1. YAZARLAR

  2. Hamit Caner

  3. “Mayıs Üçlemesi: Kıbrıs’ta İktidar, Hafıza ve Direniş”
Hamit Caner

Hamit Caner

Kumda Bir Balık

“Mayıs Üçlemesi: Kıbrıs’ta İktidar, Hafıza ve Direniş”

A+A-

Türkiye'nin sembollerle şekillendirdiği bir iktidar mimarisine karşı, Kıbrıslı Türklerin seküler kimlik, toplumsal irade ve demokratik katılım temelinde verdiği sessiz ama derinlikli direnişin izleri, Mayıs ayının üç kritik gününde görünür hale geldi.

Festivalin Gölgesinde 1 Mayıs

1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı, yüzyılı aşkın bir süredir eşitlik, dayanışma ve adil bölüşüm talebinin sembolü. Ancak bugün, bu değerlerin belki de en çok aşındığı dönemde kutlanıyor. Gelir uçurumları büyürken, emeğin değeri hızla geriliyor. Bir avuç zengin daha da zenginleşirken, milyonlarca emekçi geçimini sağlayamaz hale geldi. Bu tabloya bakınca, meydanlarda atılan sloganların, protokolde yapılan konuşmaların içinin ne kadar boşaldığını görmek zor değil.

Çünkü gerçek, kürsüdeki sözlerden daha keskin:
İş güvencesi yok, sendika hakkı budanmış, gençler işsiz, çalışanlar yoksul.

Emek kutsalsa, neden bu kadar değersiz?

Lefkoşa’daki 1 Mayıs kutlaması, her yıl olduğu gibi bu yıl da ara bölgede Kuzey ve Güney Kıbrıs’tan sendikaları buluşturdu. Ortak talepler dile getirildi, sınıfsal hafıza tazelendi. Ancak bu yıl dikkat çekici bir çakışma yaşandı: Aynı gün, aynı şehirde Teknofest adlı büyük bir teknoloji festivali de düzenlendi.

Elbette teknoloji festivalleri önemlidir. Gençler üretir, yarışır, öğrenir; sanayiyle, üniversitelerle buluşur. Ülkenin teknolojik gelişimine katkı sunar. Kimse buna karşı değil. Ancak sorun, bu festivalin özellikle 1 Mayıs gününe denk getirilmesiyle ortaya çıkıyor. Çünkü burada semboller çakışıyor, hatta çatışıyor.

1 Mayıs, emeğin, üretimin, adalet arayışının günüdür. Teknofest ise “milli teknoloji hamlesi” adı altında daha çok sermaye, girişimcilik ve milliyetçi kalkınma söylemiyle öne çıkıyor. Emekle teknoloji elbette çelişmek zorunda değil. Ancak bu tür organizasyonların 1 Mayıs’a gölge düşürecek şekilde kurgulanması, bayramın ruhuna ters düşüyor.

Eğer bir ülkede emek günüyle teknoloji festivali aynı güne denk geliyor ve kamuoyunun dikkat odağı sınıf mücadelesinden değil de gösterişli maket uçaklardan yana oluyorsa, burada bir mesele vardır.

Emeği görünmez kılmak da bir politik tercihtir.

1 Mayıs’ı yaşatmak, yalnızca alanlarda olmakla değil; onu anlamak, içini boşaltan pratikleri sorgulamakla mümkündür.

Çünkü mesele yalnızca neyi kutladığımız değil, neyi unutturduğumuzdur.

Yobazlığa Geçit Yok: Bir Eylemden Fazlası

2 Mayıs günü Lefkoşa’da düzenlenen “Yobazlığa Geçit Yok” eylemi, sıradan bir protesto değildi. Bu eylem, laik yaşam tarzına yönelen sistematik müdahalelere karşı biriken tepkinin kamusal alana taşmış halidir. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nin açılışından hemen önce gerçekleşmesi, tesadüf değil; bilinçli bir itirazın güçlü bir ifadesiydi.

Son yıllarda Kuzey Kıbrıs’ta dinî temalı etkinliklerin artması, imam hatip okulları ve ilahiyat kolejlerinin teşviki, toplumun önemli bir kesiminde laikliğe dair kaygıları büyüttü. Laikliği sadece bir anayasa maddesi olarak değil, yaşam biçimi olarak gören Kıbrıslı Türkler için bu gelişmeler, kültürel bir kuşatma duygusu yarattı. 2 Mayıs’ta sokağa çıkanlar, tam da bu duygunun temsilcileriydi.

Bu eylem, sadece bir eğitim politikası eleştirisi ya da bir mimari tercih karşıtlığı değildi. Aynı zamanda Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a yönelik "yumuşak güç" stratejilerine karşı bir direnç biçimiydi. Açılan külliyeler, ithal eğitim modelleri, kültürel dayatmalar bir araya gelince, Kıbrıslı Türk kimliğinin tehdit altında olduğu duygusu güçlendi. Eylemin zamanlaması ve içeriği, bu ideolojik ve sembolik tahakküme açık bir yanıt oldu.

Bu noktada bir uyarı yapmak şart: Bu direnişi yalnızca sokakta toplanan “üç-beş marjinal” olarak küçümsemek, büyük bir yanılgıdır. Çünkü sokağa çıkanlar sadece kendilerini değil, konuşamayanları, korkanları, çekinenleri de temsil ediyor. Yani bu toplumun sessiz çığlığını.

Kıbrıslı Türkler, kendi geleceklerini tayin etme iradesine sahiptir. Türkiye'nin garantörlüğü altında, Kıbrıslı Türk ve Rumların siyasi eşitliğine dayalı, iki bölgeli ve iki toplumlu federal bir çözüm arayışı bu halkın temel siyasi çizgisidir. Ve bu irade, dış müdahalelerle değil, karşılıklı saygı ve eşitlik temelinde var olabilir.

Kısacası mesele sadece bir külliye değil. Mesele bir topluma, kendi kimliğini, kendi yaşam tarzını, kendi geleceğini tayin etme hakkını tanıyıp tanımamak.

Ve hatırlatmakta fayda var:
İnsan olmak… hepsi bu.

Devlet Yükselirken Emek Geri Çekiliyor

3 Mayıs 2025’te açılan KKTC Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, sadece bir bina açılışı değildi. Lefkoşa’nın sıcağında yükselen bu görkemli yapı, bir mimari projeden çok daha fazlasını temsil ediyordu. Zira açılış töreni, dikkatle seçilmiş bir zamanlama, bilinçli bir mesaj ve güçlü bir politik gösteriydi.

Açılışın 1 Mayıs’ın hemen ardından yapılmış olması, basit bir takvim denkliği gibi sunulsa da, işin perde arkasında farklı bir senaryo yazılıyor olabilir. Bir yanda emeğin günü olan 1 Mayıs, törensellikten uzak, sıradanlaştırılmış bir anma olarak geçerken; öte yanda 3 Mayıs, mülki kudretin ihtişamla sahne aldığı, devletin simgesel gücünün gösterildiği bir şölene dönüştü. Bu karşıtlık, aslında bir tercih meselesidir: Emek geri çekilirken, devlet yükseliyor.

1 Mayıs, artık çoğu zaman pankartlardan ve coşkulu mitinglerden ibaret. İçeriği boşaltılmış, mücadele dili törensel dile yenik düşmüş durumda. Tam da bu sessizliğin üzerine inşa edilen 3 Mayıs töreni, yeni devlet mimarisiyle birlikte başka bir mesaj taşıyor: "Burada artık devlet konuşur."

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın törendeki konuşmasında, birlik, kardeşlik, ortak gelecek gibi pozitif çağrışımlar öne çıktı. Ancak bu yumuşak tonun altında, oldukça sert ve net bir jeopolitik mesaj vardı. “Türkiye her zaman yanınızda olacak” sözleri, sadece bir dostluk ilanı değil; aynı zamanda garantörlük sisteminin sürekliliğine ve Türkiye’nin yönlendirici rolüne dair bir hatırlatmaydı.

Külliyede kullanılan “Kıbrıs taşı” ve “Marmara mermeri” gibi detaylar ise tesadüf değil. Bunlar, ortaklık söylemiyle bezeli ama asimetrik bir ilişkiyi süsleyen semboller. Yani görünüşte bir kardeşlik mimarisi; ama içeriğinde kimlik mühendisliği kokan bir tasarım söz konusu.

Erdoğan’ın söylemindeki yumuşaklık, bir stratejinin parçası olabilir. Sert kontrolün estetikle yumuşatılması. Ancak önemli olan, bu mesajların toplumda ve yerel siyasi aktörlerde nasıl yankı bulduğudur. Çünkü gerçek hegemonya, sadece kurulan cümlelerle değil, o cümlelerin kimde nasıl karşılık bulduğuyla ölçülür.

Külliyenin taşları yerli olabilir, ama toplumun sesi yeterince içeride mi? İşte asıl sorulması gereken budur.

Ana Muhalefetin Törendeki Duruşu: Eleştirel Katılımın Stratejik Ağırlığı

Ana muhalefet Partisi Cumhuriyetci Türk Partisi’nin (CTP), 3 Mayıs’taki külliye açılış törenine katılım göstermesi ancak KKTC teamüllerine aykırı bölümlere mesafe koyması, ilk bakışta “denge siyaseti” olarak okunabilir. Ancak bu tutum, yüzeysel bir denge arayışından öte, çok boyutlu siyasal bir sorumluluk anlayışının göstergesidir. Parti bir yandan Türkiye ile kurumsal ilişkilerin sürdürülmesini önemserken, öte yandan Kıbrıslı Türklerin seküler kimliğine ve demokratik duyarlılıklarına olan bağlılığını koruma çabası içindedir.

Bu çifte yönelim, bazı çevrelerde “ikircikli” veya “zımni onay” şeklinde yorumlansa da, CTP’nin tamamen çekilerek alanı başka siyasi aktörlere bırakmak yerine eleştirel katılımla görünürlüğünü sürdürmesi, mevcut koşullarda önemli bir siyasal denge unsurudur. Parti, bir törende bulunmak ile törendeki her sembole onay vermek arasında bilinçli bir ayrım yapmaktadır. Bu da, siyasal temsil ile toplumsal hassasiyet arasında köprü kurma çabasının somut göstergesidir.

Özellikle genç ve sol çevrelerden gelen eleştiriler, elbette parti için dikkate alınması gereken uyarılardır. Ancak CTP'nin bu pozisyonunun, toplumsal kutuplaşmanın arttığı bir ortamda yeni fay hatları yaratmak yerine, yapıcı siyasal diyalog kanallarını açık tutmayı hedefleyen sorumlu bir merkez siyaseti olduğu da teslim edilmelidir.

Tüm bu nedenlerle, CTP’nin söz konusu törene yönelik tutumu yalnızca siyasi bir manevra değil; siyasal gerçeklikler ve kurumsal yükümlülükler çerçevesinde alınmış bilinçli ve meşru bir tavırdır. Bu yaklaşım, kısa vadeli memnuniyetleri değil, uzun vadeli çözüm süreçlerini önceleyen bir siyaset yapma biçiminin de ifadesidir.

Bir Külliye, Bir Gösteri, Bir Sessizlik

3 Mayıs’ta açılan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, sıradan bir devlet binası değil. Sadece Lefkoşa’nın siluetine eklenen yeni bir yapı değil. Aslında çok daha fazlası: Ankara'nın mekân üzerinden verdiği yeni bir mesaj.

Mimari mi? Elbette etkileyici. Beştepe’yi andıran hatlar, büyük avlular, taş kaplamalar, dikkatle seçilmiş detaylar... Ama tüm bu ihtişamın ardında esas mesele estetik değil. Kıbrıslı Türklerin gözüyle bakıldığında bu yapı, bir temsil binasından çok, yerleşik bir politik vizyonun mekânsal izdüşümü olarak okunuyor.

Külliye, 5.5 milyar TL gibi devasa bir maliyetle inşa edildi. KKTC bütçesinin boyutları düşünüldüğünde bu rakamın rasyonel bir karşılığı yok. Peki bu paranın hesabını kim verecek? Daha önemlisi, bu harcama kimin önceliği?

Sorunun yanıtı açık: Bu açılış yalnızca KKTC için değil, Ankara’nın iç politikası için de tasarlandı. Erdoğan, 2028 seçimlerine doğru giderken milliyetçi-muhafazakâr seçmeni konsolide edecek her imkânı değerlendiriyor. Ve Kıbrıs, bu stratejide yalnızca bir dış politika dosyası değil; aynı zamanda iç politikaya hizmet eden bir sahne.

Ancak bu sahnenin perde arkası daha karmaşık. Türkiye’nin “iki devletli çözüm” vurgusunu pekiştirme çabası, uluslararası alanda beklenen etkiyi yaratmaktan uzak. Aksine, AB ve BM çevrelerinde bu tarz sembolik hamleler, “dayatma” olarak algılanıyor. Güney Kıbrıs ve Yunanistan’da ise külliye, “işgalin kurumsallaşması” olarak görülüyor. Yani bir bina açılıyor, ama duvarların dışında çok daha yüksek bariyerler inşa ediliyor.

Tüm bunların ortasında Kıbrıslı Türkler var. Giderek ağırlaşan geçim sıkıntıları, sosyal güvencesizlik ve gençlerin ülkeyi terk etme eğilimi... Halk, Külliye’nin gölgesinde gündelik hayatta ayakta kalmaya çalışıyor. Açılış törenleri, ışıltılı konuşmalar, gurur pozları... Ama içeride kaynayan bir sessizlik var: "Biz bu yapının neresindeyiz?"

Tarihi Cumhurbaşkanlığı binasının müzeye dönüştürülmesi ise bir başka sembol. Kurumsal hafızadan kopuşun, yerli bir yönetim geleneğinden uzaklaşmanın işareti. Bu sadece bir taşınma değil; bir kimlik değişimi, hatta bir iktidar simülasyonu.

Külliye üzerinden yapılan tartışmalar, bu toplumun kendi kaderini tayin etme hakkı ile dışarıdan biçimlendirilme arasındaki yapısal gerilimi bir kez daha görünür kıldı. Ve şu netleşti: Bir bina, bazen bir rejimin maketidir. O maketi büyütüp parlatmak kolaydır; içine halkı yerleştirmek ise başka bir mesele.

Mayıs’ın Gölgesinde Kıbrıs’ın Kaderi

Bu yılın Mayıs ayı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yalnızca takvim yapraklarının değiştiği bir dönem olmadı. Üç gün; 1 Mayıs, 2 Mayıs ve 3 Mayıs; adeta bir “siyasi semboller üçlemesi”ne dönüştü. Her bir gün, bir başka geleceği işaret etti. Bir yanda emek mücadelesinin görünmezleştiği bir 1 Mayıs, ertesi gün “Yobazlığa Geçit Yok” sloganıyla yükselen seküler direniş, ardından devletin kudretiyle simgelenen devasa külliye açılışı...

Bu üç gün yalnızca sembollerin savaşı değil; iki farklı gelecek tahayyülünün çatışmasıydı. Bir tarafta, Ankara merkezli bir devlet inşası modeli; öte tarafta özerklik, sekülarizm ve katılımcı demokrasi talep eden bir halk iradesi.

KKTC’de giderek belirginleşen kültürel ve siyasi ikilik, toplumsal yapıda kalıcı bir kırılma riski yaratıyor. Türkiye'nin Kıbrıs politikası, eğer yalnızca görkemli binalar ve sert söylemlerle yürütülürse, meşruiyet krizleri derinleşecek. Bu coğrafya, ancak çoğulcu değerlerle, yerel aktörlerin talepleriyle uyumlu politikalarla nefes alabilir.

Artık bu topluma bir “yol haritası” gerek. Sivil toplumdan siyasete, akademiden medyaya her kesimin cesaretle sorumluluk alması gereken bir dönemdeyiz.

Sivil Toplum ve Sendikalar Ne Yapmalı?

Emek, sekülerlik ve egemenlik gibi temel meseleleri birbirinden ayrı düşünmeden, mücadeleyi bütüncül bir çerçevede sürdürmek şart. Sokakta gösterilen tepki, kurumsal yapılarla güçlendirilmeli. Alternatif eğitim programları, kültürel üretimler ve bağımsız medya kanalları bu sürecin belkemiğini oluşturmalı. Genç kuşakların bu yapılara dahil edilmesi ise uzun vadeli bir strateji gerektiriyor.

Muhalefet İçin Zaman Cesaret Zamanı

Muhalefet partileri, artık gri alanda dolaşmayı bırakmalı. Net, ilkeli ve cesur duruşlar sergilemedikçe tabanın güvenini yeniden kazanamazlar. Eğitimden kültüre, göçten ekonomiye dek her alanda toplumun nabzını tutan, yerelden beslenen politikalar üretmek zorundalar. Sivil toplumla kurulacak kalıcı diyalog, bu süreçte hayati öneme sahip.

Ankara’ya Düşen Sorumluluk

Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıslı Türklerin seküler yaşam tarzına, kültürel kimliğine ve tarihsel hafızasına saygı duymalı. Gerçek bir dayanışma, ancak demokratik ve işlevsel kurumlarla mümkündür. Eğitim ve kültür alanındaki yardımlar, yerel aktörlerle birlikte tasarlanmadığı sürece, yalnızca birer dayatma olarak algılanacaktır.

Akademi, Medya ve Aydınlara Çağrı

Bu üç gün, sadece siyasi değil, sosyolojik ve kültürel bir veri seti sunuyor. Kimlik, mekân ve hafıza üzerinden yapılacak araştırmalar, geleceğe dair toplumsal analizlerin temelini oluşturmalı. Eleştirel düşüncenin yaygınlaştırılması, özellikle gençlerin içine çekildiği apolitik boşluğu doldurmanın en etkili yolu olacaktır.

Sonuç olarak, Mayıs ayı bize bir yol ayrımını gösterdi. Artık mesele yalnızca yüzleşmek değil; aynı zamanda yeniden inşa etmektir. Toplumsal adalet, demokratik temsil ve yerel iradeye dayalı bir Kıbrıs Türk toplumu için bu süreç, bir milat olabilir; yeter ki cesaret gösterilsin.

Bu yazı toplam 1558 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar