tanınma talep ederken tek satır kazanım sağlayamadılar.
Karşılaştırma açıktır.
Geleceğe dair tahmin yürütmeye de gerek yoktur.
Çözümsüzlüğün ve uluslararası hukukun dışında kalmanın ne demek olduğunu her gün her an yaşıyoruz.
Ödediğimiz bedeller parti ayrımı da yapmıyor, ideoloji farklılığına göre değişiklik de göstermiyor.







