1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. ‘Mağara’dan Çıkmak..!
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

‘Mağara’dan Çıkmak..!

A+A-

Platon başyapıtı ‘Devlet’te anlatır. Bir mağaranın içinde çocukluklarından beri zincire vurulmuş esirler,  yüzleri mağaranın karşı duvarına dönük, sadece önlerini görebilir vaziyette durmaktadırlar. Uzakta bir tepede ise bir ateş yanmakta, tepe ile mağara arasında yer alan yol boyunca insanlar ellerinde taşıdıkları çeşitli nesnelerle yürümektedirler. Ateşten yayılan ışık, bu nesneleri, mağara içinde zincire vurulmuş insanların önündeki duvara ‘gölgeler’ halinde düşürmekte, onlar da bu nesneleri sadece ‘gölgeler’ halinde izlemektedirler. Aynı anda yoldan geçenlerin sesleri mağaranın içinde yankılanırken içerdekiler bu sesleri de ‘gölgeler’in konuşmaları olarak algılamaktadırlar.  Devamla Platon, yıllardır taş gibi duran bu esirlerden birinin zincirinin çözüldüğünü ve mağaradan dışarıya çıktığını varsayarak, bu durumda neler yaşanabileceğine dair düşüncelerini aktarır. Ona göre dışarıya çıkan (özgürlüğüne kavuşan) esirin önce gözleri kamaşacak, ardından “ömür boyu gördüklerin hayâldi, şimdi gerçekle karşı karşıyasın” denilmesi üzerine ilk anda bağırıp çağıracak ve de giderek bu yeni duruma alışacaktır. Bu arada mağarada geçen eski günlerini hatırlayacak, her şeyi ne kadar yanlış algılamış olduğuna yanacak ve hâlâ orada kalan arkadaşlarına acıyacaktır. Platon’un temel görüşü ‘idea’lar felsefesinin ayrıntıları bir yana, filozofun bu hikâyesinde, yıllarca mağarasında yaşadıktan sonra özgürlüğüne kavuşup dışarıya çıkan esir oraya tekrardan geri döndüğünde karanlığa alışması artık mümkün olmayacak, içerdekilere hakikati söylediği zaman ise, onların “Sen dışarda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun.. Biz yerimizden çok memnunuz.. Bizi dışarı çıkmaya zorlayacakların vay haline..” yollu suçlamalarına maruz kalacaktır.

 

Cemil Meriç, Platon’un iki bin beş yüz yıllık bu hikâyesinden mülhem kaleme aldığı ‘Mağaradakiler’ adlı eserinde, çağlayarak akan şiirsel diliyle  “Mağaranın içi, mağaranın dışı...İnsanlık aynı sefil putlara tapan bir şaşkınlar kafilesi..Hakikatte mağaranın içi de dışı da bir.. Yüz elli yıldır gölgeler âleminde yaşıyoruz..” tespitlerinde bulunurken, hâlâ putlarına -ya da dogmalarına- esir olanların hem hikâyesini yazmakta ve hem de eleştirisini yapmaktadır. Sivri oklarının esas hedefi ise ideolojik farklılıkları konusunda ayrım gözetmeksizin, en önemli işlevleri putları eleştirmek ve yıkmak ve sadece görüntülerle -gölgelerle- değil, onların tarihsel arka plânlarını ve değişken dinamiğini sorgulamakla yükümlü olmaları gereken entelektüellerdir. Bu eserinde Meriç, tarihsel serencamı içinde entelektüelin, zamanın kendinde içkin dinamik akışkanlığından ve değişkenliğinden koparılarak, bütün zamanlara (aşkın) hâkim kılınmak istenen ‘putlar’ ya da ‘gölgeler’ karşısındaki duruşunun ne olması gerektiğine dair görüşler ortaya koyar. Koyar koymasına da,  Avrupa’dan Rusya’ya ve oradan da Türkiye’ye uzanan ve ‘entelektüel’i tarihsel bağlamında sorgulayan en önemli telif eserlerden birisi olan ‘Mağaradakiler’ , müellifinin kendi putlarına/mahallerine mahkûm oldukları için eleştirdiği entelektüellerin, tam da eleştirdiği, o put/mahalle kavgaları arasında mıncıklanır durur. Şöyle ki, kişisel hikâyesinde Marxizm’den yola çıkan ve oradan İslam-Hint felsefesine ve kültürüne kadar uzanan, başka bir deyişle kalıplara sığmayan Meriç, bu zahmetli ve kahırlı yolculuğunun ardından serimlediği birikimi ile başlangıçta ne Sağ’a ne Sol’a yar olabilir, sonra iki taraf arasında çekiştirilip durur ve sonuçta Sağ’ın elinde kalır.  Yakın geçmişte bütün eserlerinin, karşı mahalle (Sol) eğilimli bir yayınevi tarafından da basılmış olması ve Solun referansları arasında yer almaya başlaması ise, bu kendine özgü düşünce insanının ve dünyasının farklı ve hatta zıt kesimler tarafından yeniden keşfi olarak da değerlendirilebilir. (Aynı zulüm, edebiyatta A.H.Tanpınar’a da uygulanacak, yaşadığı sürece “sükût suikastı”na maruz kalmaktan dert yanan bu değerli edebiyat insanı, ancak ölümünden sonra Sağ ve özellikle çok geç kalmış olan Sol tarafından ihya edilecektir.)

Platon’da metaforik olarak mağaradaki ‘gölgeler’ ya da ‘görüntüler’le; Cemil Meriç’te ‘putlar’la ifade edilen ve son kertede ‘mutlakiyet’ olarak da okuyabileceğimiz anlayışların ve bunların evrenin ve de olayların sürekli bir ‘akış ve oluş’ halindeki gerçekliği karşısındaki çıkmazlarının mazisi aslında daha da eskidir. Örneğin M.Ö 540 yıllarında Herakleitos, “insan aynı nehirde iki kez yıkanamaz” derken,  evrenin sürekli bir akış ve oluş halinde olduğunu ifade etmekte ve bunun da hem felsefî, hem inanç sistemleri ve dünya görüşleri (siyasal ideolojiler) ve hem de paradigmalar bağlamında yansımaları olacağını, adeta o zamandan haber vermektedir. Bir başka deyişle, bizim dışımızdaki bu sürekli akış ve oluş halinin kaçınılmaz olarak, benliğimizin ve bilincimizin oluşmasında da yansımaları olacağı ve inançlarımızdan düşüncelerimize, ideolojilerimizden dünya görüşlerimize kadar bu yansımaların etkilerini göstereceği işaret edilmektedir.

Böyle olduğu içindir ki, şu soru(n) temel ve belirleyici bir mahiyet kazanmaktadır: Dinamik akışkanlığı içinde dünyayı, olay ve olguları, bütün zamanları kuşatacak ve geçerliliğini koruyacak mutlak düşünceler, inanç sistemleri, dünya görüşleri ve ideolojilerle anlamamız ve kavramamız mümkün mü? Mutlaklaştırdığımız inançlarımızın, düşüncelerimizin, dünya görüşlerimizin ve ideolojilerimizin böyle bir gücü var mı?

Aşikâr olan bir başka husus ise bu soru/sorunun, aynı zamanda insana ait bir varoluşsal problematik olduğudur. Nitekim geçmiş bütün medeniyetler, insanın dünyayı ve yaşadığı çevreyi algılamaya ve onunla ilişki kurmaya çalışırken, hem içinde yaşadığı fiziki dünyaya (doğaya) ve hem de daha sonra dâhil olacağı ölüm ötesi dünyaya yönelik arayışlarda ve önermelerde bulunduğunu göstermektedir. Başlangıçta ve asırlar boyu sürecek geniş bir zaman diliminde, kutsal olanın (önce totemler, putlar ve sonra Tanrı) aşkın ve mutlak güç olarak kabulü ve dinlerin ortaya çıkarak hâkim zihniyet dünyalarını bu kutsiyet ve mutlak güç ekseninde belirlemeleri de bu çabaların sonucudur. Bu yolla insan(lık), hem yaşadığı dünyada ve zamanda ve hem de meçhûl geleceği (ölüm ötesi dünya) ve sonsuz zaman karşısında, bir yandan onu algılamaya ve anlamaya çalışırken, bir yandan da ‘mutlak’ olanın kuşatıcılığında iç huzuru ve güvence arayışını sürdürecektir.

Modern zamanlara (modernite’ye) geçişle birlikte ise bu süreç ‘aklın’ ve ‘bilim’in kutsal olanın yerini alması ve artık dünyanın, olay ve olguların ‘akıl-bilim’ ekseninde sorgulanması ve algılanması biçiminde tecelli edecektir. İnsan(lığ)ın mağara’dan çıkışını, özgürleşmesini, gerçekleri eleştirerek ve sorgulayarak algılamaya ve anlamaya başlamasını; bir başka ifadeyle ‘mutlak’ olanın ‘görece’ bir hal alması, başkalaşması, farklılaşmasıyla karakterize, gelişim tarihi içinde dramatik/mucizevi değişimleri içeren yeni bir aşamadır bu. Ne var ki bu göz kamaştırıcı serüven giderek, bu kez de ‘akıl ve bilim’in adeta bir ‘karşı din’ olarak algılanır hale gelmesi ve tıpkı bir din gibi, kendine yanılmazlık kertesinde bir ‘kutsiyet’ ve ‘mutlakiyet’ atfetmesi, paradoksal bir biçimde bu yeni dönemin (modernite’nin) eski dönemle (modern öncesi) zihniyet bakımından benzeşmesini de gündeme getirecektir. Şöyle ki, modern öncesi dönemde kutsal olanın, doğruluğu sual edilmeyen ve bütün zamanları kuşatan mutlak gücü; bu kez ‘akıl-bilim’in, bilginin ve de dünya görüşlerinin/  ideolojilerin doğruluğu sual edilmeyen ve bütün zamanları kuşatan mutlak gücüne dönüşecek ve insan(lık)ı büyük oranda bu kez de ‘modern mağaralar’ içine hapsolacaktır.

Yirminci yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan ve de modern dönemi geride bırakan büyük kırılmanın bugün için açığa çıkardığı, ne olmadığı belirgin bir hâl alsa da ne olduğu/olacağı konusunda hâlâ büyük bir kaosun yaşandığı günümüz dünyasında, şu gerçeklik tas tamam öne çıkmıştır:  Evrenin ve yaşamın kendini sürekli yenileyen akışkanlığı ve değişkenliği karşısında insan(lık)ın önermeleri, düşünceleri, dünya görüşleri, ideolojileri ve paradigmaları bütün zamanlarda geçerliliğini ve doğruluğunu koruyacak ‘mutlak’ bir güce sahip değildir/olamaz. Buradan bakınca bugün için insanoğlunun, dünyanın ve yaşımın kendinde içkin akışkanlığı ve dinamik değişkenliği karşılayacak, aynı oranda dinamik, aşkın (zaman ötesi değil) değil içkin (zamana dâhil) bir zihniyet dönüşümüne ihtiyacı aşikârdır.

Böyle olduğu içindir ki doğruluğu ve hakikati, -eski ya da yeni, geleneksel Sağ ya da Sol fark etmez-, içinde yaşadığı mağaralarının duvarlarına yansıyan ‘gölgeler’, ‘görüntüler’le sınırlı ‘putlar’ ve ‘dogmalar’ın mutlak gücüne inanarak ve tapınarak yaşamayı sürdürmekle bugünün dünyasını anlamak da o dünyayı daha iyi, daha güzel, daha adil ve yaşanası bir dünya haline getirmek de mümkün ol(a)mayacaktır. Bu bireysel ve toplumsal ölçekte, insanın kendinden başlayarak siyasal/ideolojik/düşünsel putlarından azade olmayı, bir başka ifadeyle ‘mağara’larının dışına çıkmayı, ötekiyle, dünyayla buluşmayı -dünyalı olmayı-, ortak bir gelecek kurmayı gözeten zihniyet dönüşümünü ve buradan hareketle yeni bir inşa sürecini gereksinmektedir.

Dışarda ve içerde hükmünü sürdürmeye devam eden pandemi sürecinin bir kez daha hatırlattığı da işte budur.

   

Bu yazı toplam 1731 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar